Dünya Mülteci Günü’nde kutlanacak bir şey var mı?

Zafer YILMAZ 20 Haziran 2019 GÜNDEM

Evrensel Gazetesi Dünya Mülteci gününe özel dosyalar hazırladı. Gazetenin yazarı ve mülteci araştırmacısı Ercüment AKDENİZ ’10 soruda mülteci gerçeği: 364 gün statüsüz, bir gün “mülteci”!’ başlıklı bir yazı kaleme aldı.

20’nci yüzyıl iki büyük emperyalist savaş gördü. Bu savaşlarda milyonlarca insan öldü. Yaklaşık 65 milyon kişi mülteci durumuna düştü. Ne var ki “Dünya Mülteciler Günü” ancak 2000 yılında kabul edildi. Birleşmiş Milletler (BM), 2001 yılından itibaren her 20 Haziran’ın “Dünya Mülteci Günü” olarak kutlanmasına karar verdi. Peki kutlanacak bir şey var mı?

İşte dünya ve Türkiye ölçeğinde mülteci gerçeği:

1- GÖÇÜN KAYNAĞI NEDİR, SORUMLUSU KİMLERDİR?
Savaş, kıtlık, yoksulluk ve hastalık küresel göçün ana kaynağıdır. Suriye, Afganistan, Pakistan, Yemen, Sudan, Myanmar gibi 15 bölgede yaşanan savaş ve çatışmalar en kitlesel göçlere yol açtı. Göçe neden olan etmenler, dünyayı yöneten emperyalist/kapitalist politikalardan bağımsız değil. Zira savaş sırasında silah tekellerinin karı, savaş sonrasında inşaat, maden ve petrol şirketlerinin karıyla tamamlanmaktadır. Can güvenliği, barınma, ekmek ve çocuklar için gelecek arayışı dalgalar halinde göçe neden olmaktadır. Dünya üzerinde yer değiştiren göçmen sayısı 260 milyona, yerinden zorla edilen mülteci sayısı ise 71 milyona ulaşmıştır. Bu insanlık tarihi için trajik bir rekordur ve esas sorumluluk halklara değil “dünyayı yöneten efendilere” aittir.

2- “SÜRDÜRÜLEBİLİR GÖÇ” NASIL BİR ÇÖZÜM SUNUYOR?
Kapitalizm sürekli göç üreten bir sistemdir, istese de göçten kaçamaz. Göç, kapitalizm için kaçınılmaz bir olgu olduğu için bunu fırsata çevirmek ister: tıpkı göçmen emeğinin küresel piyasada ucuz ve güvencesiz istihdam edilmesi gibi! Dünyanın 20 zengin devletini temsil eden G20 zirveleri de şu mantıkla çalışır: “göçü durduramıyorsan küresel kalkınma için ondan yararlan!” AB, NATO gibi yapılar G20 ile eşgüdüm halinde çalışır, BM de bu döngünün mahcup şemsiyesidir.

‘Sürdürülebilir göç’ mültecileri ikiye ayırır: “düzenli” ve “düzensiz göçmenler”. Bu garabetten hareketle “kaçak ve izinsiz” göç edenlerin önüne hukuk bariyerleri çıkarılır. Bunu devasa duvarlar, çitler ve dikenli teller takip eder. Nitekim ABD-Meksika sınırına örülen duvar Çin Seddi’nden sonra dünyanın ikinci, Türkiye sınırına örülen duvar üçüncü büyük duvardır. Ege ve Akdeniz’de ise mültecilerin önüne savaş gemileri çıkar. Dolayısıyla ‘sürdürülebilir göç’ ile sunulan çözüm; göçmen ve mültecilerin daimi olarak pranga altında tutulmasıdır.

3- TÜRKİYE’DE MÜLTECİLERİN DURUM NEDİR?
Suriye savaşını ardından Türkiye’ye 4 milyona yakın sığınmacı girmiştir. Ne var ki 1951 BM Sözleşmesine konan “çekince” nedeniyle bu insanlara mülteci statüsü verilmemiştir. Sekiz yıl sonra bugün Suriyeliler “Geçici Koruma” altındadır. Ama bu fiili durum, geçiciliğin kalıcı hale getirilmesinden başka bir şey değildir. BM de bu tuhaflığa seyirci kalmayı tercih etmiştir. Oysa mültecilerin talebi Türkiye’de “hapsolmak” değil, Avrupa sınırlarının açılması, yanı sıra Türkiye’de mülteci ve vatandaşlık hakkının tanınmasıdır.

