‘İktidar, Suriyeli ve Afgan göçmenleri ucuz iş gücü olarak görüyor’

Gazeteci-yazar Ercüment Akdeniz: Sermayenin göçmen işçi talebi olmasa insan kaçakçıları bu kadar göçmeni Türkiye’ye transfer edemez. Defacto bir ortaklık var burada. Hükümet de buna göz yumuyor. Çalışma izni olan yabancı işçi sayısı 100 bin civarında, buna mukabil 2 milyon kayıtdışı yabancı işçi köle gibi çalışıyor.

ÖZLEM ERGUN 07 Temmuz 2023 SÖYLEŞİ

Ercüment Akdeniz... Fotoğraf: Özcan Yaman

Paris’in banliyösünde Cezayir asıllı Fransız vatandaşı 17 yaşındaki Nahel M.’nin polis kurşunuyla öldürülmesiyle açığa çıkan isyan ve itiraz gündemdeki yerini korurken birkaç başlık dikkat çekti.

Eylemlere katılanların yüzde 90’ının artık vatandaşlık kazanmış gettolarda yaşayan göçmenlerden oluşması ve gözaltına alınan yaklaşık 4 bin kişiden yüzde 30’unun çocuk yaşta olması…

Çalışma alanı göçmenler, göç hareketleri ve politikaları olan gazeteci-yazar Ercüment Akdeniz, eylemlerin tarihsel olduğu kadar ekonomik, sınıfsal ve sosyolojik derinliğe sahip bir başkaldırı olduğuna dikkat çekiyor.

Akdeniz, derin sosyal eşitsizlik ve adaletsizlik duygusunun hâkim olduğu Paris gettolarında şimdi açığa çıkmış olanı şöyle özetliyor:

“İtilmiş, dışlanmış, gettolarda kuşatılmış gençler ayakta. Giderek ırkçılaşan polisin şiddeti de eylemleri tetikledi.”

Paris’te bunlar olurken, AKP Sözcüsü Ömer Çelik’in Türkiye ile Fransa’nın göç politikalarını karşılaştırmanın ‘şuursuz ve kötü niyetli bir yaklaşım’ olduğunu söylediği gün Suriyelilere yönelik linç girişimlerinin sonuncusu Kocaeli Dilovası’nda gerçekleşiyordu.

“Dördüncü linç dalgası öncekilerden çok büyük olur. Herkesin şapkayı önüne koyup düşünmesi lazım. On defa düşünüp bir defa konuşulması gereken döneme girdik” diyen Akdeniz, sorularımızı yanıtladı.

KÖLE TORUNLARININ İSYANI

Fransa’da 17 yaşındaki Cezayir asıllı Nahel M.’nin polis kurşunuyla öldürülmesinin ardından başlayan protestolar  dünyanın göçmen ve mülteci politikalarıyla ilgili ne söylüyor? Protesto eylemleri, ilerleyen süreçte nerelere evrilebilir? 

Avrupa medeniyetinin inşası ve Amerika’nın kuruluşu Afrika’dan transfer edilen kölelerle gerçekleşti. Kölelik yasaları 20’nci yüzyılın ortalarına kadar devam etti. 1950’lerde dahi bazı Avrupa kentlerinde, hayvanat bahçeleri gibi Afrikalı ailelerin tıkıldığı “vahşi insanat bahçeleri” vardı.

Dolayısıyla ve birinci olarak, Nahel’in öldürülmesiyle başlayan isyan dalgası tarihsel olarak kolonyalizm ve köleciliğe karşı öfkeyi içinde barındırmakta. Fransa’da 2015 banliyö isyanı kadar ABD’de George Floyd’un polis tarafından öldürülmesiyle başlayan protestolar benzer çağrışımlar yapıyor. Hatta hatırlarsanız, Floyd eylemleri ABD sınırlarını aşarak Avrupa’ya yayıldı ve köleci komutanların heykelleri meydanlarda saldırıya uğradı, bir bölümü de kaldırıldı.

Nahel için yapılan eylemleri de köle torunlarının bir isyanı olarak kaydedebiliriz. Geçtiğimiz yüzyıl içinde yeni sömürgeciliğe direnen Cezayir halkının izlerini de bu eylemlerde bulmak mümkün. Nitekim Nahel Cezayir asıllı bir ailenin çocuğuydu.

