Biden, Erdoğan’ın kazanmasını bekliyor

Biden Yönetimi, Twitter ahalisinin büyük bölümü gibi Erdoğan’ın seçimde yenilip koltuğunu bırakmak zorunda kalacağını düşünüyor olsaydı, yakın zamanda aldığı kritik kararların tümünü 14 Mayıs sonrasına bırakırdı.

ÖMER MURAT 23 Nisan 2023 HABER ANALİZ

Biden Yönetimi geçen hafta ilk kez Türkiye merkezli bazı şirketleri Rusya yaptırımları kapsamına alarak Erdoğan’a uyarı atışında bulundu. Türk-Amerikan ilişkilerindeki gerilimi yansıtan bu hadisenin üzerinden bir hafta geçmeden üst üste yaşanan iki kritik gelişme ise tersi yönde olması bakımından dikkat çekiciydi.

Malumunuz Türkiye Rus S-400 füzelerini aldığı için Erdoğan’ın hiç de öngöremediği şekilde F-35 savaş uçağı programından çıkartılınca Türk Hava Kuvvetleri ciddi sıkıntıya düşmüştü. Putin’in hışmından çekinen Erdoğan S-400’leri iade edemediği için F-35’lerin kaybını sineye çekmiş ve onun yerine çok daha düşük teknolojili F-16’ları almaya razı olmuştu. O bu kaybı kabullenmesine kabullenmişti ama Washington’dan F-16’ları almak da kolay değildi. Neticede şöyle bir orta yol bulundu: Erdoğan İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliklerine Putin’i sevindirecek şekilde Macar otokrat Orban’la birlikte veto koymuştu, bu vetoları kaldırması karşılığında bir F-16 satış paketinin gerçekleşmesi doğrultusunda taraflar anlaştılar. Bu paket 40 adet yeni Blok 70 F-16 savaş uçağı ve Türk Hava Kuvvetleri’ndeki F-16’lar için 79 modernizasyon kiti içeriyordu.

Fakat bu arada Erdoğan’ın Finlandiya’nın NATO üyeliğini TBMM’den geçirterek seçim öncesi Batı’ya bir gül atmasıyla yeni bir durum ortaya çıktı. ABD bu adıma “Ne kadar ekmek, o kadar köfte” hesabıyla karşılık verdi. İşte haftanın ilk gelişmesi bu karşılıktı: Biden yönetimi, 40 adet yeni F-16’yı paketten çıkarıp beklemeye alırken, 259 milyon dolar değerindeki ‘modernizasyon kiti’ satışına ilişkin süreci başlattı, yani satışı Kongre’ye iletti. Kongre 15 gün içinde itiraz etmezse satış gerçekleşecek. Beyaz Saray’ın Kongre’deki ilgili komite üyelerinden konuya ilişkin gayrıresmî onay almadan paketi göndermeyeceği bilindiğinden satışın gerçekleşmesi artık kesin gibi…

İki gün sonra ise yeni bir sürpriz gelişme yaşandı: Yine malumunuz Erdoğan’ın ABD’de yakından takip ettiği konuların en başında Halkbank davası geliyor. Erdoğan, Halkbank’ın imkanlarını (ve itibarını) kullanarak, İranlı işadamı Rıza Zarrap’tan alınan rüşvetler karşılığında İran’a ABD yaptırımlarını delmesi için yardım etmişti. Dava ilerledikçe Erdoğan’ın Türk halkının duymasını kesinlikle istemediği ayrıntılar ortalığa dökülüyordu. 17-25 Aralık soruşturmaları sonrası, Türkiye’ye vergi kazandıran kahraman işadamı gibi arkasında Türk bayrağı yerleştirilerek iktidar medyasında takdim edilen, kendisine bakanlar eliyle ödüller verilen Zarrap bir anda sırra kadem basıp soluğu ABD’de almış, Erdoğan rejiminin yasadışı yollarla İran yaptırımlarını nasıl deldiğine dair tüm bildiklerini anlatması karşılığında ABD savcısıyla işbirliği yapmıştı. Sonrasında “tanık koruma programına” alınan Zarrap yeni kimliğiyle ABD’de yepyeni bir hayata başlamıştı.

