Nefretin yeni hedefi mülteciler

Irkçılık yukarıdan aşağıya gelişiyor. Suriyeliler konusunda da böyle. Siyasiler AKP’ye açık ve güçlü bir muhalefet geliştiremediklerinden, işsizlik ve yoksulluk gibi yaygın sorunların nedeni olarak mülteciler gösteriliyor.

ALİN OZİNİAN 25 Temmuz 2021 YAZARLAR

Son günlerde Türkiye’deki Suriyeli mülteci nefretine şahit oldukça, aklıma lenf kanseri hastası Dilek Özçelik’in “Görüyorum ki çaresizliği hiç tatmamışsınız hayatınızda…” sözleri geliyor.

Hatırlayanlar olacaktır, 2013 yılında Edirne’de dönemin Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar’ın ziyareti sırasında kanser ilaçlarının temini için yardım isteyen ve kendisine verilen parayı, ’Dilenci değilim” diyerek geri çeviren üniversiteli 27 yaşındaki Dilek Özçelik, birkaç yıl sonra hayatını kaybetti.

O gün, Bayraktar’ın cebine koyduğu paraya çok içerleyen genç kadın “İnsanlık konusunda bir kez daha hayal kırıklığına uğradım.” diyerek parayı geri iade etmiş ve ağlayarak uzaklaşmıştı.

Hayat bazen başkalarından yardım istemek zorunda bırakıyor insanı. Yardım istemenin, ricacı olmanın ne kadar ağır, reddedileceğini bilerek – küçük bir ümidin arkasından koşmanın ne kadar incitici olduğunu ne yazık ki sadece bu duruma düşenler ya da küçük bir azınlık anlayabiliyor.

Çaresizliğin en keskin olduğu yerlerden biri de savaşlar. Başkalarının verdiği kararlar hayatınızı etkilerken; eviniz, okulunuz, hastaneleriniz yıkılırken, ancak durup uzaktan bakabiliyorsunuz. Mesul olduğunuz bir aile ve çocuklarınız varsa iş daha da trajikleşiyor. Onların hayatını kurtarmak, güvenli bir yere götürmek ve ihtiyaçları ile ilgilenmek zorundasınız.

Çoğu zaman yaşamak için kaçmak zorunda kalıyor insan, lakin kaçmak da riskli. Orada da ölüm var.

Ülkelerindeki savaş, açlık ve hastalık sebebi ile yaşadıkları bölgeyi terk edip daha iyi bir gelecek için Akdeniz üzerinden Avrupa’ya ulaşmak isteyen binlerce insan bu hayallerini çok riskli bir şekilde gerçekleştirebiliyor. 2014 yılından bu yana Akdeniz’i kullanarak Avrupa’ya göç etmek isteyen 20 binden fazla göçmen boğularak hayatını kaybetti.

Her gün sahil güvenlik ekipleri tarafından kapasitesinin üzerinde yolcu taşıyan birçok mülteci teknesi yakalanıyor. Göç etmek zorunda kalan kişilerin çok azı Avrupa’ya ulaşabiliyor.

Birleşmiş Milletler bünyesinde faaliyet gösteren Uluslararası Göç Örgütü (UGÖ), deniz yoluyla Avrupa’ya gitmeye çalışırken boğularak ölen düzensiz göçmen sayısının bu yılın ilk altı ayında, geçen yıl aynı döneme oranla iki misli artış gözlendiğini söylüyor. UGÖ, bu yılın ilk 6 ayında bin 146 düzensiz göçmenin, denizde boğularak öldüğünü açıkladı.

2014’de 3 bin 166, 2015’de 3 bin 794, 2016’da 4 bin 329, 2017’de 3 bin 003, 2018’de 2 bin 117 kişi, 2019’da bin 336 ve 2020’de bin 160 erişkin ve çocuk kaçarken, denizde boğularak can verdi.

Bunlar sayı değil, insan. Bazılarının ölü bedenleri kıyılara vurdu; fotoğrafları gördük, üzüldük ama sonra geçti, unuttuk.

Göçmenlerin organlarını hatta bedenlerini satmak zorunda kalmalarına dair haberlere çok ilgi göstermedik. Çocukların akranları okula giderken çalışmak zorunda, hem de çok ağır şartlar altında çalışmak zorunda olmasına çoğumuz içerlemedik. Yasal hakları olmadan, sömürülenleri görmek bile istemedik.

FOTOĞRAF: SELAHATTİN SEVİ

Çünkü Türkiye’de yoğun bi ırkçılık var. Bırakın dışardan gelen göçmeni anlamıya, yıllarca yan yana yaşadığı halkları bile kendi memleketlerinde istemeyecek bir ırkçılık.

Savaşın yıkıcılığından, korkmaktan, kaçmaktan, sığınmaktan, açlıktan, hastalıktan, sefaletten anlamayan bir ırkçılık.

Türkiye’de nefret ve ırkçılık devlet politikasına dönüşmüş durumda, köklerini geçmişten, yaratılan düşmanlardan alırken, eğitim sistemi ile her an taze kalması sağlanıyor. Bunun ırkçılık değil, vatanı düşmandan korumak, bölünmesine engel olmak, Türkiye’ye başkasına yar etmemek olarak görüyor insanların bir çoğu.

Hep bir düşman var; bu memleketi seven, bu memlekette eşit olmak isteyen bile tehdit. Hem de baş tehdit.