4- GERİ KABUL ANLAŞMASI NE GETİRDİ NE GÖTÜRDÜ?
“Düzensiz göç ve insan kaçakçıları” ile mücadele adı altında devreye konan “Geri Kabul Anlaşması” 2013 yılında Türkiye ile AB arasında imzalandı. Böylece mültecilere karşı “Kale Avrupa”sı koruma altına alındı, Türkiye “transit” ülke olmaktan çıkarılıp “filtre” ülke haline getirildi. Pazarlığın esas mağduru ise mülteciler oldu. Türkiye’de sıkışıp kalan 4 milyon mülteci istediği ülkeye geçme ve sığınma hakkından mahrum kaldı. Ege ve Akdeniz geçişlerine konan bariyerler mültecileri daha ölümcül rotalara itti. Avrupa’ya geçişler azalsa da ölümler durmadı.

5- GÖÇMENLER VE MÜLTECİLER ÇALIŞMA HAYATININ NERESİNDE?
Küresel Kalkınma Ajansı mülteci emeğini sömürme konusunda stratejiler geliştirirken Avrupa başkentlerinde “mülteci işçi fuarları” açıldı! Uzak Asya’da mülteci çocuklar vahşice sömürüldü. Nüfusu yaşlanan AB ise, vasıflı mültecileri fabrikalara, üretim kadrosuna kattı.

Türkiye, “mülteci emeğinin kayıt dışı sömürüldüğü ülkeler” sıralamasında zirveye yerleşti. Tekstil patronları açıkça “Krizden bizi Suriyeli işçiler kurtardı” dedi. İçişleri Bakanlığı verilerine göre 2017 yılında “52 emek istismarı” tespit edilmişti. Oysa aynı dönemde Türkiye’de çalışan mülteci işçi sayısı (çoğu çocuk) 1,2 ile 1,4 milyon arasındaydı! İş cinayetleri tablosunda da mülteci işçi ölümleri hızla artmaya başladı. Mülteci çocukların çalışmaya başlamasıyla birlikte Türkiye’deki çocuk işçi profili değişti: Çalışma yaşı 6’ya çalışma saati 14’e çıktı. Ekonomik göç nedeniyle gelen göçmenler de emek taciri şebekelerin esiri haline geldi.

Geçici Koruma Kanunu kapsamında çıkarılan “Yabancı İşçiler için Çalışma Yasası” mültecileri değil patronların menfaatini korudu. Buna göre; tarımda çalışan 400 bin mülteci kayıtlı çalışmaktan muaf tutuldu! Diğer işkollarında ise kayıt bildirme yükümlülüğü patronlara verildi. Kademeli bildirim, işverene biat etmenin önünü açtı.

Bütün bu olumsuz gelişmelere karşın 2017 yılında yaşanan ve 50 bin işçinin katıldığı saya eylemleri, Suriyeli ve Türkiyeli işçileri ilk defa ortak bir hak arama mücadelesinde birleştirdi.

6- TOPLUMDA MÜLTECİLERE KARŞI NEFRET NEDEN BÜYÜYOR?
Türkiye, Suriyeli sığınmacılara başlarda “açık kapı” politikası uyguladı. Fakat mülteci statü hakkının gaspı ve AB’ye geçiş kapılarının kapatılması durumu değiştirdi. Ekonomik, sosyal alt yapı sağlanmadığı için şehirlere dağılan mülteciler ciddi sorunlarla karşılaştı. Aynı şeklide sorumluluktan kaçınan siyasal iktidar, “bir arada yaşam” üzerine yerleşik topluluklara uyum programları hazırlamadı. Kültürel çatışmalar yaşanmaya başladı. AKP tarafından öne sürülen “din ve ümmet kardeşliği” söylemi, çözüm getirmek yerine sorunları öteleyen bir rol oynadı. Çünkü birlikte yaşam için esas olan şey; eşit haklara dayalı demokratik bir yaşamın inşasıydı.

Ayrımcı ve provokatif dil medyada da yer buldu. Ekonomik kriz ve yoksullaşmaya duyulan tepki yanlış yönlendirilerek mülteci düşmanlığı öne çıkarıldı. Irkçı söylem ve eylemler toplumda zaman zaman etkili olsa da Türkiye halkları genel olarak mültecilere kucak açtı. Bu dönemde yapılan üniversite araştırmaları ve saha anketleri, “mültecilerin bedava yaşadığı”, “suç oranlarına daha fazla karıştıkları”, “hastalıkların mülteciler tarafından Türkiye’ye taşındığı” gibi şehir efsanelerinin doğru olmadığını kanıtladı.

