‘Diyelim ki Erdoğan, bir kaç hafta rahatsızlanarak ortadan kayboldu…’

Mevcut kabine bir içe çekiliştir. Erdoğan'ın, diyelim ki, bir kaç hafta rahatsızlanarak ortadan kaybolması veya ekonomik kriz nedeniyle iktidarının iyice zayıflaması halinde, gözlerin çevrileceği Akar ve Soylu gibi isimler o avantajlı konumlarını kaybettiler. Tarihte otokratların kendi sonlarını ve haleflerini belirleyemediği örnekler çoktur.

ÖMER MURAT 10 Haziran 2023 HABER ANALİZ

Erdoğan’ın yeni dönem kabinesinde göze çarpan iki husus var. Bunlardan ilki, seçim öncesi dönemde ekonominin bugünkü durumuna neden olan “heterodoks” politikalarda ısrar edileceğine, artık Türkiye’nin Rusya ve Çin’le ilişkileri önceleyeceğine dair verilen tüm işaretlere ve yapılan söylemlere rağmen Batı’yla münasebetleri düzeltmeye yönelik ciddi bir arzudur. Ekonomide “Ortodoks” politikaları temsil eden Hazine ve Maliye Bakanı olarak Mehmet Şimşek’in ve Merkez Bankası’nın başına tüm iş kariyeri Amerikan bankacılık sisteminde geçmiş bir banker olan, ABD vatandaşlığı bulunan Hafize Gaye Erkan’ın atanması bunun en bariz göstergesidir.

[Heterodoks politika, ana akım veya neoklasik ilkelerden yani Ortodoks politikalardan ayrılan ekonomi yönetimidir. Erdoğan’ın Naci Ağbal’ı 2020’de Merkez Bankası başkanlığı görevinden alıp yerine eski AKP milletvekili Şahap Kavcıoğlu’nu atadıktan sonraki ekonomi idaresi, “Faiz düşerse, enflasyon da düşer” gibi iddialarıyla o kadar bir uç heterodoks politikayı temsil ediyor ki, bundan uluslararası basında ironik olarak “Erdoğanomi” şeklinde bahsediliyor. Üniversite diploması olmadığı anlaşıldığı halde ekonomist olduğunu iddia eden Erdoğan’ın Türkiye’yi deneme tahtasına çevirmesinin bedeli ülke için çok ağır oldu: Kavcıoğlu Kasım 2020’de göreve getirildiğinde dolar kuru 7,8 TL iken bu hafta ayrılırken 23,5 TL’ye kadar çıkmıştı. Ülkenin bu muazzam devalüasyonun yol açtığı korkunç enflasyon sarmalından ne zaman çıkacağı belli değil.]

Erdoğan, yeni kabine üyeleri ile birlikte Anıtkabir’i ziyaret ederek, Atatürk’ün mozolesine çelenk bıraktı.

Erdoğan’ın ABD’yle ilişkilerinde yeni bir sayfa açma arayışında olduğunu gösteren değişim sadece ekonomi yönetiminde yaşanmadı. Bu minvalde bahsedilmesi gereken dikkat çekici bir başka atama ise kanaatimce MİT Başkanlığına İbrahim Kalın’ın getirilmesidir. İsmi uzun zamandır dışişleri bakanlığı için geçen Kalın’ın istihbarat alanında bir tecrübesi olmamasına rağmen bu göreve getirilmesinin arka planında ne olabileceği üzerinde durmak gerekir. Şöyle ki, Hakan Fidan bugüne kadar siyasi bir makamı deruhte etmemiştir, görevinin mahiyeti gereği kamuoyu önüne çıkıp kendisini anlatan bir şahsiyet değildir. Oysa dışişleri sık sık demeç ve mülakat vermesini gerektirecek bir bakanlıktır. Başarılı olup olamayacağını göreceğiz. Erdoğan açısından bakıldığında ortada bir risk bulunduğu aşikardır, şöyle ki zaten cumhurbaşkanlığı sözcüsü gibi görevlerle siyasette idmanlı, dış politika alanında uzmanlığıyla bilinen bir adamı dururken kamuoyuyla iletişimde pek tecrübeli olduğu söylenemeyecek birini böylesine kritik bir dönemde dışişleri bakanlığına atadığını görüyoruz. Fidan’ın Dışişleri Bakanlığına geçmesiyle MİT Başkanlığı dönemine ilişkin sorgulamalarla doğrudan yüzleşmesini engelleyen koruyucu duvarlar ortadan kalkmış olmaktadır. Pek çok uzmanın beklediği gibi Kalın’ın Dışişleri’ne giderken Fidan’ın eski görevinde kalması daha makul olmaz mıydı? Her anomalinin bir açıklaması vardır, yeni kabinenin kodlarını kavrayabilmek için bu tercihe yol açanın ne olduğunu anlamak mühimdir.

