Aşırı sağın (AfD) önlenemez yükselişi Almanya müesses nizamını sarsıyor

Merkel’in seçim sloganı bile “Merkez” (Die Mitte) şeklindeydi. Parti bir yandan muhafazakâr tabanını merkeze doğru çekerken, diğer yandan her zaman güçlü olduğu bilinen aşırı sağ yönelimleri etkisiz hale getiriyordu. AfD’nin yükselişi bu siyasetinin artık işlemediği anlamına geliyor. Bu ise partinin büyük bir kimliksel krize düşmesi demek…

ÖMER MURAT 12 Ağustos 2023 HABER ANALİZ

Almanya için Alternatif (AfD) adlı aşırı sağ partinin anketlerde yeniden yükselişe geçmesi Alman müesses nizamında tam bir deprem etkisi yapmış durumda. Ülkede muhafazakarları temsil eden asıl parti olan Hristiyan Demokratlar (CDU) bu gelişmeye nasıl bir tepki vereceğini belirleyebilmiş değil, adeta derin bir kimlik krizine düştü.

AfD kuruluşundan bu yana ilk kritik seçim zaferini geçen Haziran’da kazandı: Doğu Almanya’daki (yani ülkenin 1990’a kadar komünist rejimle yönetilen yarısında bulunan) Thüringen eyaletinin Sonneberg şehrinde AfD adayı Robert Sesselmann ikinci turda yüzde 52 oyla kaymakamlık (Landrat) makamına seçildi. Rakibi CDU adayı Jürgen Köpper diğer tüm partiler (Sosyal Demokratlar/SPD, Yeşiller, Hür Demokrat Parti/FDP ve Sol Parti/Die Linke) tarafından desteklenmesine rağmen seçimi kaybetti.

AfD ikinci tarihî seçim zaferini ise bir hafta sonra kazandı: Yine doğu Almanya’da bulunan Saksonya-Anhalt eyaletine bağlı Raguhn-Jeßnitz ilçesinin belediye başkanlığına AfD adayı Hannes Loth ikinci turda yüzde 51 oy oranıyla seçildi. Böylece AFD ilk kez kaymakam ve belediye başkanı makamlarına adaylarını oturtmuş oldu.

Öte yandan AfD ülke genelinde de anketlerde iyice yükselişe geçti. Farklı kamuoyu yoklamalarının ortaya koyduğu temel tablo şu: Hristiyan Demokratlar yüzde 26 ile ilk sıradayken Şansölye Olaf Scholz’un partisi SPD ile AfD yaklaşık yüzde 20 oranla başa baş durumdalar, hatta bazı anketler AfD’yi SPD’nin birkaç puan önünde gösteriyor. İki yıl önceki genel seçimleri beşinci sırada bitiren aşırı sağcı parti şimdi ikinci sıraya yükseldi. Bu gelişme en büyük sarsıntıyı ana muhalefette yer alan CDU’da yaptı, Alman muhafazakar sağını temsil eden parti seçmenin kendisini iktidarın gerçek alternatifi olarak görmesini nasıl sağlayacağının sancıları içerisine düştü.

Aşırı sağcı popülist Almanya için Alternatif (AfD) partisinin eş başkanı Alice Weidel.

Hristiyan Demokratlar özellikle Merkel’in 2000-2018 yılları arasındaki uzun liderliği sırasında kendilerini tam bir merkez partisi gibi konumlandırmıştı. Merkel’in seçim sloganı bile “Merkez” (Die Mitte) şeklindeydi. Parti böylece bir yandan muhafazakâr tabanını merkeze doğru çekerken, diğer yandan merkezdeki oy havuzunun önemli bir oranını kendisine çekerek ülkede her zaman güçlü olduğu bilinen aşırı sağ yönelimleri etkisiz hale getiriyordu. AfD’nin yükselişi CDU’nun bu siyasetinin artık işlemediği anlamına geliyor. Bu ise partinin büyük bir kimliksel krize düşmesi demek…

CDU artık merkez partisi karakterinden belli oranda vazgeçip biraz daha sağa kayarsa acaba attığı taş ürküttüğü kurbağaya değecek midir? Çünkü böyle yaptığında bir kısım merkez seçmenini üçü de merkeze hitap eden SDP, Yeşiller ve FDP’ye kaybetmesi muhtemeldir. Bu kaybın yüksek olmaması için CDU’nun AFD’yi tecrit siyasetini sürdürerek daha sağa kayması bir seçenektir. Ama AfD’yi öyle ya da böyle benimsemiş seçmenin bu tecrit siyasetine tepkiyle CDU’ya yönelmemesi tehlikesi de mevcuttur. Ana akım partilerin en az nüfuz edebildiği seçmenler AfD’nin kitlesi…

