Gezi’ye siyah perde indi, bir sembol daha çekildi kültür gökyüzümüzden

Kuruluşundan bu yana üç defa ‘kırılma’ yaşadı Gezi Pastanesi. İlki Gezi olaylarıydı. İkincisi Atatürk Kültür Merkezi’nin yıkımı. Üçüncüsü ise pandemi ve sonrasındaki ekonomik kriz…

BERKE KAYA 23 Ağustos 2023 YAŞAM

Rivayet edilir ki, Paris yansa, yerle yeksan olsa, bu koca şehri Balzac’ın romanlarından yola çıkarak sokak sokak, bina bina yeniden inşa etmek mümkündür.

Muhtemelen gerçekçiliğine atıf yapılıyor burada Balzac’ın.

Benzer bir rivayet de Zola için söylenir. İkisi arasındaki fark şudur: Biri (Balzac) 1848 öncesi gerçekçiliğin, diğeri (Zola) ise 1848 sonrası gerçekçiliğin anlatıcısıdır.

Oysa bu yazarlara yönelik rivayetin ardında şu yatar sanki: Paris öyle bir şehirdir ki, muazzam ve dokunulmazdır; değişimi kendi içinde yaşar ve bunların radikal olma olasılığı düşükten de düşüktür.

Şehir dediğim şey, şöylesi ya da böylesi bir mimari tasarımın üzerinde gelişigüzel dolaşan insan kalabalığı değildir; plandır, mekândır daha çok. Ve bu mekânlara yüklenen metaforlardır.

Mesela Champs-Élysées (Şanelize) denince akla el ele tutuşarak yürüyen âşıklar gelir.  Bunda Jean Seberg’in oynadığı Serseri Âşıklar filminin etkisi büyük olsa gerek.

Sonra Fransa Bisiklet Turu gelir. Zira 1975’ten bu yana yarışmanın ‘final etabı’ burada yapılır ve kapanış seremonisi burada düzenlenir.

Ayrıca her sene Aralık ayında Champs-Élysées gelin misali ışıklarla süslenir. Bu etkinliğin açılışını Alain Delon, Catherine Deneuve, Johnny Hallyday, Patrick Bruel, Florent Pagny, Lara Fabian, Monica Belucci veya Vanessa Paradis gibi Fransız ünlüler yapar.

Bu bulvar, yerli ve yabancı turistlerin akın ettiği bir yerdir. Bulvarın alt kısmında, kenarında yeşillik (Marigny Parkı) ve az da olsa binalar (Théâtre Marigny, Petit Palais, Grand Palais, Palais de la découverte, Élysée Sarayı) mevcuttur. Bulvarın üst kısmında ise lüks butikler, sinemalar, Lido Kabaresi, tiyatrolar (Théâtre des Champs-Élysées), restoranlar (Fouquet’s) ve ünlü kafeler bulunur.

Birinden biri eksik olsa kıyamet kopar. Her biri çünkü bir bütünün ayrılmaz parçasıdır.

 

Cadde-i Kebir’den İstiklal’e uzanan yol hikâyesi

Vaktiyle İstiklal Caddesi de Champs-Élysées misali bir yerdi. Onun kadar tarihi, onun kadar turistik ve hatta mistik.

Cadde-i Kebir (Büyük Cadde) derdi Osmanlılar. Fransızlar içinse Grande Rue de Péra…

Tünel’den Taksim Meydanı’na kadar hafif kıvrılarak tırmanan 1,4 kilometre uzunluğunda bir yol.

Hiç kuşkusuz her sabahın ayrı bir kokusu, rengi ve müziği var. Ancak bu koku, bu renk ve bu müzik bazı yerlerde biraz farklıdır, biraz özgün ve biricik…

Öyle ki, Aliye Berger, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Bedri Rahmi Eyüboğlu başta olmak üzere birçok yazarın, sanatçının yaşadığı, çalıştığı Narmanlı Han burada…

Padişah II. Abdülhamid tarafından sarayın resmi terzisi ve modacısı Jean Botter için yaptırılan Botter Apartmanı burada…

1980 öncesinde Türk sinemasının kalbi Yeşilçam burada…

İstiklal Caddesi işte böyle bir yerdi. Türkiye’nin istisnasız en kozmopolit bölgesi…

Bankalar; bijuteri, kundura-çanta dükkânları; her türlü damağa ve bütçeye hitap eden fast food büfeleri; balık lokantaları; muhallebiciler, pastaneler; meyhaneler, türkü ve rock barları, fasıl mekânları; tiyatro, sinema, kitabevleri ve sanat galerileri…

Ve sonra burası yavaş yavaş çekildi hayatımızdan. Tiyatrolar kapandı, galeriler taşındı, sinemalar AVM yapıldı, barlar, içkili mekânlar Kadıköy’ü, Beşiktaş’ı mekân tuttu.