Hatırlanacağı üzere İbrahim Kalın seçimden hemen önce Mart ortasında çok dikkat çekici bir şekilde Washington’a giderek Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan ve ABD Dışişleri Bakanlığı Siyasi İşler Müsteşarı Victoria Nuland ile görüşmüştü. Kalın Washington’da ayrıca Kongre’de de toplantılar gerçekleştirmişti. Nasıl ki uzunca bir süreden beri Suriye ve Irak politikalarında Dışişleri Bakanlığı büyük ölçüde dışlanmış olup bu ülkelere dair siyaset asıl MİT Başkanı tarafından yürütülmekteyse, benzer şekilde de Biden’ın başkanlık koltuğuna oturmasından beri ABD’yle ilişkilerde Sullivan ve Kalın arasında kurulan hat belirleyici hale geldi. ABD’yle ilişkilerin zaman zaman yükselen tansiyonu bu hat üzerinden düşürülüyordu. Peki Erdoğan’ın Batı’yla, özellikle de ABD’yle ilişkileri düzeltme arzusunda olduğu bir dönemde Kalın’ın dışişleri bakanlığını yürütmesi daha iyi olmaz mıydı?

Erdoğan’ın Kalın’ı niye MİT’in başına getirdiğini anlayabilmemiz için Türkiye ve ABD arasındaki kriz konusu ana meselenin ne olduğunu hatırlamamız gerekir. O mesele Suriye’dir. Suriye’de ABD, IŞİD’e karşı mücadelede sahada çarpışan kuvvet olarak kullandığı YPG’nin hamisi rolünü oynarken Türkiye YPG’nin Suriye’de, kuzey Irak’takine benzer bir Kürt özerk idaresi kurmasını doğrudan milli çıkarlarına yönelik bir tehdit olarak görmektedir. Esad’ın Arap Ligi’ne yeniden alınarak Suriye’nin meşru bir hükümeti olduğunun ilan edilmesiyle, Türkiye’nin Erdoğan rejimi tarafından sokulduğu Suriye bataklığından nasıl çıkacağı meselesi daha da belirsiz ve karmaşık hale geldi. Yani Erdoğan’ın ABD’yle ilişkileri düzeltmek istiyorsa önündeki öncelikli mesele Suriye’de tarafların bir çözüm üzerinde mutabakata varmasıdır.

Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan ve MİT Başkanlığına getirilen İbrahim Kalın

Hakan Fidan MİT Başkanlığına oturduğu günden itibaren Washington’da kendisinin İran’a yakın olduğuna dair bir kanaat güçlü bir şekilde seslendirilmeye başlanmıştı. Washington’daki görevim sırasında buna bizzat şahit oldum. Kongre koridorlarında beni hayretlere düşürecek şekilde Fidan’dan “İran’ın adamı” olarak bahsedenler az değildi. Fidan’ı “İran ajanlığıyla” suçlama basitliğine düşmeden, kendisinin Suriye ve Irak’ta Türkiye ve İran’ın ortak hareket ederek siyaset belirlemesi taraftarı bir şahsiyet olduğunu rahatlıkla ifade edebiliriz. Sanırım bu, artık “herkesin bildiği bir sır” addedilemeyecek denli bilinen bir husus haline geldi. Oysa ABD için Suriye ve Irak’taki siyaseti iki karşıtlık belirlemektedir: IŞİD ve İran. ABD IŞİD’a yönelik operasyonlar yürütürken bir yandan da İran’ın Suriye ve Irak’ta giderek artan etkinliğini dengelemenin yollarını aramaktadır.

Bu bakımdan Erdoğan’ın Fidan’ı MİT’den Dışişleri Bakanlığı’na kaydırarak, Suriye ve Irak dosyasını artık Kalın’ın uhdesine bırakması, ABD’yle Ortadoğu’da sorunları çözerek işbirliğine dönme arzusuyla uyumludur. Ortadoğu’daki denklemde İran’a fazlaca meylettiğine dair algılamayı değiştirmek için bir süreden beri ciddi bir çaba içerisine giren Erdoğan ABD’nin Ortadoğu’daki güvenlik ortakları olarak gördüğü ülkelerle (İsrail, Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri gibi) ilişkileri düzeltti ama özellikle Suriye’de yaşanan sıkıntılar nedeniyle bu adımlar Washington’la ilişkisini beklediği oranda iyileştirmedi.

