Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’nin yazarı Milan Kundera’yı neden okumalıyız?

Onun ömrü, sonsuz bir sürgünün hikâyesi. Peki, neden Kundera okuyoruz? Çünkü bize ne yapmamız gerektiğinin söylenmesini istemiyoruz - çünkü ne yapmamız gerektiğinin söylenmesini küçümsüyoruz.

BERKE KAYA 12 Temmuz 2023 KÜLTÜR

14 Ekim 1973, Milan Kundera Prag'da. (FOTOĞRAF: AFP)

İnsanın ağzı bazen metalimsi bir tatla dolar ve hayat bir anda anlamsızlaşır, dekadansa yakın oturur ya; işte öyle bir şey Milan Kundera’nın sessiz sedasız vedası.

Gerçi kendisine en çok yakışanı yaptı yine. Kendinden bahsetmeden, vitrine çıkmadan, fikirlerini pazara düşürmeden, çekip gitti.

Le Point, Çek televizyonlarına dayanarak duyuruyor romancının ölümünü. Bizim medya ise Le Point’i kaynak göstererek.

Yaşasaydı ve buna tanık olsaydı nasıl köpürürdü kim bilir!

Çek yazar Milan Kundera. (FOTOĞRAF: ZUMA PRESS – DEPO)

SONSUZ BİR SÜRGÜNÜN HİKÂYESİ
Evet; onun ömrü, sonsuz bir sürgünün hikâyesi. Yalnız mekânsal bir sürgün değil. Dilinden de uzaklaşmak zorunda kalmıştı. Doğup büyüdüğü, aşklarını, kavgalarını dile getirdiği ana dilinden…

Nasıl bir hoyratlıktır bu!

En beğenilen romanı Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’ni Fransızca yazıyor. Üstelik bu, Elif Şafak’ın eserlerini İngilizce yazması gibi bir şey değil. Ama dahası da var: Önce Fransa’da yayınlanıyor roman, sonra Çekoslavakya’da… Aynı yıl değil, bir yıl arayla.

Zaten onu takip eden yıl da Türkçe’sini okumamız mümkün oluyor.

Bir kültür dil üzerinde(n) yükselir. Ve pek farkına varılmasa da bir ülkenin sınırları dilinin sınırlarıdır aslında.

Kundera, yeni yayımlanan romanının gördüğü ilgiden o kadar rahatsız ki, insan arasına karışmak istemiyor. İki tür kaygı taşıyor içinde: Benim görünmem eserimi seviliyor kılıyorsa, yanlışım var demektir. Bunca eleştirel bir eser bunca seviliyorsa, anlaşılmamış demektir.

Christian Salmon, nasıl beceriyor bilmem, The Paris Review için ikna ediyor Kundera’yı. 1983 sonbaharında, Paris’te, Montparnasse yakınlarındaki çatı katındaki dairesinde buluşup konuşuyorlar.

Salmon Çekçe bilmiyor. Ama Kundera Fransızca biliyor.

Öyle hazır sorulara verilen hazır cevaplardan da mürekkep değil röportaj. Ses kaydı alınmıyor mesela. Kâğıtlara yazılıyor. Sorular ve yanıtlar makasla kesilip daha büyük bir kâğıda yapıştırılıyor. İtinayla okunup, beğenilmeyen yerler tekrar makaslanıyor.

Kundera’ın ofis olarak kullandığı daire küçük. Duvarlarında iki fotoğraf yan yana asılı: Biri piyanist olan babasının, diğeri ise büyük hayranlık duyduğu Çek besteci Leoš Janácek’in…

Kundera, ne Orhan Pamuk, Ayşe Kulin yahut Ece Temelkuran gibi koltuklara uzanıp pozlar veriyor, ne de eserinden ziyade kendinden söz ediyor.

Zaten Le Nouvel Observateur‘a verdiği demeçte niyetinin ne olduğu çok açık şekilde anlaşılıyor: “Bir yazarın kendisi hakkında konuşmak zorunda kalmaktan iğrenmesi, romanistik yeteneği lirik yetenekten ayıran şeydir.”

Çek yazar Kundera, Prag’da bir parkta. 14 Ekim 1973. (FOTOĞRAF: AFP)

PRAG BAHARININ MÜJDECİSİ
Kundera, orta sınıf bir ailenin ikinci çocuğu. Baba müzisyen, kuzen şair.

Ludvik Kundera’yı salt şair olarak anarsak, çarpılırız: Şairliğinin dışında yazar, çevirmen, editör ve edebiyat tarihçisi de aynı zamanda. Çek avangard edebiyatının önemli bir savunucusu…

Muhtemel ki Milan Kundera’yı, henüz lise öğrencisiyken, Rus şair Vladimir Mayakovski’den şiir çevirmeye yönelten de o.