Irkçılık yukarıdan aşağıya geliştiyor. Suriyeliler konusunda da böyle. Siyasiler AKP’ye açık ve güçlü bir muhalefet geliştiremediklerinden, işsizlik ve yoksulluk gibi yaygın sorunların nedeni olarak mülteciler gösteriliyor.

Devletle ve iktidarla karşı karşıya gelmek istemeyen yurttaş da durumu böyle görmeye meyilli. Nefret, saldırı, yok etme isteği AKP’i ıskalıyor, ve zaten zor durumda olan mültecilere yöneliyor.

Türkiye’nin mülteci politikasını sorgulamak, eleştirmek, onaylamamak – AKP’nin Türkiye’yi para karşılığında bir mülteci hapishanesine çevirmeye yönelik adımlarına muhalefet etmek ile Suriyelilere karşı nefret duymak karıştırılıyor.

Ya da karıştırılmıyor; güvenli muhalefet tam da bunu yapmayı gerektiriyor. Zaten Suriye’nin bu hale gelmesinde Türkiye hükümetinin rölü de hiç tartışılmıyor.

Mülteciliğin, evini bırakmak zorunda olmanın ne kadar ağır ve istenmeyen bir durum olduğunu, hatta Türkiye’den de yıllar boyunca dünyanın dört bir yanına farklı nedenler ile insanların göçmek zorunda kaldıklarını ve hala o hor görülen Afganistanlı ve Suriyeliler ile aynı botlar, aynı yollar ile göç ettiklerini unutuyoruz.

Memleketini özlemenin, memleketi dışında yaşamanın ağırlığını göz ardı ediyoruz. Bu insanlar yurtlarını keyften terk etmiş, Türkiye onlar için cennetmiş gibi davranıyoruz.

Memleketini özlemenin tarifini en iyi yapanlardan biri Yervant Gobelyan’dır bana göre.

1923’te Rumelihisarı’nda doğan Gobelyan, bir İstanbul aşığıydı. Ailesi İzmit Bardizaglıydı (Bahçecikli). Edebiyat ve şiir onun vazgeçilmeziydi ama hayat zordu. 1937’de ortaokuldan mezun oldu ve bir daha hiç okula gitmedi; bakkal çıraklığı, oto tamirciliği, marangozluk yaptı…

Dayısının kişisel kütüphanesinden yararlanarak kendini sürekli geliştirdi. Zevkle okunan, tanınan bir yazar oldu; gazetelerde yazdı, kitapları basıldı, sonunda Gobel Yayınevi’ni kurdu.

Gazete editörlüğü için gittiği Beyrut’ta kalmadı, İstanbul’a döndü. Avrupa’ya göçme planları yaptıysa da gitmedi. Agos kurulduğunda, Hrant Dink’in gazeteye davet ettiği ilk isimlerden oldu. Agos onun son durağıydı.

İstanbulluydu, İstanbul’da yaşadı, üretti. 2019 yılında, 87 yaşında gözlerini İstanbul’da yumdu.

Gobelyan’ın ailesi 1915’de Bardizag’tan kaçtıktan sonra İstanbul’a sığındı. Artık İstanbul, Ermeniler için güvenliydi.

Dayısının ağzından memleketini aktardığı hikâyede şöyle der Gobelyan “Bir zamanlar bize ait olan meyve bahçelerinden geçiyordum. Şimdi ne babamın, ne de atalarımızın diktiği ceviz ve fındık ağaçları var. O topraklardan bir su geçerdi ve nereye gidersem gideyim, hangi sulara kulak verirsem vereyim, kulaklarımdan hiç eksilmeyen o aynı tatlı şırıltıyla akmaya devam etti. Son ziyaretimde de akıyordu; ama sanki öksüz ve sahipsiz kalmış gibiydi.

Bir yengeç gördüm. Memleketin suyunu içmiş, havasını solumuş canlı bir anı olarak onu yakalayıp buraya [İstanbul’a] getirmek geldi aklıma. Her seferinde bir şeyler getiriyordum; bir avuç toprak, birkaç meyve, çeşit çeşit taşlar, hatta bir seferinde babanın mezarına koymak için çiçekler getirmiştim.

Evde genişçe bir kaba aktardım, temiz su doldurdum, yemek olarak da ekmek kırıntısı ve et parçacıkları koydum. İstediği kadar yesin dedim. Bizim Bardizaglı hemşeri dağ başında daha iyisini mi buluyordu sanki?

Ertesi sabah baktığımda ekmeklerin ve et parçacıklarının olduğu gibi durduğunu gördüm. Kendisi de kabın kenarına asılmış duruyor! Elinden gelse dışarı çıkacak, başını alıp gidecek! Ekmeği ve eti sevmemiş olabileceğini düşündüm ve o gün çarşıdan balık aldım, eve getirip ayıkladım, ufaladım, ‘ye şimdi yiyebildiğin kadar’ dedim. Baktım, balıklar da aynen duruyor ve yengeç de devamlı kaçma çabasında …”

Günler geçmiş, hayvan hep delice bir dışarı çıkma ve kaçma telaşı içindeymiş, yiyeceklere ise hiç dokunmamış. Günler sonra gevşek ve hareketsiz halde bulmuşlar yengeci, ölmüş yengeç…

“Hayvan, toprağının, doğduğu yerin yerinin özlemine dayanamamıştı. Zavallı, ne yapabilirdi. İnsan değildi ki…” diye bitirir Gobelyan hikâyesini.

Kimsenin mülteciliği yaşamaması dileği ile…

WP2Social Auto Publish Powered By : XYZScripts.com