Ekonomist Müftüoğlu: Para değer kaybedince halk fakirleşir ama sermayenin kârı artar

Akademisyen Özgür Müftüoğlu, ‘Mehmet Şimşek ekonomisi’nin geniş toplumsal kesimler için olası sonuçlarını Kronos’a değerlendirdi.

ÖZLEM ERGUN 24 Haziran 2023 SÖYLEŞİ

Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nun 11 bin 402 lira olarak belirlediği asgari ücretin birkaç ay içinde açlık sınırının bile atında kalması sürpriz olmayacak. Zira enflasyona yetişebilmek mümkün değil.

Türkiye’de asgari ücretin böylesi yaşamsal olması bu ücretle çalışanların çokluğuyla ilgili… Asgari/en az/en alt sınır olması gereken asgari ücret, Türkiye’de çoktan ‘ortalama ücret’ haline gelmiş durumda.

‘En az’ diye belirlenen bu taban ücret, genel ücret düzeyini yükselten bir kaldıraç olması gerekirken Türkiye’de genel ücretleri aşağıya çeken bir işlev görüyor. Asgari ücret ile diğer ücretler arasındaki makasın giderek daralması, emeğin hakkının karşılıksız bırakılması demek.

‘MEHMET ŞİMŞEK EKONOMİSİ’: IMF’SİZ IMF  

Yeniden ekonomi yönetiminin başına getirilen Mehmet Şimşek, önceki döneminde asgari ücret başta olmak üzere maaş artışlarının sınırlı ölçülerde yapılmasını savunurken, sermayeye kaynak aktarmanın her türden yolunu açmıştı.

2007-2009 arasında IMF ve Dünya Bankası’nın da Türkiye yöneticiliğini yapan Şimşek’le birlikte ‘IMF’siz IMF politikaları’nın uygulanacağı ve ‘kemer sıkma politikaları’nın hayata geçeceğine şimdilerde sıklıkla dikkat çekiliyor.

“1980’den bu yana Türkiye ne zaman derin bir krizin içine girse kapitalizmin uluslararası düzenleyici kurumları, ‘kurtarıcı’ görüntüsüne bürünmüş bir teknokratı, ayar vermek üzere ekonomi yönetimine atamıştır” diyen çalışma ekonomisti akademisyen Özgür Müftüoğlu ‘ancak’ diyerek ekliyor:

“Erdoğan’ın yakın dönemde en önemli gündemi yerel seçimlerde mutlak bir galibiyet elde etmek. Bunun için de en azından yerel seçimlere kadar Şimşek’in temsilcisi olduğu neoliberal politikaları tam anlamıyla uygulamasına olanak verilmeyecektir.”

Müftüoğlu ile küresel piyasalarda rekabet gücünü arttırmanın yolu kabul edilen emek maliyetini azaltmak için baskılanan ücretleri ve ‘Mehmet Şimşek ekonomisi’nin sebepleri ile geniş toplumsal kesimler için olası sonuçlarını konuştuk.

ÇALIŞANLARIN YARISI ASGARİ ÜCRETLİ

Asgari ücretin Türkiye’deki anlamı nedir?

SGK Mart 2023 verilerine göre Türkiye’de işçi, memur, emekli ve onların bakmakla yükümlü olduğu (eş, çocuk vs.) 58 milyon 600 bin kişi var. Buna -TÜİK verilerine göre- istihdamın yaklaşık yaklaşık yüzde 20’sini oluşturan kayıt dışı olarak çalıştırılan 6 milyon 500 bin kişiyi de eklerseniz, 85 milyon 250 bin olan Türkiye nüfusu içinde 65 milyona yakınının ücretle geçindiği sonucuna ulaşırsınız. Bu da pek çok zaman “ücretliler” diye geçiştirilenlerin aslında bu ülkede yaşayanların dörtte üçünden fazlasını (yüzde 76.1) oluşturduğu anlamına gelir.

Türkiye’de ücretli çalışanların yaklaşık yarısı asgari ücret ve civarında bir ücretle istihdam edilir; diğer yarısı ise ücret ve sosyal haklarının belirlenmesinde (kıdem tazminatı, sigorta primi ve toplu iş sözleşmesi tabanı vs.) yine asgari ücret esas alınır. Dolayısıyla Türkiye’de ücretliler ile onların bakmakla yükümlü olduğu nüfusun çok büyük bir bölümünün sofrasındaki ekmeğin büyüklüğü ile asgari ücretin doğrudan ve dolaylı olarak ilgisi vardır.

