“İşe yarar” vatandaş olmak yahut olmamak – işte tüm mesele bu!

Saymaya üşeniyor insan. Ne kadar menfi, ne kadar şirret, ne kadar rezil, ne kadar yararsız şey varsa, hepsi değilse bile çoğu bizde. Dolayısıyla bizim hikâyemiz olsa olsa bir korku hikâyesi olur. Ve korku hikâyelerinde son daima kötüdür. Böyle bir süreçte ‘işe yarar’ olmak kimin aklına gelir Allah aşkına!

BERKE KAYA 13 Ağustos 2023 GÖRÜŞ

Türkiye nüfusu için alarm zilleri çalıyor. Çalıyor; çünkü, günden günde artan yabancıları saymazsak, nüfus adeta eriyor, azalıyor. Daha düne kadar gençlerinin niceliğiyle övünürken bugün hızla yaşlanan ülkeler arasındayız. Bunun acı bir tarafı var: Demografik fırsat penceresi kapanıyor.

Hal böyleyken sürekli baskılanan döviz freni patladı. Enflasyon çarkının dişleri kırıldı. Ancak asıl yarılmayı ekonomik çökme değil, hür düşünceye vurulan pranga tesis etti. İlkin benden ve senden arasına sıkışan kesim soluğu dışarıda aldı. Sonra ‘giderlerse gitsinler’ dediği doktorlar… Beyin göçünün son ve en net karesini ise bin 500 akademisyen oluşturdu. Böylelikle yalnız gündelik hayat değil, kamusal alan da çölleşti.

Nazi Almanyası’ndan kaçan bilim insanları bu kadar değildi.

Düşünün, demek ki Şahsım Cumhuriyeti’nin yarattığı iklim, ne menem bir iklimse, Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi’nin (NSDAP) akademiyi tasfiyesine baskın geliyor.

Sosyal duygular, siyasal sonuçlar doğurur. Böyle diyor Richard Sennett. Böyle diyor ve ekliyor: Yani o ‘duygu’ diye küçümsediğimiz şey, insanların bir arada yaşama becerisini geliştiren bağlar yaratır ve toplumsallığı inşa eder.

Sennett’in ‘kamusal insan’ı güncel modernliğe ait sancılar sebebiyle çökerken, durum bizde hayli hazin: Gericiliğin ateşine odun taşımak istemeyenlerin çaresizliği dekedansı yaratan.

Ama gelin Çetin Altan’a itimat edip enseyi karartmayalım. Kişisel gelişimcilerin ‘olumlu bak’ mottosu gibi…

Şurası açık: Son yıllarda tüm dünyada birbiri ardına gelen ve iç içe geçmiş krizler, umutlarımızı azaltıyor.

Ancak yine de bir çıkış var bu labirentten: Harekete geçmek ve dayanışmanın gücüne inanmak.

Masal gibi değil mi?

Oysa masallar güzel söylenmiş yalanlardır. Ve işinde bulunduğumuz ahval içinde yalana değil hakikate ihtiyacımız var sanki.

Yine de, ne bileyim, Yeni Vatandaşlık Projesi’nin (New Citizenship Project) kurucu ortağı ve yazar Jon Alexander’ın karalamalarını okumak belki iyi gelir dedim. Psyche internet sitesindeki yazısını satır satır okudum.


İNSANA İNANCIMIZI MI KAYBEDİYORUZ?

Hiç kıvırtmaya gerek yok. Sosyal zenne miyiz biz?

İnsana da, insanlığa da inanmıyoruz artık. Hemen düzelteyim: Eski kadar inanmıyoruz.

Bir cephe, büyükçe bir cephe, zaten düşünmüyor. Ağızlarına bırakılan sakızın şekeri geçene kadar çiğneyip duruyorlar bir ezberi. Kim attıysa o sakızı, onun şarkısını mırıldanıyorlar tüm çiğneme boyunca. Sonra sakız atılıyor, sıra elma şekerine geliyor. Bir müddet de o avutuyor karın gurultusu metrelerce öteden duyulan. Ama o sağır. Kendine ve çevresine sağır. Kendi ve milleti için bir şey dileyecek, bir şey yapacak durumu yok

Bir cephe, arada/arafta bir cephe; kuklanın ipini tutan kişinin sözcüsü… Onun dediğini altındakine dikte ediyor. Onun demediğini de o demiş gibi dikte ediyor altındakine. Böylece kakofoni başlıyor. Kraldan çok kralcı olmak – eh, az çok bu işte!