7- BELEDİYELER NE YAPIYOR NE YAPMIYOR?
31 Mart seçim sürecinde “mülteci düşmanı” politikalar bazı partilerin söylemine de yansıdı. Antalya, Bursa ve Bolu’da olduğu gibi CHP’li ve İYİ partili yöneticilerden “Suriyelilere plaj yasağı” ve “mültecilere yardımların kesilmesi” gibi öneriler geldi! (CHP’nin İBB Adayı İmamoğlu bu önerilere karşı çıktı, ırkçılık olarak niteledi) 23 Haziran İstanbul seçimi öncesinde AKP’nin İBB Adayı Binali Yıldırım da “tutar atarız” açıklaması yaptı. AKP “geri göndereceğiz” söylemine daha fazla sarıldı. Oy devşirmek uğruna yapılan hamleler kutuplaşmayı artırdı. Oysa belediyelerde esas alınması gereken şey “hemşehri hukuku” ve eşit haklar temelinde hizmet olmalıydı. Kentin karar mekanizmalarına yurttaşlarla birlikte mültecilerin de katılmasıydı.

8- GERİ GÖNDERME MERKEZLERİ NEDEN TARTIŞMA KONUSU OLDU?
Adı üzerinde; Geri Gönderme Merkezleri (GGM) tuttuğu mülteciyi geri göndermek üzerine kurulu bir mantıkla çalışıyor. Son dönemde yoğunlaşan Afganistan ve Pakistan göçü GGM’ler gerçeğini daha görünür hale getirdi. En son Iğdır GGM’de yaşanan salgın hastalık ve isyan bunu doğruladı. “Psikolojik baskı”, “aç susuz bırakma”, “salgın hastalıklar” ve “geri göndermeye razı etme” gelen şikayetler arasında. Oysa Türkiye’nin GGM’lere ihtiyacı yok. (Sadece insanlık suçuna bulaşmış olanlar için birim olabilir) Ülkemize ayak basan mülteciler için temel ihtiyaç “sığınma ve barınma merkezleri”dir.

9- SURİYELİ MÜLTECİLER GERİ DÖNER Mİ?
Suriye’de savaş tehdidi ve çatışma ortamı tamamen sona ermeden mültecilerin geri dönmesi mümkün değil. Kimse de bu koşullar oluşmadan onlara geri dönmelerini söyleyemez, bunu zorlayamaz. Yani işin kilitlendiği nokta Suriye’de barışın sağlanması. Bunun için savaşta eli olan bütün dış güçlerin Suriye’den çekilmesi şart. Suriye’nin geleceğine ise Suriyelilerin kendisi karar vermeli. Ayrıca bilinmeli ki, böylesi bir barış ortamı sağlansa bile Suriye’nin ekonomik ve altyapı olarak kendine gelmesi yıllar alacak. Dolayısıyla kısa vadede büyük bir geri dönüş beklenmemeli. Ayrıca Türkiye’de her gün 300 bebeğin doğduğu ve şu ana kadar doğan çocuk sayısının 600 bini bulduğu göz önüne alındığında; istese de istemese de büyük bir kitle Türkiye’de kalacak. Tıpkı Almanya’daki Türkiyeliler gibi. Dolayısıyla memleketin “geri göndermekten” çok, ortak yaşama odaklanması ve bunun gereklerini hazırlamaya başlaması gerekli.

10- ORTAK VE BİR ARADA YAŞAM İÇİN NELER YAPILMALI?
Öncelikle 4 milyonluk kitlenin emekçi karakteri teslim edilmelidir. Yani sekizinci yılında mülteci işçiler artık Türkiye işçi sınıfının bir parçasıdır. Dolayısıyla işçiler, emekçiler, sendikalar ve emeği savunan partiler; yerli-mülteci ayrımı yapmadan sömürüye karşı ortak örgütlenmelidir. Sınıf kardeşliğinin esası enternasyonal örgütlenmedir. Türkiyeli işçi ve emekçiler, “mülteci statüsü” başta olmak üzere mülteciler için vatandaşlık hakkını da savunmalı, bunun alt yapısının oluşturulmasını talep etmelidirler. Mültecilerle bir arada yaşam, elbette “daha yaşanabilir bir Türkiye” ve “mülteciliğe yer olmayan özgür bir dünya” için ortak mücadeleyi de gerektirir.

Takip Et Google Haberler
Takip Et Instagram