Bu nedenle Türkiye’de asgari ücret, uluslararası normlara göre olması gereken, “ulusal düzeyde uygulanacak en az/taban ücret” olmanın ötesinde toplumsal sınıflar arasında gelir eşitliği ya da eşitsizliğini de belirleyen temel unsur halini almıştır. Toplumsal etkileri bakımından sahip olduğu önem, asgari ücretin belirlenme sürecinin de önemini arttırmaktadır.

İŞLEYİŞ VE KARARLARI TOPLUMSAL SINIFLARIN GÜÇ DENGESİ BELİRLER

Asgari ücreti belirleyen komisyonda, bünyesinde en fazla işçiyi barındıran DİSK ve HAK-İŞ konfederasyonları yer almıyor. Bu, önemli bir handikap olarak tarif edilirken Asgari Ücret Tespit Komisyonunun diğer temel sorunları nedir?

Asgari Ücret Tespit Komisyonu (AÜTK), işçi-işveren ve hükümet temsilcisinin yer aldığı neokorporatist bir yapıya sahip. Bu yapının işleyişi ve aldığı kararlar, Komisyon’da yer alan toplumsal sınıfların arasında oluşan güç dengesine bağlıdır. Kapitalist düzende bunu belirleyen -egemen konumundaki sermaye ve onun temsilcisi olan siyasi iktidarlar karşısında- işçi sınıfının gücüdür. Bu güç yılda bir veya iki kez toplanan AÜTK toplantılarında ortaya çıkmaz elbette, işçi sınıfının gücünü belirleyen sınıfın bilinç düzeyi ve örgütlü mücadelesidir. Dolayısıyla AÜTK’ten kaynaklanan sorunları değerlendirmeden önce işçi sınıfına ve onu temsil eden yapıların durumuna bakmak gerekir.

AÜTK içinde en çok üyeye sahip işçi konfederasyonu olarak Türk İş’in asgari ücretin miktarından doğrudan ya da dolaylı olarak etkilenen toplumun çok geniş kesimini oluşturan (önemli kısmı sınıf olma bilincine sahip olmayan) işçi sınıfını temsil etmesi gerekir. Ancak Türk İş, kurulduğu 1952 yılından itibaren bir sınıf örgütü olma iddiasında olmamış, sadece toplu sözleşmeler vasıtasıyla üyelerinin hak ve çıkarlarını savunmakla faaliyetlerini sınırlayarak “ücret sendikacılığı”nı benimsemiş; siyaset üstü olduğu iddiasıyla devletin/siyasi iktidarların bekasını işçi sınıfını çıkarlarının önünde tutan bir anlayışı benimsemiştir.

Bu bağlamda sadece bir ücret pazarlığı olmasının ötesinde toplumun geniş kesimlerinin yaşam koşullarını belirleyecek politik bir mücadele alanı da olan AÜTK’de Türk İş anlayışında bir sendikal yapının milyonlarca emekçiyi layıkıyla temsil etmesi zaten beklenemez.

ASGARİ ÜCRET TESPİT KOMİSYONU, ANTİ DEMOKRATİK BİR YAPIDIR

Burada sadece Türk İş’i eleştirilerin odağına koymanın eksik kalacağını da belirtmek gerekir. Zira işçi hareketinin son derece zayıflamış olduğu koşullarda Türk İş’in neden işçi sınıfının sorunlarına çözüm olamayan yapısını sürdürebildiği ve hâlâ neden en büyük işçi örgütü olabildiğini de sorgulamak gerekir. İşçi sınıfının sendikaların yanı sıra diğer bir mücadele aracı olan sınıf partilerinin durumu da bu sorgulamanın içine dahil edilmelidir.

Bu çerçeveden bakıldığında DİSK ve HAK İŞ’in AÜTK’de yer almaması demokratik bir sorundur ve temsiliyetin genişlemesi bakımından gereklidir elbette ama onların varlığının asgari ücret masasında işçi sınıfının gücünü arttıracak bir etkisi olur mu diye de sormak gerekir?

HAK İŞ, sendikal anlayış bakımından Türk İş’ten çok da farklı değildir. HAK İŞ’in farkı, siyasal İslam’a olan yakınlığıdır ki AKP iktidar olduktan ve devlet üzerinde hakimiyet sağladıktan sonra onun da devletle ilişkisi Türk İş’ten geri kalmamıştır.

Geçmişte sınıf ve kitle sendikacılığını savunmuş olan DİSK ise 90’lardan itibaren savunduğu uzlaşmacı (sosyal diyalogcu) sendikacılık nedeniyle sınıf mücadelesinden giderek uzaklaşmıştır. DİSK içinde yer alan mücadeleci sendika ve sendikacıları bir yana ayırırsak, DİSK’in de diğerleri gibi işçi sınıfına yabancılaşmaktan ve bürokratik bir yapıya bürünmekten kurtulamadığını söyleyebiliriz.