Bu kaos, kendinizi dünyadan kopmuş hissetmemizi sağlıyor, çok şükür.

Başımızı azıcık yukarı kaldırsak, görüyoruz ki, Rusya Ukrayna’yı işgalle meşgul. Biraz ötede Çin ile ABD didişiyor. Küresel iklim kasıp kavuruyor her yeri. Ama yetmez; sofraya giderek artan eşitsizliği, yoğun izolasyonu, işsizliği ve aidiyetsizliği de ekleme gerekir muhakkak.

Kontrolümüz dışında gelişen ne çok şey var.

Belli ki bir çöküş dönemindeyiz.

Bizler kendimizi, birbirimizi ve gezegenimizi bozuyoruz.

Jon Alexander, benim çöküş demekten gocunmadığım şeye (!) o yenilenme diyor. Ve ekliyor: “Sekiz yıl boyunca Yeni Vatandaşlık Projesi adlı bir danışmanlık işini yürüttükten sonra ve 2022’de yayımlanan Vatandaşlar adlı kitabım için yaptığım tüm araştırmalarda, bozulan şeyin insan doğası değil, son 80 yıldır neredeyse tüm insan toplumu üzerinde giderek artan etkiye sahip bir hikâye olduğunu fark ettim. Bunu fark ettiğinizde, insanlığa olan inancınızı geri kazanmaya başlayabilirsiniz; bunu sadece bir çöküş değil, bir yenilenme zamanı olarak görmeye başlayabilir ve adım atmanın yepyeni yollarını bulabilirsiniz.”


HAY BİN KUNDUZ

Bayılıyorum böylelerine. Yediğin kazıkları toplar yakarsan ısınırsın. Toplamazsan canın yanar, hatta kan kaybından ölürsün. Ama üzülme… diye uzar gider hikâye.

Biri de çıkıp şu kazıklar nasıl yenilmez, onu öğretmez. Yahut: Bu kazığı atanı kolluk kuvvetleri yakalar, hukuk cezasını verir, yanına kâr kalmaz diyen de pek çıkmaz.

Oysa diş gıcırdamıyor artık. Çünkü ortada diş yok.

Jon Alexander ilginç biri yine de… Biraz önce sözünü ettiği ‘hikâye’de, bireyler olarak rolümüzün, toplum için en iyi sonuçları elde etme temelinde kişisel çıkarlarımızın peşinden koşmaktır, diyor.

Şuradan şuraya uzanmaya takati kalmamış insanlar için ne bulunmaz tavsiye ama.

Ezber aynı: Kendimizi rekabetle tanımlarız. Yol boyunca yaptığımız seçimler gücümüzü, yaratıcılığımızı, kimliğimizi temsil eder; bizi biz yapan seçimlerdir.

Hay bin kunduz!

Bizi biz yapan seçimlerimiz ya…

Neredeyse çeyrek asırdır müthiş bir istikrarla yaptığımız seçimler.

Son anket umudumuzu harlı tutmak için fırsat da veriyor hem. Neymiş, son seçimde oy kullananların yüzde 72’si verdikleri oyun değiştirmek istemiyormuş.

Muhteşem bir şey. Aranıp da bulunmayacak bir şey.

Güldürmeye bir şaka gibi. Ama bu şaka, kimilerinin ölüme yakın deneyimler yaşamasına sebep oluyor. Kimin umurunda.

Jon Alexander diyor ki: Bir eşitsizlik krizi yaşıyoruz, çünkü bize başarının rekabet ve birikim olduğunu söyleyen bir hikâyenin içindeyiz. Ekolojik bir krizimiz var, çünkü bize doğadan ayrı olduğumuzu ve ona hükmetmemiz gerektiğini söyleyen bir hikâyeye hapsolmuş durumdayız. Bir yalnızlık krizi yaşıyoruz, çünkü hikâye bize, tek başına hareket etmesi (ya da etmemesi) gereken bağımsız bireyler olduğumuzu söylüyor. En tehlikelisi ise bu krizler karşısında kendimizi güçsüz hissetmemiz ki bu da hikâyenin bir sonucu. Bireysel seçimlerimiz varlığımızı temsil ettiğinden, hikâye bize dünyanın sorunlarını çözmek için yapabileceğimiz tek şeyin farklı seçimlerde bulunmak olduğunu söylüyor: Yeniden kullanılabilir bir bardak kullanmak, daha kısa süreli duşlar almak, uçmak yerine trene binmek. En güçlü eylemimiz olduğu varsayılan oy verme bile, muhtemelen bireysel tercihin başka bir ifadesi. Yanlış anlamayın, bunlar önemli ve yapılması iyi şeyler ama derinlerde, çoğu insan bunların karşılaştığımız zorluklarla orantılı olmadığını anlayacaktır.