Almanya’nın müesses nizamı temsil eden köklü partisi işte bu cevabı zor sorularla karşı karşıya. CDU lideri Frederich Merz, son seçim galibiyetleri sonrası AfD’yle belediyeler düzeyinde işbirliğini artık dışlamadığını duyurdu. Bugüne kadar Hristiyan Demokratlar, “AfD’yle hiçbir ittifaka girmeme” siyasetini takip ediyordu. Merz böylece bu tecrit politikasını sonlandırmaya hazırlandıklarını ilan etti. Fakat Merz’in bu açıklamasına kendi partisinden hemen sert eleştiriler geldi. CDU’nun Bavyera eyaletindeki kardeş partisi CSU’nun başkanı (ve Bavyera eyaleti başbakanı) Markus Söder AfD’yle ittifaka karşı olduğunu, kendilerinin Bavyera’da aşırı sağ partiye yönelik tutumunu değiştirmeyeceklerini söyledi. Söder şöyle dedi: “AfD anti-demokratik, aşırı sağcı ve toplumumuzu bölen bir partidir. Bunlar bizim değerlerimizle bağdaşmıyor. Popülistlerin peşinden koşmak olumlu bir sonuç getirmez; böyle bir tutum kopyasını değil sağcı orijinali güçlendirir. Popülist çevreden geçici bir onay yüzdesi almak için Bavyera’nın siyasi ahlakını riske atamam.” Merz bu tür tepkiler üzerine yeni bir açıklama yaparak geri adım attı ve “AFD’yle belediye düzeyinde de hiçbir şekilde işbirliği yapılmayacağını” söyledi. Merz’in bir yardımcısı, “çevir kazı yanmasın” kabilinden, belediye başkanlığını kazandığı yerlerde AFD’nin sadece “ana okulu açılması” gibi makul önerilerini destekleyeceklerinden bahsetti.

Hrıstiyan Demokrat Birlik (CDU) partisi genel başkanı Friedrich Merz.

Hristiyan Demokratlar’daki AfD’nin yükselişine nasıl karşılık verileceğine dair kafa karışıklığını gösteren bir başka açıklama ise AfD’nin aşırı sağcı bir parti olduğu gerekçesiyle kapatılması gerektiğini söyleyen CDU’lu milletvekili Marko Wanderwitz’den geldi. Merz bu açıklamaya, milletvekilinin kendi şahsî görüşü olduğu, parti yasaklamaların hiçbir zaman siyasi sorunları çözmediği tepkisini verdi.

Bununla birlikte AfD’nin kapatılması meselesinin Alman kamuoyunda ciddi şekilde tartışıldığına şahit oluyoruz. Alman iç istihbarat teşkilatı AfD’yi Mart 2021’de aşırı sağcı bir parti olarak sınıflandırmış, bir idari mahkeme bu kararı Mart 2022’de onaylamıştı. Almanya İnsan Hakları Enstitüsü (Das Deutsche Institut für Menschenrechte) geçen Haziran’da yayınladığı yeni bir raporda, ülkenin demokratik düzeninin korunması için AfD’nin Federal Anayasa Mahkemesi tarafından yasaklanmasını gerektirecek kadar büyük bir tehlike oluşturduğunu, partinin “özgür demokratik temel düzeni ortadan kaldırmayı” hedeflediği için kapatılabileceğini savundu. Fakat pek çok siyasî analist bırakın partiyi kapatmayı, bunun tartışılmasının bile AfD’nin ekmeğine yağ sürdüğünü, mağduriyet algısına oynayan partinin tabanı tarafından daha da sahiplenildiğini kaydediyor. Destekçileri, AfD’nin “sisteme” karşı bir kavga verdiğine inandığı için partinin anti-demokratik olduğu ve Alman anayasası için tehlike oluşturduğu yönündeki uyarıları önemsemiyor. (Sanırım bu hikâye size de tanıdık gelmiştir.)

Peki AfD neden birdenbire yeniden yükselişe geçti? İlk kez on yıl kadar önce finansal krize düşen Yunanistan’ın “Alman vergi mükelleflerinin parasıyla” kurtarılmasını eleştiren AB karşıtı bir parti olarak ortaya çıkan AfD daha sonra 2015’den itibaren iç savaştan kaçan Suriyeli mülteci dalgalarına yönelik tepkiden istifade etti. 2021 parlamento seçimlerine gelindiğinde ülke bu mülteci krizini büyük ölçüde atlatmış ve AfD’nin yelkenlerini dolduran rüzgarlar da dinmişti. 2017 seçimlerinde yüzde 12 oranına ulaşan aşırı sağcı partinin oyları dört yıl sonra yüzde 10’a düşmüştü. Fakat Ukrayna savaşıyla Almanya’nın yüzleştiği yeni mülteci dalgası ve enerji krizi AfD’li politikacıların adeta arayıp da bulamadıkları “istismar” fırsatlarını verdi.