Özetlemek gerekirse, AÜTK kurumsal olarak anti demokratik bir yapıya sahiptir. Ama bunun en önemli nedeni işçi sınıfı hareketini zayıf düşüren ve etkisiz kılan örgütlü mücadeledeki sorunlardır.

‘BİR EVDE İKİ KİŞİ ÇALIŞSA…’: SINIFA YABANCILAŞMANIN TEZAHÜRÜ OLSA GEREK

DİSK Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu, Asgari ücret belirlenirken bir evde iki kişinin çalışması halinde o eve yoksulluk sınırının üstünde gelir girmesi güvence altına alınmalıdır” ifadelerini kullandı. Herkesin evli olduğunu ya da ailesiyle birlikte yaşadığını varsayan bu yaklaşım sorunlu değil mi? Tek başına yaşayanlar ne olacak?

Her şeyden önce sendikaların asgari ücretin neden yoksulluk sınırının bu kadar altında kaldığını kendilerine sormaları gerekir. Öyle ya sendikaların görevi tek işçi mi, iki işçi mi yoksa üç işçi mi bir arada yaşarsa yoksulluk sınırının üzerine çıkabileceği üzerine dilekte bulunması mıdır yoksa işçilerin emeklerinin karşılığını alabildikleri ve insanca yaşayabilecekleri bir ücret elde etmeleri için mücadeleyi örgütlemek midir?

Bunu yaptığında sendikaların -sorunuzda da vurguladığınız gibi- “kapitalizmin en mübarek kurumu olan aile”yi emekçilere dayatan sermaye ve devletten ne farkı kalır?

Çerkezoğlu bu sözü sarf ederken üzerinde ne kadar düşünmüştür bilmiyorum ama sendika(cı)lar uzlaşayım derken sıkça sermaye ve devletle aynı konumda düşüyorlar maalesef. Bu da yukarıdaki sorunuza yanıt verirken sözünü ettiğim “sınıfa yabancılaşma”nın bir tezahürü olsa gerek.

AKP, PATRONLAR İÇİN BÜYÜK ÇABA SARFEDİYOR

İşveren kesimi, devletten işçi başına brüt asgari ücretin yüzde 6sı oranında destek ile ayrıca 5 puanlık bir sigorta prim desteği talep ediyor. Bunun anlamı nedir? 

Türkiye ucuz emek üzerinden küresel rekabette kendisine yer arayan bir ülke. Bu nedenle işverenlerin tüm çabası ve bu arada devletten de talepleri emek maliyetlerinin düşürülmesi üzerine oluyor haliyle. AKP iktidarda bulunduğu 21 yılda uyguladığı neoliberal politikalara paralel olarak emek maliyetlerini düşürmek ve işverenlerin üzerindeki “istihdam yükü”nü hafifletmek için büyük gayret sarf ediyor.

Emek piyasasında esnek çalışma rejiminin dayatılması ve emekçilerin güvencesizleştirilmesi, sendikal hak ve özgürlüklerin engellenmesi (sendikasızlaştırma, grev yasakları vs) bu gayretin en önemli göstergeleri.

İşverenin istihdam yükünü hafifletmek için diğer bir uygulama ise çalıştırdığı işçinin vergi, sigorta primi gibi emek maliyeti olarak görülen kimi harcamalarının ötelenmesi, affedilmesi ya da devlet tarafından üstlenilmesi.

OY YATIRIMI OLARAK ASGARİ ÜCRET: İŞVERENİN YÜKÜMLÜLÜĞÜ TOPLUMA ÖDETİLİYOR

Asgari ücret desteği de yine bu kapsamda uygulanıyor ve iktidar partisinin özellikle seçim dönemlerinde “oy yatırımı” olarak asgari ücreti, işverenlerin talebinden daha yüksek belirlemesi halinde artan emek maliyetinin bir kısmı devlet tarafından karşılanıyor.

Devletin işverenlere yönelik tüm teşvik, istisna gibi harcamaları toplumun vergilerinden oluşan kamu bütçesinden ve İşsizlik Sigortası Fonu’ndan karşılanıyor. Başka bir ifade ile işverenin yükümlülüğü olan emek maliyeti devlet vasıtasıyla topluma ödettiriliyor.

İşverenin buradaki talebi de yine emeğine el koyduğu işçi için yapması gereken ve hiçbir zaman emeğin değerine karşılık gelmeyen harcamaları çoğunluğu emekçilerden oluşan topluma ödetilmesidir.