Erdoğan’ın Türkiye’nin üzerine korkunç bir kabus gibi çökmekte olan ekonomik krizin daha da kötüleşmesini engelleyebilmesi için acilen Batı finans sisteminden yüklü miktarlarda yeni borçlar alması gerekiyor. AKP lideri, Şimşek ve Erkan hamlelerinin tek başına yetmeyeceğini hissediyor. O nedenle her zaman yaptığı gibi Türkiye’nin stratejik konumunu ve gücünü masaya koyarak elini güçlendirmeye çalışıyor gibidir. Adeta Washington’un “kalbini fethetmek” için iki koldan taarruza geçiyor. Beyaz Saray Erdoğan’ın yaptığı kurlardan o kadar cesaretlenmiş olmalı ki Türkiye’ye yeni F-16’lar vermeyi, bunun karşılığında Ankara’nın da elindeki eski F-16’ları Ukrayna’ya vermesini teklif ediyor. Adeta Biden, Erdoğan’ın Putin’i “nereye kadar satmaya hazır olduğunu” test ediyor. Ukrayna’nın uzun zamandır beklenen taarruzu dün başladı. Batı ve Rusya arasındaki gerilimin iyice had safhaya çıkacağını beklemek gerekir. Seçim öncesi Putin’den ciddi malî destekler alan Erdoğan’ın Moskova’daki otokrat kankasını kızdırabilme lüksü olduğu pek söylenemez. İki taraf da Erdoğan’ın ne kadar “paraya sıkıştığını” görüyor ve onu kendi tarafına daha fazla çekebilmek için kafasını karıştıracak “yemler” atmaktan çekinmiyor.

Erdoğan’ın Batı’ya doğru yönelimi, Ukrayna-Rus kapışmasından istifadeyle Putin’le kendisine ekonomik destek sağlaması için ilerlettiği yakınlaşmasının sınırlarına geldiğini anlamış olduğuna işaret ediyor. Normal koşullarda Türkiye’nin Rusya’yı karşısına almayan ama NATO üyesi olmanın gerektirdiği şekilde Batı kampındaki yerinin sorgulanmasına yol açmayacak bir siyaset izlemesinin önünde bir engel yoktur: Ama bu cümledeki “normal koşullar” şartı kritiktir: Erdoğan’ın ekonomi idaresi(zliği) yüzünden Türkiye tarihinin en ağır iktisadî krizinin henüz başında bulunuyor. Bu kriz şiddetlendikçe, Erdoğan’ın can havliyle artacak para arayışları böylesine hassas bir denge siyasetini yürütebilmesine imkan verecek midir? Önümüzdeki aylarda cevabını arayacağımız soru budur.

Yeni kabinede göze çarpan ikinci kritik husus ise 2016’dan beri İçişleri Bakanlığını yürüten Süleyman Soylu ile 2015’den beri önce Genelkurmay Başkanı, sonra Savunma Bakanı olarak TSK’nın başında bulunan Hulusi Akar’ın milletvekili seçildikleri gerekçesiyle yeniden görevlerine atanmamaları oldu. Berat Albayrak’ın kayınpederiyle yaşadığı çatışma üzerine “at izinin it izine karıştığını” ilan ederek istifa etmesi sonrası Erdoğan rejiminde bir veliaht sorunu baş gösterdi. Otokratik rejimlerde, hele otokrat yaşlı ve hastaysa, kendisinden sonra koltuğuna kimin oturacağı meselesi, rejimin selameti açısından kritik önem taşır.

İçişleri Bakanlığı’nda gerçekleşen törenle yeni bakan Ali Yerlikaya, Süleyman Soylu’yu yolcu ederken…

Erdoğan’ın Albayrak’ın düşüşü sonrası veliahtlığa kimi tayin edeceğine dair açık bir işaret vermemesi nedeniyle bu pozisyona en fazla yakıştırılan isimler Akar ve Soylu idi. AKP liderinin kendisinin pek çok sırrına vâkıf bu şahsiyetleri kapıdan kovarak değil de, ağızlarına bir parmak bal çalmak kabilinden milletvekillikleri vererek uğurlamasından, yeni dönemde kafasını meşgul eden önemli hususlardan birinin kendisinden sonrasına geçiş sürecini düzenlemek olduğu anlaşılabilmektedir. O bakımdan mevcut kabine bir içe çekiliştir. Erdoğan’ın, diyelim ki, bir kaç hafta rahatsızlanarak ortadan kaybolması veya ekonomik krizin şiddetli bir deprem gibi toplumu sarsmasıyla iktidarının iyice zayıflaması halinde, gözlerin çevrileceği Akar ve Soylu gibi isimler ustaca tırpanlandılar, artık o avantajlı konumlarını kaybettiler. Artık böyle muhtemel durumların yaşanması halinde belirleyici olması beklenmesi gerekenler Milli Görüş liderliğindeki İslamî cemaatlerdir. Numan Kurtuluş’un TBMM Başkanlığı’na getirilmiş olması da bu hedefle ilişkili gibidir.

Erdoğan’ın bu şekilde kurgulamaya çalışıyor olması, kendisinden sonraya geçiş sürecinin aynen onun belirlediği gibi gerçekleşeceği anlamına gelmemektedir. Erdoğan’ın artık bir tarafa doğru iyice meyletmesi, kriz anlarında iktidar saflarında beklenmedik çatlamaların yaşanabileceğinin habercisi sayılmalıdır. Tarihte otokratların ne kendi sonlarını, ne de haleflerini belirleyemediği örnekler çoktur. Bir başka yazımda anlattığım gibi Erdoğan’ın da onlardan biri olması yüksek bir ihtimaldir.

  • Ömer Murat, Dış Politika ve Siyaset Uzmanı, Eski Diplomat