AfD Almanya’nın sınırlarının kapatılarak geçişlerde kontrollerin en üst düzeye çıkarılmasını, iltica veya çalışma izni başvuruları kabul edilmeyen yasadışı göçmenlerin hızla sınır dışı edilmelerini talep ediyor. Bununla birlikte Alman nüfusu yaşlandığı için buna mecbur olduklarını iyi bildiklerinden nitelikli iş gücü göçüne ise karşı değiller. Bazı CDU’lu yöneticilerin, Alman anayasasında mültecilere verilen hakların kaldırılmasını talep etmesinde de görüldüğü üzere Hristiyan Demokratlar tabanlarını büsbütün AfD’ye kaptırmamak için bu konularda giderek daha katı bir tutuma yönelmeye başladı.

CDU lideri Merz’e göre de AfD’nin yükselişi Ukraynalı mülteci dalgasıyla doğrudan ilişkili. Merz aşırı sağcıların “İş mültecilere gelince her zaman para var, ama okul ve hastanelerde iyileştirme için nedense para bulunmuyor” yakınmasını istismar ettiğini belirtiyor. Nitekim AfD’nin ilk belediye başkanı Loth’un seçim kampanyasında kullandığı bazı sloganlar şunlar: “On Ukraynalıdan sadece biri çalışıyor”, “Ukraynalılar karar vermeli: arabaları mı yoksa sosyal yardım mı” (Yani altlarında iyi model arabalar olan Ukraynalı mültecilerin sosyal yardım aldıklarını iddia ediyor); “Ukrayna bizden ayda 500 milyon euro talep ediyor. Biz küresel sosyal hizmetler departmanı değiliz.” AfD Rusya’ya yönelik yaptırımlara karşı çıkıyor ve ucuz Rus doğal gazının alınmaya devam edilmesi gerektiğini savunuyor.

Mülteci krizi dışında AfD’nin zemin kazanmasını sağlayan unsurlar halkın bir bölümünde küreselleşmeye yönelik güvenin kalmaması, global kapitalist ekonominin gelir eşitsizliğini artırmasına duyulan kızgınlık, antisemitizm (Yahudi karşıtlığı) ve LGBT haklarına tepki…

Şunu da vurgulamamız gerekiyor ki aşırı sağın yükselişi sadece Almanya’ya özgü bir durum değil… Popülist dalganın ABD’de Trump gibi bir figürü başkanlık koltuğuna getirdiği, İngiltere’de Brexit faciasına yol açtığı hatırlandığında Almanya’nın şimdiye kadar bu dalgayı oldukça hasarsız savuşturduğundan bile bahsedebiliriz. AfD’nin yakaladığı ivmeyi sürdürüp sürdüremeyeceği sorusu dünyada, özellikle de Batı’da bu dalganın ne şiddette eseceğine de bağlı olacak. Fransa ve Hollanda’da da popülist partiler yükselişte ama hükümete gelmeyi henüz başaramadılar. İspanya’da on yıl kadar önce kurulmuş, AfD gibi mülteci karşıtı aşırı sağcı bir parti olan Vox üç hafta önce düzenlenen seçimlerde hayal kırıklığına uğradı ve parlamentodaki sandalye sayısı 52’den 33’e düştü. İspanya halkının birinci önceliğinin kimlik meseleleri değil ekonomik sorunlar olduğu, Vox’un buna çözüm üretemeyeceğinin anlaşılmasıyla rüzgarının kesildiği görüldü. Giorgia Meloni liderliğindeki aşırı sağcı İtalya’nın Kardeşleri Partisi seçimi kazandı ama Meloni’nin başbakanlık koltuğuna oturduktan sonra söylemlerinde gözle görülür bir yumuşamaya gittiğine şahit olundu.

AfD için asıl büyük zafer belediye ve eyaletler düzeyinde değil genel seçimlerde ilk iki parti arasına girmesi halinde olacaktır. Sonraki genel seçimlere daha iki yıl var, bu süre zarfında Ukrayna savaşının alacağı seyir AfD’nin performansını doğrudan etkileyecektir. CDU saflarında Almanya’nın Ukrayna’ya yönelik kritik askeri yardımları daha da artırması gerektiğine dair çağrılara da bu açıdan yaklaşmak gerekir.

Alman başkenti Berlin’in tarihi yapısı Brandenburg, Rus ordusunun Ukrayna’yı işgale başlamasının yıldönümünde Ukrayna bayrağının renkleriyle ışıklandırılmıştı.