Kundera’nın, her ne kadar şiir ve müzikle başlasa da güzel sanatlara ilgisi, sonrasında edebiyat ve estetikle sürer. Hatta Charles Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi’nde iki dönem okuduktan sonra Film Akademisi’ne geçer, film ve yönetmenlik üzerine yazmaya başlar. Ancak bu yazılarını politik baskı yüzünden durdurmak zorunda kalır.

I. Dünya Savaşı’nın sonunda Komünist Parti’ye üye olur. Buradaki statüko, gündelik hayatı okuma pratiğinden yoksunluk, onu rahatsız eder. Zaten çok geçmeden de 1948’in Şubat ayında partiden uzaklaştırılır.

Kundera, içinden geçtiği o günleri, yaşadıklarını bir ‘şaka’ olarak görmüş olacak ki, Žert (Şaka) adında bir eser yazar.

Anti-Stalanist bir roman olan Şaka, bir anlamda Prag Baharı’nın müjdecisidir.

Malum, Prag Baharı, Çekoslovakya’nın politik olarak liberalleşmeye çalıştığı bir dönemdir.

Dile bunca önem veren bir yazara saygı duruşunda bulunmak adına şu notu düşmekte yarar var sanırım: ‘Şaka’ sözcüğü Türkçeye Arapça “şaḳā” (mutsuz olma, bedbaht olma) kavramından geçmiştir. Yani ironi, espriyle akrabalıkları hayli uzaktır.

Kundera’nın Paris’te yaşadığı sürgün yılları. 1975. (FOTOĞRAF: AFP)

GÖÇ VE CEHALET
2000 yılından yayınlanan L’ignorance (Cehalet; Almancası Die Unwissenheit) göçün anlamı üzerine bir meditasyondur.

Öteden beri boğuştuğu bir kavramdır çünkü cehalet.

İki örnekle bunu somutlamak mümkün. İlkinde Philip Kaufman, Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği‘ni sinemaya uyarlar. Kundera sonuçtan hiç hoşnut değildir. Nouvel Observateur‘a şu açıklamada bulunur: “Belki fena bir şey değil, ama bana yabancı geldi; örneğin, erotizmi: Film orgazmlarının o zavallı monotonluğu.”

Buna mukabil, Çek yönetmen Jaromil Jires tarafından yapılan Şaka’nın film versiyonunu över: “Sadece bir erotik sahne içeriyor, Ludvik ve Helena’nın sevişmesi. Bu küçük bir kompaktlık mucizesi, hikâyenin tüm çatışmalarının kesiti, ülke tarihinin yoğunlaşma noktası. Bu seks sahnesi de orgazmla bitiyor, ancak iki çıplak bedenin zahmetli bir şekilde saçma sesler çıkardığını görmüyoruz; İhanete uğramış kocayı şarkı söylerken ve coşkuyla elini kaldırırken görüyoruz.”

Aslında bu, yeterince Doğu’da olmayan birinin, bir Doğu-Batı çatışmasına ilişkin samimi görüşüdür. Batı tüketmek için yaratır; Doğu ise başka türlüsünü beceremediği için üretir.

Kundera’nın erotizmi derin felsefi, hatta politik meseleler ifade eder; ideolojiyi insanlık durumundan uzak tutmanın bir yoludur. Yine de cinsel bilgi, yaşamın daha geniş koşullarından boşandığında anlamsızdır.

Kundera’nın yatak odaları flu’dur. Yazar okuyucuyu bir röntgenci olarak davet eder. Philip Roth’un Hayalet Yazar (1979) adlı romanını Milan Kundera’ya ithaf etmesi bu nedenle tesadüf değildir. Alberto Moravia’nın dilimize Röntgenci diye çevrilen, ama özgün dilinde ‘dikizci’, Almanca’da ‘seyirci’ olan eseri de benzer niteliklerle bezelidir.

İşte bu kavramların dalgasında sörf yapmak için cahil olmamak gerekir.

NOSTALJİ VE YABANCILAŞMA
Kundera’nın romanları genellikle en az diyalog veya karakter kadar önemli olduğuna inandığı felsefi temalar üzerine kuruludur. 1989’da verdiği nadir bir röportajda Kundera, “felsefenin tüm somutluklarıyla nasıl kavrayacağını asla bilmediği insan varoluşunun sorunları vardır – bunları yalnızca roman ele geçirebilir” diye açıklar.

