Edebiyat ne işe yarar?

Elbette şair, yazar, edebiyat eseri üreten herkes, içine doğduğu toplumun ekonomik, siyasal, kültürel konuları ile şu ya da bu şekilde ilgilidir; ancak ondan beklenen, hal tercümesi değil, edebiyat eseridir.

BERKE KAYA 22 Mart 2023 KÜLTÜR

Hiç unutmam, Beşiktaş’ta -henüz Mesut Yılmaz’ın basın danışmanı olarak suçlanmadığı sıralarda ve de Melek Geçti’nin şairi olarak, zulada Necatigil Ödülü- faaliyet gösteren kendi reklam ajansında, Vural Bahadır Bayrıl’la şiir üzerine yenir yutulur laflar ederken, koca, kalın mı kalın bir kitabı yukarı kaldırıp, sormuştu: “Bilir misin, bu kitap ne işe yarar?” Hemen ardından da bu pervasızca sorulan soruyu şıpadak kendi yanıtlamıştı: “Kafa kırmaya! Sanırım benim hiç kafa kıracak bir kitabım olmayacak!”

Biraz laubalice, belki…

Biraz abartılı, muhakkak…

Müsait, her türlü çekiştirmeye… Kesmeye, biçmeye… Ancak, ‘hakikat’ payını kim inkâr edebilir ki?

Dileyen, türlü kılıflar dikebilir edebiyata; türlü kapılar arayabilir…

Bayrıl’ın, ima ettiği şey de bunlardan biri olabilir pekâlâ… Gel gör ki, tercih edilen, daha çok edebiyatın toplumsal bir işlevi olması gerektiği… O meçhul kişilere göre yazarın amacı, eğitmek, örgütlemek, kişileri belli bir ideolojiye yönlendirmek vs. vs. Savaş mı çıktı, şairin biri (ya da hepsi) çıkıp, destanlar yazmalı, barış türküleri söylemeli o çoğunluğa göre (sahiden kalabalıklar!)… Uyandırmalı, uyuyanları… Kulağını çekmeli, haddini bilmeyenlerin… Sulh içinde mi herkes, eğlendirmeli şair… Kaba bir tabirle, ‘işe yaramalı’…

Ah Bu Şairler, Düzeltilemezler!

Bunları düşünürken, birden aklıma Mustafa Kemal’in “Ah, şu şairler, düzeltilemezler!” deyişi geldi: Mudanya Mütarekesi günleridir. Mustafa Kemal, Bursa’da, bir akşam sofrasındadır. Etrafında dostları…  İçlerinden biri, Yahya Kemal’in, son dört dizesi “Her yerden o, hem aynı bakış, aynı emelde, / Bir kanlı gül ağzında ve mey kâsesi elde; / Her yerden o, hem aynı güzellikte göründü, / Sandım bu biten gün beni ram ettiği gündü” şeklinde biten, Ses şiirini okur. Mustafa Kemal, bunun üzerine, “Kırmızı gül, aşk, Boğaz!” diye güler ve ekler: “Ah bu şairler, düzeltilemezler!”

Bu ‘olay’ı anarak Melih Cevdet Anday, bir yazısında şöyle der: “Peki, savaş uydurma değil mi?.. Doğa afetlerinin kaçınılmazlığını toplum bunalımlarına da tanımak, insanı ilkelleştirir. Değiştirirsiniz o toplumun yapısını, dünyayı kovboy meyhanesi olmaktan kurtarırsınız… Bakmayın Bursa’da Yahya Kemal’e takılmasına; Mustafa Kemal, savaşın kanı, tozu toprağı içinden daha yeni çıkmış da ondan öyle konuşuyor. İzmir’e girdiğinde Kramer Palas’ın Rum garsonuna ‘Kral Konstantin burada kalmış, rakı içti mi?’ diye soruyor. ‘Burada rakı içmedikten sonra, neden İzmir’i almaya kalkar ki?’ Şakanın güzelliği, artık savaşın bittiğini anlatmasında… Korkulu yaşam, unutturur seviyi, gülü, türküyü. Bir ciddiyet esprisi sarar ortalığı. Şiir sanatına, kimi zaman, ‘Kuş Sesi’ diye dudak bükülmesinin derin nedenleri arasında böyle bir tutumun bulunduğunu düşünmek yanlış olmaz sanırım. Oysa ‘Kuş sesi’ gibi bir doğa parçası, vazgeçilmez bir gerçeklik, nedeni sorulmadan varlığı benimsenmiş bir güzellik yaratan ozana ne mutlu!”

Oruçsuz ve Neşesiz…

Rauf Mutluay, “Oruçsuz ve Neşesiz…” adlı makalesinde, “Yaşanan toplum gerçeklerinin sanatı da hemen koşullandırmaya yetip yetmiyeceğini çok zaman düşünmüşümdür.” der. “Örneğin şiir, günü gününe önemli olaylara tanıklık edebilir mi? Yoksa oluşumu için sanatçının dünyasındaki uzun mayalanmayı mı bekler? (…) Örneğin Mondros’un işgal günlerinde İstanbul’da Yahya Kemal ne yapmaktadır? ‘Senelerin Bilânçosu’ listesinde 1918 için şu satırlar yer alır: ‘Dârülfünun müderrisliğine intihabım. Aşkım.’ Hemen altında yer alan 1919’un karşısında da: Aşkın hâtimesi. ‘Kaldığım Yerler’ listesinde de şu satırları görüyorum örneğin: Sene 1920 idi. Bebek’te, sırtta, yüksekte, Hâmide Hanımın köşkünde pansiyoner olarak kaldım. ‘Ses’ manzumesini orada söyledim.’ Dergâh’ın 6. sayısında yayımlanan Ses de, Ahmet Haşim’in ‘O Belde’li ‘Göl Saatleri’ de aynı yılın, Ankara’da İstiklâl Marşı’nın kabul edildiği korkulu 1921 yılının ürünüdür. Hangisi sıralı diye mi düşüneceğiz, hepsini edebiyatımızın ayrı ayrı kazançları mı sayacağız.”

Mutluay, aynı adlı makalesini, “Sanırım kesin bir formülümüz yoktur bu konuda.” diye bitirir, ancak ben aynı kanaatte değilim: Elbette şair, yazar, edebiyat eseri üreten herkes, içine doğduğu toplumun ekonomik, siyasal, kültürel konuları ile şu ya da bu şekilde ilgilidir; ancak ondan beklenen, hal tercümesi değil, edebiyat eseridir.

Orhan Pamuk’un Beyoğlu’nda elinde pankartla yürümesi ayrı bir şeydir, bu yürüyüşle protesto yahut deklere ettiği şeyi, romanında, asıl amaç olarak kullanması başka şeydir. Orada kişi olarak Orhan Pamuk vardır, burada yazar olarak Orhan Pamuk vardır.

Benzer şekilde, Madımak Oteli katliamı için İsmet Özel’in söylediği sözler de bu şekilde ‘okunabilir’; zira Celladıma Gülümser’in şairi İsmet Özel başka bir ‘ben’dir, o lafı eden İsmet Özel bir başka…

Demek istediğim şu: Edebiyat eseri üreten her kişinin asıl amacı edebiyat olmalıdır; bunu nasıl yapacağı onun bileceği iştir.

Takip Et Google Haberler
Takip Et Instagram
WP2Social Auto Publish Powered By : XYZScripts.com