NASIL VATANDAŞ OLUNUR?

Ne harika, değil mi?

Muhteşemden azıcık daha iyi!

Telkin ettiği şu efendim: Zamanımızın krizlerini bir hikâye krizi olarak gördüğümüzde, hepimizin onu değiştirecek güce sahip olduğunun farkına varırsınız. Bu tür bir güç, süpermarketteki ve hatta sandıktaki kişisel tercihlerinizin çok ötesine geçer; bu, yalnızca size sunulanları ihtimallerin sınırları olarak kabul etmekle kalmayıp, seçenekleri şekillendirmek için varlığınıza sahip çıkmakla ilgilidir.

Henüz düşüp bayılmadıysanız, son darbeyi şöyle indiriyor. Dahası, nasıl vatandaş olunacağına dair dört adım sıralıyor:


Hikâyeyi bulun

Sadece fark ederek başlayabilirsiniz. Etrafınıza bakın. Her gün, kendimizi birer tüketici olarak düşünmemizi şart koşan mesaj bombardımanına tutuluyoruz. Birbirine bağımlı sosyal varlıklar yerine bağımsız ve kendine yeten bireyler olarak görülüyoruz. Bu sadece en yeni akıllı telefon reklamlarıyla ilgili de değil. Bir belediyenin ‘müşteri hizmetleri yardım hattı’ olması veya siyasi bir kampanyanın yalnızca tıklama sayısı ile ilgilenmesi de bu kapsamda. Ne yazık ki kuruluşlar nadiren bizimle vatandaşmışız gibi konuşuyor. (…)

İlk adım, Yurttaş Hikâyesi’nin nerede ortaya çıktığını ve Tüketici Hikâyesi’nin daha kalıcı ve önemli bir değişim yolunda nereye gittiğini belirlemekle ilgili. (…) Belki de etik konularla ilgili bir işte çalışıyorsunuz ya da bir topluluk projesini veya kampanyasını destekliyorsunuz. Yaptığınız ‘iyi şey’ ne ise, ona yeni bir gözle bakın ve şu soruları sorun:

– Bu ‘iyi şey’ insanlarla birlikte mi yoksa insanlar için mi olumlu bir değişim yaratıyor?

– Ne tür bir dil kullanıyor? Bu dil, insanlara katkılarını sunmaya ve katılıma davet eden aktif vatandaşlar olarak mı yoksa pasif tüketiciler olarak mı hitap ediyor?

– Bu ‘iyi şey’, farklı geçmişlere sahip daha fazla insanı daha fazla dahil ederek, onlarla farklı şekilde konuşarak ve onların becerilerinden, tutkularından, empatilerinden ve fikirlerinden yararlanarak nasıl daha da iyi hale gelebilir?

Hikâyeleri kendi dünyanızda görmeye başladıkça, ötesindeki dünyaya bakmaya ve onları orada da bulmaya başlayabilirsiniz. (…) İş dünyasında, çok sayıda start-up ve büyük şirket, müşterilerinin ellerine anlamlı bir güç veren ve bu süreçte zengin bir fikir akışı sağlayan yapılar yarattı. Hayırseverlik sektöründe de, büyük kuruluşların stratejilerini basitçe para istemekten uzaklaştırarak yeniden yönlendirmesi ve bunun yerine sahada değişime öncülük eden vatandaşların enerjisini desteklemesiyle büyük bir değişim yaşanıyor. (…)


Kaydolun

Vatandaş olmak, tek başınıza değil, diğer insanlarla birlikte olur. Belli mecralara kaydolmak veya üye olmak, yalnız olmadığınız gerçeğini benimsemede çok önemli bir psikolojik adımdır. Aynı şeyleri önemseyen başka insanlar da var, onları destekleyebilir ve onlarla birlikte çalışabilirsiniz. Bunun büyük bir taahhüt olması gerekmez. (…)

Birkaç fikir:

– Kuruluşların bültenlerine abone olun. (…)

– Yerel sosyal medya gruplarına katılın. Örneğin mahallenizin WhatsApp veya Facebook grubu olabilir. (…)

– Büyük bir kuruluş için çalışıyorsanız, ilgi alanlarınıza uygun personel gruplarına, derneklere ya da LinkedIn’de ilgili meslek ağlarına bakın ve oradaki sohbetlere dahil olun. (…)

 

