‘Oppenheimer’ olmamış Nolan; otur, sıfır!

Film, büyük ölçüde, Oppenheimer’ın McCarthy dönemindeki cadı avı boyunca aklanması üzerine kurulu: Amaç, kahramanı (!) Amerikan halkı önünde bir vatansever olarak göstermek. ‘Tez’li, ancak lezzetsiz bir filmle karşı karşıyayız...

BERKE KAYA 24 Temmuz 2023 KÜLTÜR

Bazen, bu ‘çiğ çağ’a denk gelmek için ne tür günah işlemiş olabilirim, diye düşünüyorum. Yaratıcılığın neredeyse bittiği, eldeki her şeyin mübalağa edildiği, boş, ama bomboş bir sanat dünyası!

‘Vasatın İktidarı’ bile denemez buna. Zira eğer vasat, yani ‘ortalama’ bu ise vay halimize!

Önceki gün Oppenheimer vizyona girdi ve kendimi Caddebostan Kültür Merkezi’nde buldum bir anda – sıcak mıcak dinlemeden.

Kuruldum koltuğa. Attım içimdeki tüm birikmiş şeyleri. Hatta derdi, tasayı da kenara süpürdüm. Muradım güzelliğe, hoşluğa yer açmak.

Film bittiğinde ise bağırsaklarım düğüm düğümdü. Ağzımda bir metalik tat. Ellerim yapış yapış…

Hayal kırıklığı denen şey, ne menem şeydir bilmek isteyen için ben onun vücut bulmuş hali gibiydim.

Sanırım filmi beğenmediğimi belirtmeme gerek yok. Nedenlerini çok kabaca anlatmaya çalışacağım. İlgilenmeyenler burada kesebilirler okumayı…

TEZ’Lİ, AMA LEZZETSİZ BİR FİLM

Oppenheimer, yaklaşık üç saatlik maraton içinde neredeyse iki saat boyunca bir belgesel edasıyla koşuyor. Farklı dilimlerde, yaklaşık bir saat de film olduğunu hatırlıyor ve onun gereklerini yerine getiriyor.

Film, büyük ölçüde, Oppenheimer’ın McCarthy dönemindeki cadı avı sürecinde aklanması üzerine kurulu: Amaç, kahramanı (!) Amerikan halkı önünde bir vatansever olarak göstermek.

Bu anlamda ‘tez’li bir filmle karşı karşıyayız, diyebiliriz.

Hiç kuşkusuz hemen hemen her şeyde bir tez var. Ancak tez, filmde amaç olunca, film nadiren film kalıyor.

Benzer şey roman için de geçerlidir. İyi yazılmış tezli romanlar yok mu? Var elbette. Jack London’ın Martin Eden’i, Stendal’ın Kırmızı ve Siyah’ı, Victor Hugo’nun Sefiller’i yahut Recaizade Mahmut Ekrem’in Araba Sevdası… Böyle romanlar arasındadır.

Tezli romanlar toplumsal sorunlara işaret ederek, okuyucuları harekete geçirmeyi amaçlarlar. Bir diğer önemli özelliği, karakterlerin ve olayların gerçekçi bir şekilde ele alınmasıdır. Yazarlar, okuyucunun olaylara ve karakterlere kolayca inanmasını sağlamak için detaylı bir araştırma yaparak gerçek hayattan örnekler sunarlar. Bu nedenle, tezli romanlar, tarihî olaylar, toplumsal hareketler veya kişisel deneyimlerden esinlenerek yazılırlar.

Tezli filmler de az çok böyledir. Lakin Oppenheimer, ne Sefiller ne de Martin Eden ayarında. Şekere ve süte boğulmuş ‘Latte’ gibi. Kana kana içiyorsunuz, ama iştahınızı kesmiyor, susuzluğunuzu gidermiyor; sadece şişiriyor!

NOLAN DİYOR Kİ: YORMA KENDİNİ, NE DÜŞÜNECEĞİNİ BEN SANA SÖYLERİM

Filmin özellikle ikinci yarısı, bu düşen kahramanın ayağa kalkıp kötüleri yenmesine ve sarsılan aile kurumunu yeniden tesis etmesine ayrılmış.

Bilim adamlarının tutkuları, bu tutkuyu politikacıların lehlerine kullanması gibi temalar da var elbette, ama dava sürecinde özellikle montaj, efekt ve müzikle yaratılan gerilimin çok arkasında kalıyor bunlar.