Trump dönemi Ulusal Güvenlik Danışmanı John Bolton görevden ayrıldıktan sonra yazdığı kitabında Erdoğan’ın davanın düşürülmesi meselesini ABD Başkanı’yla yaptığı görüşmelerde ana konu haline getirdiğini tüm detaylarıyla anlattı. AKP liderinin yaptığı bütün bu girişimler, muhtemelen davanın uzamasını sağlamakla birlikte, özünde bir değişikliğe yol açmıyor, yani dava Erdoğan’ın başında Demokles’in Kılıcı gibi sallanıyordu. Mahkeme Halkbank aleyhine karar verince, Ankara da yine bol keseden dolarları ABD’deki önde gelen hukuk firmalarına akıtarak davayı Yüksek Mahkeme’ye taşımıştı.

ABD Yüksek Mahkemesi davaya ilişkin kararını bu hafta verdi: Halkbank’a karşı alt mahkemenin aldığı kararı iptal etmekle birlikte Halkbank’ın soruşturmadan muaf tutulması talebini reddetti. Kararın hukukî ayrıntılarından ziyade bizim için önemli olan husus siyasi sonuçlarını anlamak. Davanın Erdoğan’ın arzuladığı gibi düşmesini sağlamayan bu karar, sonuçlanmasının uzayacağı anlamına geliyor. Kararın, dava sürecini uzatması ve alt mahkemenin belki öncekinden farklı bir karar alabilme ihtimalini doğurmuş olması bakımından Erdoğan’ı belli ölçüde rahatlattığına, hiç değilse umutlarını yeniden uyandırdığına kuşku yok… Bununla birlikte “Halkbank davası belasını” Erdoğan’ın başından savdığı da kesinlikle söylenemez.

ABD’de yürütmenin Yüksek Mahkeme kararlarına etki etme gücü var mıdır? Türkiye gibi önemli bir ülkenin cumhurbaşkanının bu kadar yakından takip ettiği, alınacak kararın iki ülke ilişkilerinin seyrini doğrudan etkileyeceği böyle bir davada bu tür bir etkinin varlığını beklemek gerekir. Bununla birlikte bu etkinin davanın alacağı nihai kararı şekillendirebilme gücünün yüksek olmadığını da vurgulamamız şarttır. Mesela Erdoğan’ın popülist otokrat karakteri nedeniyle nispeten daha iyi anlaştığı Trump, davanın düşürülmesini sağlamaya çalışmış, ama bunu yapamayıp Erdoğan’la ilişkilerini bozabilecek aleyhte bir kararın çıkmasını önlemek için davanın sonuçlanmasını uzatmıştı.

Hasılıkelam Washington Türkiye’yle ilişkilerde birer hafta arayla ayrı tellerden çaldı. Bu ne anlama geliyor? Öncelikle bu, Biden Yönetimi’nin Erdoğan’a karşı “anladığı dilden” konuşma kararlılığını yansıtıyor. Yani Erdoğan’a bir müttefik ülke başkanı gibi değil artık “havuç-sopa siyaseti” uygulanıyor. Burada hedef Erdoğan rejimiyle ilişkileri germek veya koparmak değil, onu Washington’la özellikle Rusya siyasetinde uzlaşmaya itmek, bir nevi hizaya getirmek… “Havuç-sopa siyasetinde” önce sopa atıyor, ekonomik yaptırım tehdidinin ucunu gösteriyor, sonra bu gerilimi yumuşatmak, Erdoğan’a yola gelmesi için fırsat vermek üzere havuç uzatıyor, F-16 satış paketini kısmen işleme koyuyor. Öte yandan Biden, Erdoğan’ın Halk Bank davasından ne kadar çekindiğini görerek bu kozu elinden bırakmak istemiyor, davayı Demokles’in Kılıcı gibi AKP liderinin üzerinde tutarak onu gerektiğinde istediği noktaya getirmek için güçlü bir manivela olarak kullanmayı muhtemelen sürdürmeyi planlıyor.

Fakat tüm bunların seçim arefesinde yaşanıyor olmasının ifade ettiği ilave anlamlar da var: Seçime şunun şurasında bir aydan az bir süre kaldı. Biden Yönetimi, Twitter ahalisinin büyük bölümüyle aynı fikirde olsaydı, yani Erdoğan’ın seçimde yenilip koltuğunu bırakmak zorunda kalacağını düşünüyor olsaydı, bu kritik kararların tümünü 14 Mayıs sonrasına bırakırdı. Sonrasında yeni iktidara hemen diplomatik kanaldan şu mesajı iletirdi: “Sizden Rusya’nın Türkiye üzerinden yaptırımları delmesini sağlayan şu kanalları hemen kapatmanızı bekliyoruz. Bunu yapmazsanız Türkiye’ye karşı ikincil yaptırım sürecinin ilk adımlarını hemen başlatacağız.” Eğer yeni hükümet, işbirliğini tercih ederse açıktan yaptırım seçeneği hemen rafa kaldırılıp, yukarıdaki havuçlar devreye sokulup, yeni dönemde ilişkilerin olumlu bir havada başlaması sağlanırdı.