Kundera, kitaplarında yavaşlama, felsefe, şiir, edebiyat veya müzik üzerine telaşsız yansımaları anlatılarına örme hakkını saklı tutarken, bir bütün olarak kompozisyondaki simetri ve denge duygusunu asla kaybetmez.

Milan Kundera, Paris, 2010. (FOTOĞRAF: MIGUEL MEDINA / AFP)

Bu arada şunu de belirtmeme müsaade ediniz lütfen: Kundera’nın Cehalet’i (L’ignorance), en azından kavramsal olarak, 1993’te yazdığı göç üzerine bir makaleden türemiş gibi görünür bana. “Emigration Arithmetic” (İhanete Uğrayan Ahitler’den) adlı kitabında, çeşitli yazar ve bestecilerin sürgünde yaşadıkları yılları -Nabokov, Conrad, Martinu, Gombrowicz- ve bunun sanatsal çıktıları açısından ne anlama geldiğini sayar Kundera.

Nostalji ve yabancılaşma, Cehalet’in ana temalarıdır. İki Çek göçmeni, Josef ve Irena, aynı uçakla Prag’a gitmek üzereler. Uçuş sırasında sohbet ederler ve Prag’da buluşmayı kabul ederler. Irena için bu, bir zamanlar çok sevdiği bir adamla birlikte olmak için harika bir fırsattır. İki göçmenin birbirleriyle, Prag’dayken birlikte vakit geçirdikleri diğer tüm insanlarla, aileleriyle veya arkadaşlarıyla yaptıklarından daha fazla ortak noktaları olduğu ortaya çıkar. Romanın tamamı, öngörülebilir bir şekilde olmasa da, elbette cinsel bir karşılaşma, bir aşk ilişkisi olan son bir karşılaşmanın birikimidir. Özellikle Çekçe’de kirli konuşmanın özgürleştirici etkisini keşfettiklerinde bazı salıverilmeler yaşanır. Fakat geçmişe dair farklı anıların çatışması öyle bir şeydir ki, her biri kendi nostalji ve yabancılaşma kafesine hapsolmaya devam eder.

Kundera bize edebi mitin ilhamını oldukça sıradan yaşamlardan alabileceğini hatırlatır. Homeros’un Odysseus’u, Kundera’nın bu kitaptaki anlatıcının kuklaları gibi şu ya da bu şekilde hareket eden karakterlerinden daha az bir soyutlama gibi görünür. Onları kendi hayatlarının değil, Kundera’nın fikirlerinin dramını gerçekleştirmek için kullandığında, cansız bir yığın halinde çökerler.

Josef Skvorecky, karısının Kundera’nın Prag Üniversitesi’ndeki derslerine katıldığında, Hemingway ve Faulkner gibi Amerikalı yazarlara hayran olmasına rağmen, onun kendini Fransız edebi geleneğine çok daha yakın hissettiğini, fikirleri duygulara tercih ettiğini öğrenir. Skvorecky, belki de bu yüzden Kundera’yı Fransızca yazmadan önce bile “Fransız” bir romancı olarak tanımlar.

FOTOĞRAF: AFP

Bununla birlikte, Kundera, edebi yaratıcılığın yalnızca politik yönüyle konumlandırılamaz: Romanda, çok seslilik ve komediyi mükemmelliğe ulaştırır. Denemeler ve oyunlar yazar. Eserlerinin nasıl algılanması gerektiği üzerine dahi kafa yorar. Romanları sadece psikolojik tezahürler olarak okumayı pek tavsiye etmez mesela.

İyi de, insan Kundera’yı niye okumalı?

Cehaleti açığa çıkacağı için mi? Konformist yanları anlaşılsın diye mi? Her şeyi bir hız içinde algılayıp yediğinin, içtiğinin, gezdiğinin, gördüğünün farkına varmayan bir biyolojik aygıt düzeyine indiğini fark etmek için mi okusun?

Kundera’nın esprileri, üstündeki kıyafeti hemen çıkarmaz ki… Ayrıca fevkalade deneyseldir; metafizik yansımalar ve felsefi akıl oyunları barındırır.

Doğrusu, hayatının bir noktasında kendi olmak isteyenler içindir Kundera. Kişisel bir deneyim. Şakşakçı ve yağlama yıkama ekürileri için pek uygun değil.

O halde niye onu okuyoruz?

Hemen söyleyeyim: Kundera okuyoruz, çünkü bize ne yapmamız gerektiğinin söylenmesini istemiyoruz – çünkü ne yapmamız gerektiğinin söylenmesini küçümsüyoruz.

Takip Et Google Haberler
Takip Et Instagram
WP2Social Auto Publish Powered By : XYZScripts.com