İşverenin bu talebi kapitalist üretim sistemindeki rolüne gayet uygundur; burada asıl sorgulanması gereken sendikaların ve emekçilerin temsilcisi olduğunu iddia eden siyasi yapıların bu konuda da sessiz kalmalarıdır.

DEVALÜASYON, KÜRESEL PİYASALARDA İŞ YAPAN SERMAYE İÇİN FIRSATTIR

Ulusal sermayenin, devalüasyon ve enflasyon sayesinde uluslararası piyasada rekabet gücünün artacağı hesabıyla avucunu ovuşturmaya başladığına dikkat çekiyorsunuz. Enerji kaynakları, hammadde ve makine teçhizatının büyük ölçüde dışa bağımlı olduğu koşullarda sermayenin umduğu rekabet gücü nasıl mümkün olacak?

Bir ülkenin parasının değer kaybetmesi (devalüasyon) o ülkedeki tüm ekonomik varlıkların ve kaynakların değer kaybetmesi, başka bir ifadeyle fakirleşmesi anlamına gelir. Ülkede topyekun fakirleşmeye neden olan bu durum, özellikle küresel piyasalarda iş yapan sermaye kesimi için fırsat olarak görülür.

Zira ülkeden pazarlanan varlıklar ya da ülkenin kaynaklarıyla gerçekleştirilen ürünler küresel pazarda (döviz cinsinden) daha düşük fiyatla satılabilir ve bu da rekabette üstünlük sağlar. Böylece değersizleşen kamusal varlıklar ve kaynaklar ucuza elden çıkarılırken toplumda yoksulluk daha da artar. Buna karşılık sermaye kesimi ve bu kaynakların idaresini elinde bulunduran iktidar sahiplerinden oluşan küçük bir azınlık ise büyük kâr elde eder ve daha da zenginleşir.

Üretimi (enerji kaynakları, hammadde ve makine teçhizatı vb) ithalata bağlı olan sektörlerde devalüasyonla birlikte maliyetler de artar tabiatıyla. İşte onlar da burada artan maliyetleri üretimin yerli unsuru olan emekçilerin sırtına yükler. Bunu da ücretleri açlık sınırının yani emeğin kendini yeniden üretme maliyetinin dahi altında bir seviyeye inmesiyle ve yukarıda sözünü ettiğimiz ödenmesi zorunlu istihdam giderlerini devlet vasıtasıyla toplumsallaştırarak gerçekleştirir.

‘KURTARICI’ GÖRÜNTÜSÜNDE BİR TEKNOKRAT İLE AYAR VERMEK…

Yerli ve milliiddiasındaki iktidar sözcüleri tarafından 2009-2015 yıllarındaki maliye bakanlığı döneminin sonunda ‘İngiliz bankerlerinin temsilcisidenerek bir anlamda aforoz edilen Mehmet Şimşek, şimdi ne oldu da yeniden ekonomi yönetiminin başına getirildi?

1980’den bu yana Türkiye ne zaman derin bir krizin içine girse kapitalizmin uluslararası düzenleyici kurumları, “kurtarıcı” görüntüsüne bürünmüş bir teknokratı, ayar vermek üzere ekonomi yönetimine atamıştır. 1980’de Turgut Özal, 1994’te Tansu Çiller, 2001’de Kemal Derviş ekonomiyi yönetmek üzere atanmış olan teknokratlardır. Bunlardan Özal ve Çiller teknokrat olmakla kalmayıp, uygulamakta görevli oldukları ekonomik programı kalıcılaştırmak üzere siyasi iradenin başında da yer almıştır.

Derviş ise teknokrat olarak ekonomiyi yeniden dizayn edecek kurumsal alt yapıyı hazırlamışsa da uygulayıcı olarak siyasette kalıcı olamamıştır. Derviş’in programının siyaseten uygulanmasını AKP üstlenmiş ve 2018’e kadar küresel oyun kurucularla sıkı ilişkiler içinde olan Ali Babacan, Mehmet Şimşek gibi isimlerin de katkısıyla bu programa sadık kalmıştır.

OTOKRATİK REJİM, BAŞKANLIK SİSTEMİYLE FİİLEN YAŞAMA GEÇTİ

2018’de 15 Temmuz darbe girişimi bahanesiyle ilan edilen OHAL koşullarında gidilen referandumla yasama, yürütme ve yargının tek elde toplandığı Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’yle birlikte otokratik bir rejim fiilen yaşama geçirilmiş oldu.