Maraton boyunca belli bir ritimle gidilirken, kıçına nişadır sürülmüş at misali koşuyoruz kalan bölümde. Yönetmen seyirciyi germeye çalışıyor. Muazzam patlama sahnesi… Muazzam müzik ve efektler… Peş peşe bindirilen yakın çekimler… Hız, hız ve hız!

Öyle bir hız ki, seyirci sadece tıkıştırıyor sofrasına konanları. Lezzetine varamıyor. Ne yediğini bile anlamıyor.

Belki de Nolan bunu istiyor: Düşünme, kafa yorma; benim sana enjekte ettiklerimi kabul et, yeter!

Atom bombası hadisesi bir yerden sonra tamamen tatbikat üzerinden işleniyor: Onca emeğin ardından patlayacak mı, patlamayacak mı? Tüm mesele bu!

Kabul etmek gerekir ki, bu son derece sinsice bir tavır; zira bu sayede olay bir başarı hikâyesine indirgeniyor.

Tatbikatı anlatan sekansta gerilim doruğa taşınıyor. Bomba patladığında, projede yer alan bilimadamları çocuklar gibi seviniyorlar: “Oldu! Başardık! Yes we can!”

 

FİLM, SİNSİCE DENGELEMELER ÜZERİNE KURULU

Hiroşima ve Nagazaki’ye, muhtemelen etik nedenlerle yer verilmemiş. Sadece isim olarak varlar.

Ancak yine de bir hinlik yapıp, film tipik bir başarı hikâyesine dönmesin diye bir iki halüsinasyon sahnesiyle durum dengelenmeye çalışılmış: “Acaba yanlış mı yaptık?”

İşin aslı, film bu tip sinsice dengelemeler üzerine kurulu. Böylece özünde yükselen, düşen ve son kertede tekrar yükselen bu apaydınlık kahramanlık hikâyesine, söz konusu insanlık suçunu işleyen ya da en azından değinen bir filmde katıksız bir ‘mutlu son’ azıcık ayıp kaçacağı için olsa gerek, son sahnede Einstein’la Oppenheimer arasında geçen kaygı verici bir diyalogla hafifçe ‘gölge’ verilmiş.

Gelgelelim özellikle Amerikan seyircisini her konuda olabildiğince rahatlattıktan sonra şu mesaj zihinlere nakşedilmiş: Oppenheimer bir vatanseverdir!

Nasıl ki savaşta ölenlerin diyeti, “ama hiç değilse savaş sona erdi, hatta savaşlar sona erdi; bu bomba yeni dünya savaşlarını önledi” ile ödeniyorsa… Oppenheimer’ın çapkınlıkları da “aslında iyi bir eş ve aile babasıydı” ile güzelleniyor.

Bunlar sadece iki örnek. Senaryo tamamen bu sinsilik üzerine kurulu.

Yani Oppenheimer, özünde kendini aklama sınavını başarıyla verip alkışlar eşliğinde topluluğa yeniden kabul edilen bir kahramanın hikâyesi bu.

Nolan’ın ne kadar şaibeli bir yönetmen olduğu malumumuz:

Batman serisinin üçüncü filmi Kara Şövalye, Occupy Wall Street hareketini lekeleme amacı güden feci sağcı bir filmdir.

Interstaller, yeryüzünü bir çöp poşeti gibi gözden çıkarmasıyla iklim krizi aktivistlerine karşıdır.

Dunkirk ise tarihi çarpıtarak “biz bize yeteriz” diyen eril Britanya imajıyla tam bir Brexit propagandasıdır.

Şimdi de komünist kimliğinden bütünüyle arınmış vatansever dâhi Oppenheimer üzerinden kişi kültü üzerine kurulu tipik bir Amerikan kahramanı yaratmış Nolan.

Yönetmen Christopher Nolan (FOTOĞRAF: JULIEN DE ROSA / AFP)

KÜÇÜK AMERİKA

Devir ‘mal’ın değil, ambalajın ve imajın mühim olduğu bir devir. Oppenheimer da fena halde iyi cilalanmış, ama içi kurtlu bir elma. Ki o kurt dahi plastik.

Aradan çeyrek asır değil, üç yıl bile geçmeden film Unutulmuşlar Havuzu’na atılacak. Oysa elinde sıkı senaryolarla tek bir film çekme hayaliyle yanıp tutuşan nice yönetmenler var stüdyo önlerinde.

Yok efendim, yok; Amerika’nın da farkı yok küçük Amerika’dan. Varsa bir yerlerle bağınız, ne yaptığınız pek de mühim değil, sizsiniz ağa, sizsiniz paşa!

Takip Et Google Haberler
Takip Et Instagram
WP2Social Auto Publish Powered By : XYZScripts.com