Bir Küp Şeker ve beklenmeyenler

Çay demlenirken kızıma İstanbul’daki evimizde annemin “5 çayına gelen” misafirlere nasıl hazırlandığını, kristal şekerlikleri, portakallı kekleri, patatesli börekleri, susamlı ve çöreotlu tatlı-tuzluları anlatıyorum.

ALİN OZİNİAN 22 Ekim 2023 GÖRÜŞ

“Çocukla birlikte geçirilen zamanın uzunluğu değil, kalitesi önemlidir.” demişti yıllar önce, kızım daha küçücük bir bebekken çalıştığım kurumun 60’ına merdiven dayamış iki çocuk annesi kadın yöneticisi.

Yaşadığım yetersizlik hissini görmüştü sanırım, beni rahatlatmaya çalışmıştı, ya da bendeki bu duygunun işteki performansıma yansıyacağını, işlerin “yavaşlayacağını” düşünüp endişelenmişti. Bazı şeylerin ne için söylendiğini hiç bilemeyeceğiz hayatta…

Niyeti ne olursa olsun haklıydı. Bu sözü duyduktan sonra sadece kızım ile değil sevdiğim tüm insanlarla zaman geçirmenin keyfini daha dolu dolu yaşamayı denedim hep, eskisinden daha bilinçli bir şekilde ve geçirdiğim zamanı kısaltmayı seçmeden.

 

Hayat beklenmeyenler ile doluydu, bir dakika sonra ne olacağını bilmeden yaşıyorduk; bu gerçeği paniğe kapılmadan kabullenmeli – en olmadık yerlerde ve zamanlarda bile sevdiklerimizin tadına varmalıydık. Çocuklar hızlı büyüyor, çocuk olmayanlar yaşlanıyordu. Benim gibi “ortadaki” nesil, bu duruma hem tanıklık ediyor hem de farklı bir olgunlukla akan zamanın üzerinde koşmaya çalışıyorduk.

Market arabasını keyifle süren kızım arkasından giderek takip ediyor, bir taraftan da “Ama ben inanmam asla mutsuz yarınlara… Öyle olsa sen gelmezdin…” şarkısını mırıldanıyorum. Saçları o kadar benziyor ki benim ilk gençliğime.

Şeker reyonunda, ben esmer şeker ararken, eline aldığı kutuyu sallayarak – bu ne? diye soruyor Anna. Şeker diyorum. Bu ne biçim şeker, takır tukur ses geliyor içinden, diyor. 11 yaşındaki çocuğumun küp şekeri hiç bilmemiş, görmemiş olmasına önce şaşırıyor, sonra yeni bir şeyle karşılaştığında yaşadığı heyecanı görüp seviniyorum. At diyorum sepete, sana kültürel şok yaşatayım bu akşamüstü.

Mutfağın en üst raflarından demlik-çaydanlığı çıkarıyorum. Yeni aldığımız demlenmeye uygun çaydan koyuyorum demliğe, çayı hep poşette gören arkadaş yine şaşırıyor, eline alıyor, parmakları arasında oynuyor çayla. Demlenmeye bırakırken çayı, yine onun pek görmediği ama evde bulunan ince belli bardakları, süzgeci, şekerliği çıkarıyorum.

Çay demlenirken ona İstanbul’daki evimizde annemin “5 çayına gelen” misafirlere nasıl hazırlandığını, kristal şekerlikleri, portakallı kekleri, patatesli börekleri, susamlı ve çöreotlu tatlı-tuzluları anlatıyorum.

Toz şeker yerine, küp şekerin neden kullanıldığını dilimin döndüğünce anlatıyorum. Türkler mi bulmuş yani ilk kesme şekeri diye soruyor, bilmiyorum, bak bakalım kim bulmuş diyorum. Tabletine bir şeyler yazıyor.

Moravia’daki Datschitz şeker fabrikasında endüstri mühendisi olan Dr. Jacob Christoph Rad’ın eşi evde yumruk büyüklüğünde şekerleri keserken zorlandığı için yaptığı küçük makineyi daha sonra endüstriye kazandırmak için 1840’de yeniden tasarlayarak patentini aldığını anlıyoruz. 1859’de Londra’da bir şeker rafinerisi işleten Sir Henry Tate’nin de benzer bir çalışması olduğu ve sert bloklar halinde veya konik şekillerde satılan şekerler yerine küp şekeri piyasaya sunduğu bilgisine de ulaşıyoruz.

Anna, “Erzurumluların kıtlama çayı” videosunu izlerken, küp şeker beni olmadık yerlere götürüyor. 2011 yapımı “Bir Küp Şeker” filmine…

İranlı yönetmen Rıza Mirkerimi bizi taşralı bir İran evine götürür. 2 katlı bu evde, kalabalık bir ailenin ve ona “reislik” eden dayılarının iki gün sürecek hayatlarına tanıklık ederiz.

Tüm yaşıtlarının babası ama onun yani Pesend’in dayısıdır reis, çünkü Pesend öksüzdür.

Düğün telâşı sarmıştır evi, oğullar, kızlar, gelinler, damatlar, uzaktan gelen akrabalar, herkes düğüne kendince hazırlanırken, dayı şeker kalıplarını misafirlerine ikram etmek için küçük çekiciyle küp şekerlere böler, böyle başlar film.

Pesend’in hem ruhuna hem yüzüne yerleşmiş öksüzlüğü, içine kapanık ve durgun hali hazırlıklarla yavaş yavaş dağılır. Yemek hazırlığı yaparken bir taraftan da İngilizce derslerini tamamlamaya çalışır, damat Amerika’dır, evlendikten sonra gidecektir Pesend.

Mirkerimi sanki zaman zaman filmi durdurur ve bize bir fotoğraf gösterir; avludaki havuza kadınların fırlattığı kasa kasa meyveler, yaramazlık yapan güler yüzlü dev gözlü çocuklar, serserice gezinen tavuklar, ağaçtaki salıncakta geleceğini tahayyül etmeye çalışan ve gözleri ancak bu anlarda gülen Pesend…

Erkeklerin kendi aralarındaki konuşmalar, kadınların Pesend’e verdikleri öğütler, çocukların korkuları ve büyüklerin ettikleri duaları ile dolu sahneler bizi hem ülkenin hem ailenin hem de insanın gerçeğine yakınlaştırır. Ve akşamla beraber nihayet düğün şenliği başlar. Ailenin mutluluğu, çocukların neşesi izleyiciye de bulaşır.

İran’da bir düğüne şahit olurken, bir anda bambaşka bir şey olur! Dayının yıllardır eli ile havaya fırlattığı ve ağzı ile yakaladığı küp şeker bu kez nefes borusuna takılır.

Herkesin babası ama Pesend’in dayısı can çekişirken, habersiz genç kız ona kahvaltısı için lavaş pişirmektedir. Hayat hep böyle değil midir, özenerek ekmek pişirdiğiniz insanın yan odada canını teslim ettiğini bilmenize imkân var mıdır?

Odaya girip elindeki tepsiyi yere düşürmesi ile düğün evi yas evine döner dakikalar içerisinde. Kutlama yemeklerinin üzeri örtülür, cenaze töreni başlar, dayı toprağa verilir, taziyeye uygun yeni sofralar kurulur.

Bunlar aklımdan geçerken, kızım Erzurumlular gibi şekeri kıtlayarak hem de kıkırdayarak eğleniyordu. Filmden bahsetmedim ona, yaşamın beklenmeyenlerle dolu olduğundan da.

Hayat en güzel öğretmendi, hayattan rol çalmak istemedim.