Oysa Biden böyle yapmak yerine havuçları seçim öncesinde uzatarak Erdoğan’a şu mesajı veriyor: “Ben hesaplarımı senin gidişine göre yapıyor değilim. Rusya konusunda istediğim noktaya tam gelmedin, uyarı atışını yaptım. Finlandiya’nın üyeliğini onaylayarak işbirliği mesajı verdin, ben de Kongre’deki muhalefete rağmen F-16 satış paketinin yarısını geçiriyorum. Diğer yandan sonuçlanmak üzere olan Halkbank davasını seni rahatlatacak şekilde, tabi ‘uslu durman’ şartıyla epey uzatabilecek, hatta belki düşürebilecek yeni bir karar da çıktı.”

Şimdi hemen “Canım, ABD zaten Erdoğan’ın kazanmasını istiyor, onun kazanması için çalışacaktır. Zaten AKP’yi de başa getiren ABD değil mi?” diyenler çıkacaktır. Bunları pek ciddiye alınabilecek laflar saymasak da yeri geldiği için neden yanlış olduklarına da değinelim. Erdoğan’ı iktidara getiren ABD olsaydı, herhalde bugün ikili ilişkilerde bu kadar gerilim ve sorun yaşanmazdı. Yok “başta araları iyiydi, sonra bozuldu” diyorsanız, o zaman da şimdi niye seçimi kazanması için yardım ettiğini açıklamanız gerekir. ABD’nin dünyanın en güçlü ülkesi olması Türkiye’de istediği partiyi başa getirebilecek gücü olduğu anlamına gelmez. Ama ABD’yle ilişkilerini makul bir çerçevede yürütebilme kabiliyeti gösteren iktidarların işlerinin kolaylaşacağı da bir vakıadır. ABD Türkiye’nin bir demokrasi olmasından memnuniyet duyar, çünkü bunun Ankara’yı Batı kampında tutarak, Çin ve Rusya gibi rakip, hasım ülkelerden uzaklaştıracağını düşünür. Bununla birlikte Türkiye’yi hukukun hükümferma olduğu bir demokrasi yapmak için ABD’nin “elini taşın altına koyacağını” sanmak da yanıltıcıdır. ABD’nin önceliği Türkiye’deki iktidarın kendi dış politika hedefleriyle çatışmamasıdır. Erdoğan’ın dış politikada “sopayı” görünce hemen nasıl geri adım attığını tüm dünya liderleri iyi anlamış vaziyettedir. Bu itibarla ABD için nasıl sonuçlanacağı belli olmayan, hatta ters tepme ihtimali çok daha yüksek olan, iç siyasetine doğrudan müdahalelerle Türkiye’deki rejimi belirlemeye çalışmak gibi hamleler yerine, mevcut iktidarı havuç ve sopalarla istediği noktaya getirmek daha tercih edilir bir tutumdur.

Avrupa Parlamentosu’nun İspanyalı Türkiye Raportörü Nacho Sánchez Amor kendi ülkesinde uzun yıllar süren otokrasi sonrası hukuk ve demokrasiye geçiş sürecinin verdiği tecrübeyle bir konuşmasında mealen “Türkiye’ye demokrasiyi biz getiremeyiz, bizim böyle bir gücümüzün olduğunu sanmak yanıltıcıdır” demişti. Bu itibarla şunu hiçbir zaman unutmayalım: Türkiye’ye hukuk ve demokrasiyi ancak kendi aydını ve halkı getirebilir, bu iyiliği Türkiye’ye Batı’nın yapmaya ne gücü, ne de aktif çaba anlamında niyeti vardır. Batı’nın bu yöndeki adımları pasif zorlamalardan ibarettir.

Peki Biden Yönetimi 14 Mayıs seçimleri konusunda bir yanılgı içerisinde midir? Bunu iddia edebilmek zordur. Kılıçdaroğlu’nun danışmanlığını yapan, kamuoyu araştırmacısı İbrahim Uslu, önceki gün Mesele Ekonomi adlı YouTube kanalında “Daha önce seçime bir ay kala tablo netleşir demiştiniz, tablo netleşti mi?” sorusunu şöyle cevaplandırdı: “Yeni biten bir çalışmamız oldu, ona göre birinci turda yarış bitmiyor. Erdoğan ve Kılıçdaroğlu birbirlerine yakın oy oranlarına sahip…”

