Ömer Murat yazdı: AİHM’in Türk siyasetini sarsması gereken tarihî kararı

Rejim mahkemelerinin saray baskısına boyun eğerek AİHM kararlarını uygulamaması, bu kararların etkisiz ve hükümsüz kalacağı anlamına gelmez. Türkiye’deki başlıca tüm siyasî aktörler AİHM kararlarının bir noktada tatbikinin kaçınılmaz hale geleceğinin farkındadır.

ÖMER MURAT 26 Eylül 2023 HABER ANALİZ

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) ByLock adlı haberleşme uygulamasını kullandığı, Bank Asya’da hesabı olduğu gerekçelerine ve gizli tanık ifadesine dayanılarak, dünyada benzeri olmayan şekilde ismi hükümet tarafından verilen bir terör örgütüne (FETÖ) mensup olmakla mahkûm edilen öğretmen Yüksel Yalçınkaya’nın açtığı davada Türkiye’nin hak ihlalinde bulunduğuna karar verdiğini bugün duyurdu.

Kararda Türk mahkemelerinin “kanunsuz ceza olamayacağı” gibi Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde yer alan bazı temel hukukî prensiplere aykırı şekilde hareket ettiği gerçeği resmen tespit edilmiş oldu. Kararın hukukî boyutuna dair değerlendirmeleri konunun uzmanlarına bırakarak burada meselenin birbirleriyle sıkı sıkıya ilişkili iç ve dış siyasî veçhelerine eğileceğim.

Erdoğan rejimi mahkemeleri, Birleşmiş Milletler ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmeleri’ni açıkça ihlal etmek suretiyle, yüzbinlerce insanın temel insan haklarını çiğneyerek onları sorgusuz sualsiz tek imzayla memuriyetlerden attı, mal varlıklarına el koydu. Böyle bir hukuksuzluğu, oldu-bittiyi AİHM’e siyasî baskılarla kabul ettirebilmenin mümkün olmadığı başından belliydi. Ankara’nın tazyiklerinin AİHM kararlarının sadece açıklanmasını geciktirebildiği görülüyor, ama neticede mahkeme kendisinden beklenen kararları büyük ölçüde alıyor, almaya da devam edecektir.

Rejim mahkemelerinin saray baskısına boyun eğerek AİHM kararlarını uygulamaması, bu kararların etkisiz ve hükümsüz olduğu anlamına gelmez. Türkiye’nin yaşadığı ekonomik kriz derinleştikçe, ki tüm veriler o istikamettedir, Erdoğan’ın Batı kapılarında borç dilenme teşebbüsleri artacaktır. Böyle bir ortamda Türkiye’nin Avrupa Konseyi ve NATO gibi kuruluşlarla ilişkilerini germe veya koparma marjı iyice daralacaktır. Erdoğan hükümeti Batı’dan, özellikle de Avrupa’dan finansal destek talep ettikçe, ona her zaman hukuk ve demokrasi alanında bazı adımlar atması, bu meyanda da AİHM kararlarını uygulaması gerektiği hatırlatılacaktır.

Bu, bugün hükmü açıklanan davanın kısa vadede yapacağı etkidir, daha uzun vadeye yönelik olarak ise AİHM kararı şunu ortaya koymuştur: Türkiye’de Erdoğan sonrasında gelecek herhangi bir rejimin önünde iki seçenek bulunacaktır: Ya Türkiye’nin Batı’yla münasebetlerini onarmak için hızlı ve kararlı adımlar atacaktır, ki bunların en başında AİHM kararlarının uygulanması gelmektedir, ya da Erdoğan’ın başlattığı sürecin kaçınılmaz bir sonucu olarak Türkiye’nin Batı’yla kurumsal ilişkilerini resmen koparacaktır. 19. yüzyılın başından itibaren Türkiye tarihi, bize bugüne kadar hiçbir hükümetin bırakın Batı’yla münasebetleri koparmayı, ilişkilerin bozuk olmasının ağır maliyetlerini bile üstlenemediğini ortaya koymaktadır. İki tarafa salınan bir sarkaç gibi Türkiye, Batı’yla bazı dönemlerde ciddi gerginlikler yaşamakta, fakat bu dönemlerin peşi sıra “reform” anahtar kelimesinin sıkça kullanıldığı hızlı bir yakınlaşma devri gelmektedir.