İTİLMİŞ, DIŞLANMIŞ, GETTOLARDA KUŞATILMIŞ GENÇLER AYAKTA   

İkinci olarak, sömürgelerden Avrupa’ya gelen/getirilen toplulukların 3’ncü ve 4’üncü nesil torunları bugün gettolara sıkıştırılmış durumda. Barınma, yaşam ve gelecek kaygısı had safhada. Avrupa Birliği, zenginliğini sömürdüğü yoksul ülkelerle paylaşmadığı gibi kendi vatandaşı olan dördüncü nesil köle torunlarıyla da paylaşmıyor. İtilmiş, dışlanmış, gettolarda kuşatılmış gençler ayakta. Giderek ırkçılaşan polisin şiddeti de eylemleri tetikledi.

Ekonomik refah seviyesini kaybetmeye başlayan Fransız emekçileri de uzun zamandır grev ve eylemler yapıyorlar. Sarı yelekliler en bilineni. Yani tarihsel olduğu kadar ekonomik, sınıfsal ve sosyolojik derinliği olan bir başkaldırı izlediğimiz.

Üçüncü olarak, AB Akdeniz ve Ege’de mültecilere karşı tedbirleri korkunç derecede sertleştirdi. Hukuk ve vicdan ayaklar altında. Afrika ve Ortadoğu ülkelerinden gelenler, denizlerde boğulanlar Fransa gibi gelişmiş kapitalist ülkelerin gettolarında yaşayan bu insanların akrabaları. Avrupa’nın dışlayıcı göçmen politikası hem tepki hem de sertlik olarak içerde yansımasını buluyor.

Protesto ve isyan dalgası, öncekilerde olduğu gibi patlamalı biçimde, istikrarsız olarak devam edecek görünüyor. Ayağa kalkan gençler ve halk siyasal bakımdan ortak hedefi olan bir örgüte sahip değil. Hareketin özelliği kendiliğinden ve dalgalı olacak. Ama süreç ileride buradan bir siyasal organizasyon da çıkarabilir. Bir süredir yükselişte olan neo faşist hareketler de yaşanan bu süreci fırsata çevirmek isteyeceklerdir.

AKP’NİN POLİTİKALARI SORUNU KANGRENE ÇEVİRDİ

AKP Sözcüsü Ömer Çelik “Türkiye’nin insani değerlere dayanan göç politikası ile Fransa’nın sömürgeci politikalarına ve ırkçı şiddete duyulan tepkiyi mukayese etmek, şuursuz ve kötü niyetli bir yaklaşımdır” diyerek Türkiye’de benzer çatışmaların yaşanmayacağını söyledi. Gerçekten öyle mi? AKP’nin göçmen/mülteci politikası buna engel mi ki?  

Türkiye’de ayrımcılık, ırkçılık, linç kültürü, kırım ve pogrom tartışmaları Suriyelilerle başlamadı. Tarihten bugüne Ermeniler, Kürtler, Aleviler, Rumlar, gayr-ı Müslimler, sosyalistler ve son olarak LGBTİ+’lar korkunç linç kampanyalarına, saldırılara maruz kaldılar. Hatta öyle ki bu ülkenin ana muhalefet lideri dahi Ankara Çubuk’ta linç edilmek üzereydi. İşte Suriyeliler bu atmosferin içine geldiler ve ayrımcılık ve linç kültürünün adeta ortak çeken mıknatısı haline getirildiler.

Bizim yaptığımız araştırmalarda 2014, 2016 ve 2019’da Suriyelilere karşı üç büyük linç dalgası görüyoruz. Maraş’tan Akdeniz illerine, oradan Ege ve Marmara’ya, iç Anadolu’ya uzanan galeyan ve linç eylemleri bunlar. Elbette Fransa ile Türkiye’deki hadiseler birebir benzeşmiyor ama linç kültüründe göçmenlere karşı gerici bir yarış görüyorum.

AKP’nin ümmetçi toplum propagandası bu durumu frenliyor görünse de sadece yangının üzerine bir bardak su atarak onun büyümesine neden oluyor. Hükümet “sorun yok” deyince sorun olmayacağını sanıyor ama gerçek bu değil. AKP’nin Suriye dış politikası ve göç politikası 12 yılda sorunu kangren haline getirdi.