Yine iktidara yakın olmadığı bilinen TEAM adlı kamuoyu araştırma şirketinin genel direktörü Ulaş Tol dün Al-Monitor haber sitesine son bulgularına ilişkin özetle şu değerlendirmeleri yapmış: “Çok fazla kararsız seçmen yok, ancak hoşnutsuz seçmenler var, yani bir tarafı destekliyorlar ama bundan memnun değiller. Ayrılmaya hazırlar. Ancak Millet İttifakı bu seçmenleri etkilemeyi başaramadı. Kararsızların bir kısmı diğer cumhurbaşkanı adaylarını (İnce ve Oğan) tercih edebilir ya da çekimser kalarak seçimleri protesto edebilir.” [İngilizce metnin tarafımdan yapılmış özet çevirisidir.]

Bugüne kadar pek çok yazımda nedenlerini ayrıntılı olarak ele aldığım basit bir gerçek söz konusu: Türkiye’nin geldiği aşamada iktidarın seçimle değişme ihtimali çok düşüktür, çünkü tarihte bir otokratın seçimle koltuğunu bıraktığı örnekleri gösterebilmek zordur. Kanaatimce Türkiye demokrasi yolunda köprüden önce son çıkışı çoktan geçerek otokrasi yoluna sapmış vaziyettedir. Fakat kimilerinin sandığı gibi hâlâ bir acil son çıkış var ise, bunun kullanılabilmesi, yani Erdoğan’ın koltuğundan kalkmak zorunda kalabilmesi için oy oranı yüzde 55’lerde seyreden bir cumhurbaşkanı adayının ortaya çıkarak ilk turda işi adeta tuşla bitirmesi gerekir. Ancak böyle bir rüzgarla gelen aday AKP liderini çaresiz bırakırdı.

Erdoğan’ın özellikle güvenlik ve istihbarat teşkilatlarında nasıl kadrolaşmaya gittiğini herkes bilmektedir. Bu kurumları idare eden ekipler böyle bir halk hareketini arkasına almış bir adaya “çelme atmaktan” kaçınacaklardır. Görünen o ki Kılıçdaroğlu böyle bir rüzgar hâlâ estirememiştir, bundan sonra bunun değişmesini beklemek de kanaatimce pek gerçekçi değildir. 6 Şubat depremlerinde iktidarın gösterdiği büyük acziyete ve “enflasyon canavarının” halkın her geçen gün daha fazla kabusu haline gelmesine rağmen öyle bir rüzgar yakalanamamıştır. Bu, Erdoğan’a devletin kritik kurumlarında kadrolaşmış olması sayesinde kurduğu hakimiyetini kullanarak rahatlıkla “aradaki farkı” kapatması, veya kendi ifadesiyle atı alıp Üsküdar’ı geçmesi için imkan ve cesaret verecektir. Şahsen, rejimin otokratik yapısı ve seçimleri manipüle etme gücü nedeniyle seçimin ikinci tura kalması halinde Kılıçdaroğlu’nun kazanma ihtimalinin çok düşük olduğunu düşünüyorum.

Tabiatıyla bu, her şeyin Erdoğan için tereyağından kıl çeker kolaylığında gerçekleşeceği anlamına da gelmemektedir. Özellikle 6 Şubat depremleri böyle bir ihtimali iyice zorlaştırmış gibidir. Rejimin tüm süreci yeni bir toplumsal meşruiyet kaybıyla tamamlaması yüksek ihtimaldir. Fakat bu kaybın rejim için ölümcül ağırlıkta olup olmayacağını, muhalefetin Erdoğan’ın oldu-bittilerini ne ölçüde kabulleneceği, tarafların 2017 referandumu ve 2018 seçimlerinde olduğu gibi örtülü bir anlaşmaya aralarında varıp varamayacakları veya hangi hızda varacakları belirleyecektir. Muhalefetin bugüne kadarki sicili Erdoğan karşısında büyük bir direnç gösterecekleri beklentisini maalesef düşürse de toplumsal muhalefetin şiddeti onları farklı tutumlara zorlayabilir. Her şeye rağmen Erdoğan’ın öyle ya da böyle, velev ki ağır yaralı çıkarak da olsa kazanması, Türkiye’de iktidarın artık seçimle değişme ihtimalinin kalmadığına dair kanaati sarsılmaz şekilde güçlendirecektir.

Görünen o ki Biden Yönetimi de bu doğrultuda düşünmekte, buna göre Türkiye siyasetini belirlemektedir.

  • Ömer Murat, Dış Politika ve Siyaset Uzmanı, Eski Diplomat