Türkiye’deki başlıca tüm siyasî aktörler AİHM kararlarının bir noktada tatbikinin kaçınılmaz hale geleceğinin farkındadır. Fakat bu, yüzbinlerce kişinin açıkça mağdur edildiğinin ilânının siyasî sonuçlarıyla yüzleşilmesi kadar yine bu kişilere verilecek belki toplamda yüzmilyonlarca doları bulacak tazminatların yüküyle karşılaşılması demektir. Ülke için böyle ağır maliyetlere yol açan kararların sorumlularının hesap vermesi çağrısının bu sürece eşlik etmesi de beklenmelidir.

Seküler muhalefet bugüne kadar bu meseleye “Yesinler birbirlerini” çıkarcılığı ve yakında kendilerinin iktidara geleceği beklentisi perspektifinden bakarak, Erdoğan rejiminin ne kendisini ne de mahkemelerinin meşruiyetini zinhar sorgulamadı, hatta bu kararları çoğu zaman zımnen, kimi zaman da açıkça desteklediğini belli etmekten kaçınmadı. 14-28 Mayıs’ta yaşadıkları ağır hezimet, iktidar değişiminin hayal ettikleri gibi olmayacağı gerçeğiyle yüzleşmelerini sağlamışsa, AİHM kararlarını uygulamamanın getirdiği pervasızlıkla işlenen hukuk cinayetlerine seyirci kalmanın, bir gün Türkiye’nin Avrupa’yla kurumsal ilişkilerinin tümüyle kopartılacağı bir süreci desteklemekle eşanlamlı olduğunu anlamalarına da belki yol açmıştır. Böyle bir kopuşun Türkiye iç siyasetinde yapacağı savrulmalardan en fazla zarar görecek kesim CHP ve İYİP’in tabanıdır. Gezi olaylarını tertipledikleri iddiasıyla “terörist” olarak suçlanarak ömür boyu hapse atılan insanların akıbetlerini engelleyememelerinde gösterdikleri acizlik, hatta halkın oylarıyla vekil seçilen bir kişinin (Can Atalay) mazbatasının verilmemesine cüret edilmesi, içlerindeki basiret sahipleri için yakın gelecekte yaşanabileceklere dair birer işaret fişeği işlevi görmelidir. Türkiye’nin hukuk ve demokrasi rotasında kalabilmesi, hatta ihtiyaç duyduğu iktisadî reformları yapabilmesi için yegane çıpa Kopenhag Kriterleri’ni rehber edinmesi, yani AB’yle ilişkilerini kurumsal alanda geliştirip derinleştirmesidir.

Kararın uluslararası ilişkilere bakan boyutu ise Erdoğan rejiminin bundan sonra yurtdışında yaptığı “FETÖ” takibatlarının altının tamamen boşalmış olmasıdır. Bu takibatların bir kısmı zaten açıkça uluslararası hukuka aykırı şekilde gerçekleştiriliyordu. AİHM kararı artık meseleye ilişkin Batılı hükümetlerin tutumlarını belirleyen resmî-gayriresmî tüm belge ve raporlarda, hatta haberlerde atıfta bulunulabilecek bir referans noktası haline gelecektir.


Türkiye’nin yetiştirdiği en iyi diplomatlardan biri olduğu halde “âdîce” idam edilen Dışişleri Bakanımız Fatin Rüştü Zorlu, “Yunanistan boş havuza atlıyorsa, bizim de peşisıra atlamamız gerekir” şeklinde bir ifadeyle, Atina’nın üyelik için başvurduğu herhangi bir Batılı siyasî-ekonomik-askerî kuruluşa Türkiye’nin de üye olmamasının vahim sonuçlarını anlatmak istemiştir. Fakat onun bu haklı uyarısı kulak ardı edilmiş ve Avrupa Ekonomik Topluluğu’na Yunanistan’la aynı tarihlerde üye olmaya çalıştığı gerekçesiyle bir Dışişleri Bakanı (Hayrettin Erkmen), Milli Görüş dînî hareketinin lideri Erbakan’ın partisinin (MSP) verdiği gensoruya “Atatürk’ün partisi” CHP’nin verdiği destek sayesinde düşürülmüştür. Maalesef bu meşum ittifakın günümüzde kurulan benzerleri marifetiyle Türkiye Batı nezdinde onarılması uzun yıllar alacak şekilde konum kaybetmektedir. Umalım da birileri kısa vadeli ucuz kazanımlar uğruna ayaklarına kurşun sıktıklarını hatırlayarak gerçek çıkarları doğrultusunda hareket etmeye başlayıp, “makas değiştirdikleri” Türkiye treninin uçuruma doğru yol aldığını farketsinler!

  • Ömer Murat, Dış Politika ve Siyaset Uzmanı, Eski Diplomat