DİLOVASI’NDA BÜYÜK BİR PROVOKASYONUN EŞİĞİNDEN DÖNÜLDÜ

2 Temmuz’da Kocaeli Diloavası’nda Suriyelilerin ‘ev bastığı’ iddiasıyla mahallede pek çok kişi sokağa çıkarak Suriyeliler aleyhine attıkları sloganlarla olası bir şiddet ikliminin zeminini hazırladı.  Daha sonra ‘ev basma’ iddialarının gerçeği yansıtmadığı ortaya çıksa da Suriyeliler bir kez daha kriminalize edilmiş oldu. Tam da Çelik’in mülteci politikalarında Türkiye ile Avrupa’yı ayrıştırdığı gün Dilovası’nda olanlardan ne anlamalıyız?

2 Temmuz tarihi manidar! Çünkü o gün yurdun birçok kentinde, 1993’te Sivas’ta yakılanlar için eylemler vardı. Belki Dilovası’nda da büyük bir provokasyonun eşiğinden dönüldü. Dilovası etrafında 5. Organize Sanayi Bölgesi ve bir de büyük sanayi sitesi var. Emek kentinde korkunç sömürü, buna mukabil ücretler düşük. Patronlar Suriyelileri ucuz ve güvencesiz iş gücü olarak kullanıyor.

Zaten yoksul olan halk hem işini hem de kiralık oturdukları evleri kaybetmeye başladı. İnsanlar öfkesini düzene yöneltmek yerine hiç suçu olmayan ama daha zayıf pozisyondaki mültecilere yöneltiyor. Asıl yanlış burada. Oysa, yerli- göçmen demeden emekçiler ortak hak mücadelesinde buluşmanın yollarını aramalı. Bir evcil hayvan üzerinden yaşanan kavganın arkasında böylesi sosyolojik arka plan var.

Bu tür galeyan olayları sadece bir yerde durmuyor, Türkiye’deki bütün mülteciler bundan etkileniyor. Defaatle uyardım, buradan da uyarayım; dördüncü linç dalgası öncekilerden çok büyük olur. Herkesin şapkayı önüne koyup düşünmesi lazım. On defa düşünüp bir defa konuşulması gereken döneme girdik. Linç dalgası döner emek ve demokrasi güçlerini vurur, bunu da unutmayalım.

SERMAYANIN İŞÇİ TALEBİ OLMASA İNSAN KAÇAKÇILARI BU KADAR GÖÇMENİ TRANSFER EDEMEZ

Dünya’da ve Türkiye’de sığınmacılar ve mülteciler bir yandan güvenlik tehdidi olarak algılanıp hedef gösterilirken, diğer taraftan da bahsettiğiniz gibi ucuz işgücü olarak sermayenin hizmetine sunuluyor. İşçi göçmenler, Türkiye’de neler yaşıyor?  

Dünya göçmen nüfusu 300 milyon ama bu nüfusun 270 milyonu işçi! Dolayısıyla göç sorunu aslında bir emek sorunu. Türkiye’de adeta işkollarına göre endüstrileşen yabancı iş gücü sahası ortaya çıktı. Öyle ki tekstil, ayakkabıcılık ve tarımda Suriyelileri, taşımacılıkta Afrika ülkelerinden göçmenleri, çay toplamada Gürcüleri, çobanlıkta Afganları, geri dönüşüm işinde Pakistanlıları daha çok görüyoruz.

Sermayenin göçmen işçi talebi olmasa insan kaçakçıları bu kadar göçmeni Türkiye’ye transfer edemezler. Defacto bir ortaklık var burada. Hükümet de buna göz yumuyor. Çalışma izni olan yabancı işçi sayısı 100 bin civarında, buna mukabil 2 milyon kayıtdışı yabancı işçi köle gibi çalışıyor. Çocuk işçiler içinde ve iş cinayetlerinde ölen işçiler arasında mülteciler her yıl daha çok yer almaya başladı.

Türkiye, emek piyasasında AB’nin Bangladeşi haline geldi. Buna dur demek için sendikaların örgütlenme ve mücadele stratejisi geliştirmesi şart. Geç bile kaldılar.