Katılın

Bir sonraki adım, yalnızca orada olmaktan aktif katılıma geçmektir. Bunu yapmanın pek çok yolu vardır, önemli olan sizin için işe yarayanını bulmaktır. (…)

Sonraki adımı nasıl atabileceğinize dair birkaç fikir:

– Becerilerinizi paylaşın (ve yenilerini öğrenin). Neyin iyi olduğunu ve nelerden hoşlandığınızı düşünün ve becerilerinizi sunmanın bir yolunu bulun. (…)

– Vatandaş bilim insanı olun. Veri toplamak, özellikle zamanınız kısıtlıysa, fark yaratmanın gerçekten basit ve kullanışlı bir yolu olabilir. (…)

– Bir proje veya hareket için kitle fonlaması yapın. Biraz nakit paranız varsa, önemsediğiniz bir projeye dahil olabilir ve projenin yatırımcı ve hayırseverlerden oluşan topluluğuna katılabilirsiniz. Bunu Kickstarter’dan Indiegogo’ya kadar herhangi bir kitlesel fonlama platformunda yapabilirsiniz. (…)    

Bir hareket başlatın

Dördüncü adım, katkıda bulunmak istediği topluluğu ve içindeki yerini bulanlar için geçerli değildir. Henüz bulamayanlar, kendileri bir şeyler başlatmayı deneyebilirler. Bunu yaptığınız takdirde, amacın, kendinizi kahraman haline getirmek ya da tüm işi üstlenmek olmadığını unutmayın. Başkalarının da dahil olması için yer ve alan açmak önemlidir. Bu sayede üzerinizdeki baskı azalacaktır.

Hangi alanda değişim yaratmak istediğinize dair fikir edindikten sonra, başlamayı daha kolay ve yönetilebilir hale getirmenin yolları şunlardır:

– Önce bağlantılar kurun. İlerlemeden önce, insanları bir araya toplayın, aklınızdan geçenleri konuşun, ilgilendiğiniz konu etrafında hâlihazırda olup bitenleri araştırın. Bir şeye başlamak birlikte hareket etmekle olur, başkalarını davanız için seferber etmekle değil.

– Mevcut yapılar içindeki fırsatları arayın. Olumlu bir değişiklik yaratmak için tamamen yeni ve bağımsız bir şey yaratmanız gerekmez. Size ilham veren topluluk liderliğindeki hareketleri bulmaya çalışın. (…)

– Hızlı ve küçük adımlar atın, fazla düşünmeyin. Grubunuz ne yapmak istediğine dair bir fikre sahip olduğunda, büyük bir plan geliştirmek için uzun yıllar harcamaktansa (ki kendinizi yormuş olursunuz) birlikte yapılacak küçük bir eylem bulmanın daha iyi olduğunu unutmayın. (…)

– Başarıları kutlayın. Bu çok önemlidir ve kolayca gözden kaçırılır. İşler iyi gittiğinde bunu diğerlerine anlatın. Ekibinizle başarılarınızı kutlamaya zaman ayırın ve herkesin katkısını takdir edin. (…)

 

MASAL DEĞİL, KORKU HİKÂYESİ BU

Masalı masal yapan, sonunun hep iyi, hep güzel bitmesidir. Jon Alexander da bize böylesi bir masal anlatıyor mır mır. Ama burası Türkiye! Kıta Avrupası değil. Kapitalist diye günah keçisine çevirdiğimiz Almanya’daki sosyal hakların yüzde birine sahip değiliz.

En çok hapiste yatan gazeteci bizde.

En çok çocuk ölümü bizde.

En çok cumhurbaşkanına hakaret suçu sebebiyle yargılanan ve ceza alan bizde.

En yüksek enflasyon ve en büyük işsizlik bizde.

Saymaya üşeniyor insan. Ne kadar menfi, ne kadar şirret, ne kadar rezil, ne kadar yararsız şey varsa, hepsi değilse bile çoğu bizde.

Hal böyleyken bizim hikâyemiz olsa olsa korku hikâyesi olur. Ve korku hikâyelerinin başında da, sonunda da birileri daima ölür. Kan gövdeyi götürür. Ve suçlu yakalanmaz.

İşin tuhafı sinemanın kapıları da kapalı. Kapıların ardında jandarma…

Çıkmaya çalışsan çıkamıyorsun. Hadi çıktın diyelim, coptan kurtulamıyorsun.

Böyle bir süreçte ‘işe yarar’ olmak kimin aklına gelir Allah aşkına!

Takip Et Google Haberler
Takip Et Instagram