Başka bir deyişle o afet, o fettan, o civelek İstiklal, görkemli günlerini arayan yaşlı, yorgun ve bakımsız biri gibi başını dizlerinin üzerine koyup ölmeye yattı.

Bu kapanma zincirine yeni bir halka daha eklendi: Gezi Pastanesi kepenklerini indireceğini açıkladı.

Gezi ve Üç Kırılma

Gezi Pastanesi,  şehrin hafızasında Baylan, Lebon, Markiz, İnci, Ali Muhiddin Hacı Bekir gibi yerini almış bir mekândı.

Atatürk Kültür Merkezi’nin hemen yanında Gümüşsuyu caddesinin başında, 1987’de kurulan bu yer, bir ‘uğrak’ durağı değil, bir ‘yaşam alanı’ydı çoğu müdavimi için.

Hilmi Yavuz’dan Selim İleri’ye, Doğan Hızlan’dan Ali Poyrazoğlu’na nice yazar, nice çizer, nice ses burada buluştu, burada oturdu, burada söyleşti.

Gazetelerde yayınlanan çoğu ‘sanatçı söyleşileri’nin neredeyse ayrıcalıklı mekânıydı.

Kuruluşundan bu yana üç defa ‘kırılma’ yaşadı. İlki Gezi olaylarıydı. İkincisi Atatürk Kültür Merkezi’nin yıkımı. Üçüncüsü ise pandemi ve sonrasındaki ekonomik kriz…

Gezi olaylarından sonra her yerin kapandığını söyleyen pastanenin sahibi Hakan Kıran, önemli bir noktayı işaret ediyor: “Yıllardır her türlü engellemeye karşı mücadele etmeye çalışıyorduk.”

Engelleme?

Bir pastane varlığını sürdürmesi için niye bir mücadele içine girsin ki…

Ama devir başka… Kültür ve onun temsil ettiği şeylerin pek önemi yok. Atıştırmalık olarak görüldüğü için zaten eksilmediler mi hayatımızdan bir bir…

İkinci kırılma AKM’nin yıkılması. Yerine başka ‘şey’lerin yapılacağı iddialarıyla geçen zamanın ardından kültür hizmetine (!) açılan bina, artık eskisi gibi değildi.

İnşa süreci ve sonrasında ‘insan’ malzemesinden çok şey kaybetmişti. Sonra da çevredekilere kaybettirmişti.

İnsan malzemesi dediğim şu: AKM bünyesinde sahnelenen nice oyun, gösteri ve sergi için sanatçılar provalara gelir, gelirken ve giderken Gezi’de otururdu. Bir atölye gibiydi, bir yanıyla…

Ancak AKM yeni haliyle açılırken bazı düzenlemelere gidildi; teras olarak kullandıkları alana beton dökülerek heykel yapıldı ve Gezi’nin dışarı taşması engellendi. Açık havayla irtibatı kesildi.

Oysa Gezi açılışın kendisi için bir ‘ikinci bahar’ olmasını umuyordu. Kâbusun başlangıcı oldu.

Tabii izlenen ve diretilen kültür (!) politikaları sebebiyle bale, opera neredeyse yoklar fısıltısına karıştı. Oyunlar zayıfladı ve hızlı tüketime ‘alet’ edildi.

Üçüncü kırılma da pandemi ve sonrasıyla geldi. Üretim maliyetlerinin artması, müdavimlerinin gelirlerinin aynı oranda artmaması, yükselen kiralar, Taksim’in bir cazibe merkezi oluşundan uzaklaşması, kültüre dair etkinlikleri bazı semtlere sıkıştırılması… vs. vs. Her şey eksile eksile Gezi’yi kepenk indirmeye kadar götürdü.

Mimar Hakan Kıran (Fotoğraf: Recai Kömür / DepoPhotos)

AKP’nin mimarı AKP projesine yenik düştü

Gezi Pastanesi olarak bilinen yeri, binasıyla birlikte 2000’de satın alan mimar Hakan Kıran, bir yıl süren restorasyonun ardından burayı Gezi İstanbul olarak tekrar hizmete açmıştı.