YENİ GÖÇ REJİMİNİN KODLARI: MÜLTECİLER DIŞARI, GEÇİCİ GÖÇMEN İŞÇİLER İÇERİ

Son bir ayda birbirleriyle uyumlu ve birbirlerine yaslanarak şekillenen üç acımasız mülteci karşıtı planın devreye sokulduğuna dikkat çekiyorsunuz. “Sac ayaklarından biri İngiltere’de, diğerleri AB ve öncü ülke Almanya’da çakıldı” dediğiniz plan neleri içeriyor?

İngiltere ile Ruanda arasında imzalanan anlaşma mahkemeye takıldı ama içeriği korkunç. Manş denizini geçen göçmenleri Afrika’ya deport etme ve depolama planı bu.

AB, Yeni Göç ve İltica Planı kapsamında iki protokol imzaladı. Böylece AB sınırında hızlandırılmış iltica sistemiyle süper geri gönderme uygulamasına geçilecek. Ayrıca AB, içeri giren mültecileri 20 bin avro karşılığında yoksul AB ülkelerinde depolayacak. İnsan haklarını ayaklar altına alan yeni göç rejiminin kodları bunlar.

Almanya ise “Nitelikli Göçmen İşçi Yasası”nı Meclis’te oyladı. Böylece ‘mülteciler dışarı, geçici göçmen işçiler içeri’ dönemi başlamış oldu. Özetle 21’nci yüzyıl kapitalizmi 20’nci yüzyılda kazanılmış tüm göç ve iltica haklarına savaş açmış durumda. Bunun karşısında bir mücadele stratejisi oluşturulmalı. Çünkü bir gün herkes mülteci olabilir.

KAPİTALİZM, KİTLESEL GÖÇ ÜRETİYOR

20. yüzyılda mülteci haklarını güvence altına alan 1951 Cenevre sözleşmesini mümkün kılan koşullar nelerdi? Bugün artık 21. yüzyıla gelmişken mülteci karşıtı yasa ve uygulamalar ile kapitalizm/ yükselen milliyetçilik/ faşizm arasında nasıl bir ilişki var? Buralarda ne tür dinamikler işliyor?

Göç tarihi, insanlık tarihi kadar eski. 20’nci yüzyıl iki büyük kanlı boğazlaşmanın olduğu, iki dünya savaşına tanıklık etmiş bir yüzyıl. Onun içinde ‘faşizm’ diye kara bir tarih de yazılı. 1945’te Avrupa’da faşizmin yenilgisinden sonra, Avrupa dışında mülteci konumuna düşmüş milyonlarca insan için BM bünyesinde Mülteciler Sözleşmesi imzalandı. SSCB taraf devletlerden biriydi. Hâlâ onun kazanımlarıyla mülteciler haklarını arayabiliyor.

21’nci yüzyıla girerken bölgesel savaşlar, iç savaşlar nedeniyle yaşanan göçler İkinci Dünya Savaşı’nı geçti! Küresel iklim değişikliği, pandemi ve yokluk göçleriyle birlikte durum çok daha fena. Kapitalist düzen, kitlesel göç üreten bir düzen.

GÖÇMEN DÜŞMANLIĞI, KİTLELERİ MANİPÜLE ETME VE YEDEKLEME APARATIDIR 

İşin ironik tarafı şu ki; Avrupa’da faşizm sonrası getirilen mülteci hakları, bugün neo faşist akımların önünü açılarak yok ediliyor. Kapitalistler için göçmen ve yabancı düşmanlığı kitleleri maniple etme ve yedekleme aparatıdır. Bugün de bu politikaya başvuruyorlar.

Dolayısıyla ırkçılığa, göçmen düşmanlığına karşı mücadele etmek aynı zamanda faşizmin hortlamasına karşı ve demokrasi için mücadele etmektir. Göçmen düşmanlığına bir kez prim verilirse; Kürtler, Aleviler, sosyalistler, emeğin örgütlü güçleri, aydınlar, LGBTİ+ bireyler topun ağzına konmakta gecikmeyeceklerdir. 28 Mayıs seçimlerinde göçmen düşmanlığı üzerine siyaset kuran aşırı sağ partilerin hem Millet hem de Cumhur İttifakına demir atmaları manidardır. Emek ve demokrasi güçleri, sol, sosyalist partiler, göç politikalarında daha fazla edilgen kalmamalı.

Takip Et Google Haberler
Takip Et Instagram