Hatırlanacağı üzere “düzensiz/yasadışı göç” meselesi Trump’ın da seçim kampanyalarında kullandığı ana unsurlardan biridir, en bilinen seçim vaadi ABD-Meksika sınırına duvar inşa etmektir. İngiltere’de Muhafazakar Parti hükümeti, göçmen sorununu insan haklarını ihlal ederek de olsa çözeceğini gösterebilmek için göçmenleri ülkeye sokmadan büyük bir gemide tutma, Ruanda’ya gönderme veya daha yola çıkamadan Türkiye’de tutma gibi formüller üzerinde çalışmakta, bu çerçevede başta Erdoğan hükümetiyle olmak üzere ilgili ülkelerle anlaşmalar yapmaktadır.

Amerikan Yahudisi saygın bir tarihçi olan John Lukacs (ö. 2019) on yıl önce yayınladığı “Kısa 21. Yüzyıl Tarihi” adlı kitabında fakir insanların dünyanın daha müreffeh bölgelerine göç hareketlerinin özellikle 1960’tan bu yana arttığını, Batılı ülkelere yönelen bu yasadışı göç dalgasının demokrasi için ciddi bir sınamaya yol açtığını belirterek şu tespitleri yapmıştı: “Coğrafi nedenlerden ötürü, bu göçü durdurmayı bırakın kontrol etmek bile çok güçtür. Dünyanın siyasî haritası, demografik harita değişiyor ve değişmeye devam edecektir. Her şey, insanların göç hareketlerinin 21. yüzyılda da devam edeceğini göstermektedir. Batı Avrupa ve Kuzey Amerikalıların gelenekleriyle, Afrika, Orta Doğu, Orta ve Güney Amerika’daki toplumlardan doğal olarak ve muhtemelen değiştirilemez bir şekilde daha üstün olduğunu iddia etmemesi gerekir. Bunun farkında olalım ya da olmayalım demokrasi, “tüm insanların eşitliği fikri” anlamında ilerlemektedir. Bunu Tanrı’nın dilediğine inanıyorum (I believe that this is God’s design). Herkesin bunu anlamasını beklemiyorum. Yine de pek çok kişinin dünyanın demokratikleşmesinin sürdüğünü ve bunun bir gerilemeden çok ilerleme olduğunu kabul edeceklerini düşünüyorum. Popülizm ve milliyetçiliğin demokrasiyi tamamen esir alıp almayacaklarını bilmiyorum. Fakat şunu söylemek durumundayım ki, Üçüncü Dünya’nın en yozlaşmış ve acınası insanları bile bizim kardeşlerimizdir.”

Lukacs’a göre bu göçün demokrasiler için hayatî bir tehdide dönüşmemesi, devletlerin bu insanları kendi toplumlarına entegre edebilme güç ve kabiliyeti gösterebilmeleriyle yakından ilişkilidir. Bu da müreffeh ekonomi, güçlü hukuk ve eğitim sistemini gerektirir.

Bu bakımdan yazıyı bitirirken aynayı Türkiye’ye de doğrultmak faydalı olacaktır: Anadolu yüzyıllar boyunca göç dalgalarıyla yüzleşmiştir. Ortadoğu, Orta Asya ve Hint Alt Kıtası’ndaki istikrarsız siyasi rejimler bunun 21. yüzyılda da süreceği anlamına gelmektedir. Türkiye son göç dalgalarını krizde bir ekonomi, hukuk ve eğitim sistemiyle karşılamaktadır. Bir kısım aklı evvellerin denizin önlenemez akıntısı üzerinde millet ve devlet gemisinin nasıl batmadan yürütülebileceği zor meselesi üzerinde durmak yerine kolaya kaçarak halkı kandırdığına şahit oluyoruz: Giderek sertleşen akıntıya (göç dalgalarına) karşı küfürler savrulması, vaziyetin ciddiyetinden habersiz, galeyana getirilmiş gemi yolcularında belki boş bir rahatlamaya yol açıyordur. Oysa bunun, çoğu masum, çaresiz insanlara yönelik kin ve ayrımcılık üretmekten başka herhangi bir faydası olduğundan bahsedilemez. Nitelikli Türk iş gücü ülkenin geleceğinden umudunu kaybetmiş halde Batılı ülkelere göç ederken, Erdoğan rejiminin Avrupa’nın Çin’i olma hedefini gerçekleştirebilmek için karın tokluğuna çalıştırılmak üzere niteliksiz iş gücü Türkiye’ye buyur ediliyor. Bir yandan da Avrupa’dan birkaç milyar dolar daha koparabilmek, Erdoğan’ın otoriterleşmesine Avrupa’nın göz yummasını sağlayabilmek için düzensiz göç Batı’ya çevrilmiş bir silah gibi kullanılıyor.

Sözün özü: Devasa dalgalar üreten güçlü akıntılara, su alan bir gemi ve dengesiz bir kaptanla karşı durulamaz.

  • Ömer Murat, Dış Politika ve Siyaset Uzmanı, Eski Diplomat