Diğer her alanda olduğu gibi ekonomi yönetiminde de AKP/saray iktidarı otoriter bir düzen içinde önceliği iktidarın bekasını korumaya verdi. Ali Babacan’la birlikte Mehmet Şimşek de ekonomi yönetiminden uzaklaştı ve bu süreçte neoliberal politikalar, irrasyonal ya da heteredoks olarak ifade edilen farklı bir yol izlenerek uygulanmak istendi. Küresel kurumların belirlediği kuralların dışına çıkılsa da sermayenin çıkarlarını kollama perspektifi değişmedi.

İrrasyonal ya da heteredoks olarak ifade edilen ekonomi anlayışıyla faizler sınırlandırılırken, Türk parası hızla değer kaybetti, enflasyon yükseldi ve bir taraftan ekonomide makro dengeler bozulurken diğer taraftan artan enflasyonist ortamda toplumun çok geniş bir kesimi beslenme ve barınma başta olmak üzere temel ihtiyaçlarını karşılayamaz hale geldi.

Pandemi ve Maraş depremleri ekonomik ve sosyal çöküntüyü daha da arttırdı. Sürdürülemez hale gelen ekonomi yönetiminin yeniden küresel piyasaların güvenini kazanacak bir düzleme gelmesi için 2018’de ekonomi yönetiminden ayrılan Mehmet Şimşek, bir teknokrat olarak yeniden ekonomi yönetiminin başına getirildi.

YEREL SEÇİMLERE KADAR TAM ANLAMIYLA UYGULANMAYACAK

Erdoğan’ın irrasyonal, heteredoks’  denilen ekonomi anlayışının yerini Mehmet Şimşekin şeffaf, öngörülebilir, uluslararası normlara uygundediği anlayış almış gibi görünüyor. Neoliberal ekonomilerde, tepetaklak giden makro dengeleri toparlamak için bir tür alet çantası’ olarak da iş gören bu kavram setinin toplumsal refahla ilgisi nedir?

Mehmet Şimşek uluslararası sermayeye güven veren bir isim olduğu için göreve getirildi. Ancak Erdoğan’ın Şimşek’i -daha önce Özal, Çiller ve Derviş gibi- “uluslararası normlara uygun”, “rasyonel” politikaları uygulamakta tam yetkili kılacağını zannetmiyorum. Erdoğan’ın yakın dönemde en önemli gündemi yerel seçimlerde mutlak bir galibiyet elde etmek. Bunun için de en azından yerel seçimlere kadar Şimşek’in temsilcisi olduğu neoliberal politikaların tam anlamıyla uygulamasına olanak verilmeyecektir.

Neoliberal politikalar 1980’den buyana Türkiye’de uygulanıyor. Aradan geçen 43 yılda kamu işletmeleri ve kamu malları özelleştirilmiş, kamu hizmetleri piyasalaştırılmış ve ekonomi yönetimi bağımsız kurullar aracılığıyla piyasaya devredilmiştir. Toplumun ekonomi yönetimi üzerindeki söz hakkının ve denetiminin tamamen piyasaya yani sermayeye devredilmesiyle birlikte devlet sosyal işlevlerini terk ederek, tüm toplumsal ilişkileri sermayenin talepleri doğrultusunda yeniden düzenleyen bir role bürünmüş ve kamu işletmeleri, kamu varlıkları ve kamu hizmetleri sermaye için kâr alanı haline dönüştürülmüştür.

Öte yandan Türkiye’de “yatırım ikliminin” oluşturulması yani, sermayenin daha fazla kâr edebileceği bir ülke haline getirilerek sermaye için “cazibe merkezi” haline gelmesi, işçi sınıfının tüm kazanımlarının ortadan kaldırılmasına emekçilerin yoksullaşmasına yani emek sömürüsünün arttırılmasına yol açmıştır.

ŞİMŞEK’İN PROGRAMI, SOSYAL YIKIMA YOL AÇAN POLİTİKALARIN DEVAMI OLACAKTIR

Mehmet Şimşek’in çantasındaki “rasyonel” olarak tanımlanan program, bu tablonun devamı anlamı anlamına gelir. Ancak Şimşek’in bu programının engellenerek “irrasyonel” olarak anılan programın uygulanması da 2018’den bu yana uygulanan ve ekonomiyi çöküş noktasına getiren sosyal yıkıma yol açan politikaların devamı olacaktır.

Kısacası AKP iktidarının ve -seçim sürecinde anlaşıldığı üzere- Millet İttifakı partilerinin elindeki seçeneklerin emekçiler başta olmak üzere toplumun çok geniş kesimlerine refah getirmesi mümkün değildir.

Takip Et Google Haberler
Takip Et Instagram