Hakan Kıran salt bir yatırımcı, bir işletmeci değildi ki… O bir tenordu.

Ayrıca eşi Tülin Kıran bir içmimar. Hatta çellist ve soprano…

İşin bir başka yanı da şu: Hakan Kıran, Kadir Topbaş döneminde Kabataş’a yapılması planlanan, ardından iptal edilen projenin mimarı… Yalnız onun mu? Değil tabii…

Prof. Muhteşem Giray’ın öğrencisi olan Kıran, AKP döneminde Nazi Almanyası’nın Albert Speer’i gibi… Ancak onun kadar yetenekli olmayanı…

Yine de Ring İstanbul’un bisiklet yolu, Haliç Metro Geçiş Köprüsü, Kanat Çırpan Martı projesi ve daha nicesi onun…

Martı’ya yönelik eleştiriler ayyuka çıkınca kendini savunmak adına söylediği sözlerdir Speer ile paralellik kurmamıza yol açan: “Ben modern tasarım yaptım. Onu iyi veya kötü kullanmak yöneticilere idarecilere kalmış.”

Ne tuhaf, bir yanda, kapitalizmin harlı ocağına odun taşımaktan yüksünmeyen biri, öte tarafta ise şu sözleri söyleyen biri: “[Pastanede] Kırk kişi çalışıyordu. Dört tane mutfağımız vardı. Her şeyi kendimiz üretiyorduk. Ya küçülmeye giderek kalitesini değiştirecektim. Ben hayatımda hiç önce ticaret, para düşünmedim. Önce insanın kendi kalitesi. Kalitesizleştirmek yerine maalesef kapamak zorunda kaldım.”

Bu tuhaf bir denklem: Esere mi bakmalı, esere üretene mi?

Hasan Ali Toptaş, çok sevilen ve öykünülen bir yazardı. Bir dedikodu, bir rivayet çıktı ve sosyal medyada linç edildi. Henüz hukukun kapısı dahi çalınmazken Alfa kitaplarını basmaktan vazgeçti. Hatta bir adım ileri gidip piyasadaki kitaplarını toplatacağını söyledi.

Bir anda unutuldu yahut hoyratça unutulmaya bırakıldı Hasan Ali Toptaş.

Peki, burada ceza kime kesildi? Hayranlığımız Toptaş’ın kendine miydi, yoksa eserlerine mi? Eğer ceza Toptaş’a ise okurları niye eserlerine ulaşma hakkından yoksun bırakıldı?

Benzer bir hadise Gezi İstanbul ve Hakan Kıran bağı için de geçerli… Mimari çalışmaları türlü eleştirilere yol açıyor diye ‘güzel’ ve ‘klasikleşmiş’ bir Gezi’yi kötülemek yahut yok saymak mı gerekir?

Buralarda biraz oyalanmak ve derince düşünmek gerekir sanki…

 

Gezi Köftesi – Etli Pazı Sarması

Gezi demek biraz portakallı-bademli pasta, biraz da el yapımı çikolata demekti.

Kendi üretimleri olan çikolatalarda katkı maddesi bulunmazdı.

Sonra ekşi mayalı ekmekleri efsaneydi; hem satılır hem de masaya servis edilirdi.

Barista bölümünde organik kahve kavrulur ve o taze taze, buharı üstünde ulaşırdı müşteriye.

Restoran menüsündeki klasikler saymakla bitmezdi: pepper steak, etli pazı sarma en iddialıları.

Ama yemek kültürümüze “Gezi Köftesi” olarak geçen bir de köfteleri vardı.

Sonra vejetaryen seçenekler de söz konusuydu.

Kestaneli, portakallı-bademli ve vişneli-çikolatalı pastalar mönünün olmazsa olmazları…

AKP’nin Albert Speer’i olarak eleştirilen Hakan Kıran’ın şöyle bir hülyası vardı: “Avrupa’daki operaların nasıl klasikleşmiş kafeleri varsa buranın da AKM’yle birlikte o şekilde anılması…”

Vaktiyle sandalyenin yeri değiştiğinde bile tepki gösteren müdavimler çekilince, bir sembol daha çekildi kültür gökyüzümüzden.

 

Takip Et Google Haberler
Takip Et Instagram