Altın Portakal ‘Kanun Hükmü’ sınavından geçemedi

Kanun Hükmü, yani belgesel başka bir şey. Yönetmenini sevmeyebilirsin, oyuncuları suçlu çıkabilir, ışıkçısı, kurgucusu şucu bucu olabilir. Ne fark eder?

BERKE KAYA 01 Ekim 2023 KÜLTÜR

Hatırlar mısınız; bir dönem şu tekerleme söylenirdi evlerde, sokaklarda: Portakalı soydum, başucuma koydum / Ben bir yalan uydurdum…

Aşağı yukarı böyle oldu. Altın Portakal, Kanun Hükmü sınavından geçemedi; ona yakıştırılan tüm sıfatları atıp üstünden, okkalı bir yalan uydurarak perdeyi indirdi.

İçinde farelerin dahi dolaşmaya tenezzül etmediği bir polemik çukurunda sanata, onun temsil ettiklerine dair inanç, bile isteye ve göz göre göre zedelenmeye çalışıldı.

Kültür’ü dışlayıp yalnız ‘turizm’ adına bakanlık hizmetlerini yürütmekte mahir Bakan Ersoy, çıkıp diyor ki: “En başından beri bakanlığımızın tavrı çok net. Bakanlık olarak kültür ve sanatın her daim destekçisiyiz ancak sanatın gücü kullanılarak terör örgütü propagandası yapılmasına sanatın provokasyon unsuru olarak kullanılmasına son derece karşıyız.”

Hani ‘net’ diyor ya… Ona bakalım.

Kanun Hükmü festivale alınıp yarışmaya hak kazandığına göre, bir ‘sanat eseri’ olarak görülmüş demektir. Eğer buna itiraz yoksa, o esere getirilebilecek en ağır eleştiri, sanatın sınırları içinde kalmak zorunda. Yani şu kişinin davası sürüyor gibi bir bahanenin ardına saklanarak filmi sansürlemek, seçkiden çıkarmak ve yarışma hakkını gasp etmek kimsenin haddine değil.

Bir sanat eseri tezli yahut tezsiz olsun, onu üretenden bağımsız değerlendirilir. Çünkü sanat eseri biriciktir. Bağlamlarından güç alan eser, zamanla zayıflar ve yoklar fısıltısına karışır gider.

Şunu demeye getiriyorum: Kanun Hükmü’nü sanat eseri olarak görüyorsak, onu yöneten, onu yazan, oynayan ve emeği geçen herkes sadece sanat bağlamında önem arz eder.

Ne demek bu?

Hemen söyleyeyim: Yönetmeni kiralık katil, oyuncusu kalpazan, senaristi uzaylı da olsa, bizim sanat eserine, yani Kanun Hükmü’ne bakmamız gerekir. Değerlendirmemizi bu belgesele yöneltmeliyiz. İyi olmuş, kötü olmuş, şusu eksik, busu fazla gibi…

Onu üretenlere dair her türlü hukuki bağlam yargı, sosyolojik bağlam da toplum nezdinde mühimdir. Eseri bağlamaz.

 

BÜYÜK OLAYLAR VE İNTİHAR

Odaklandığım şeyi daha somut ve anlaşılır kılmak için biraz geriye çekilip dünyadan örnekler vermek istiyorum:

Nabokov, Edebiyat Dersleri’nde, “edebiyatın hiçbir pratik değeri yoktur” der ve ekler: “Emma Bovary denen kız hiç yaşamadı: ‘Madam Bovary’ kitabı ise sonsuza kadar yaşayacak. Kitaplar kızlardan çok daha uzun ömürlüdür.”

Elbette gözümüze gözümüze sokulan ironiye bakıp bakıp gülebiliriz. Birlikte güldükten sonra, müsaade buyurursanız, meramımı dile getirmek için ilk adımı atmak isterim: Bir eserin “büyük” bir olayı anlatması, onu uzun ömürlü kılar mı?

Kosinski’nin Boyalı Kuş’unu ele alalım: İkinci Dünya Savaşı esnasında, Alman işgalindeki Polonya, 20 bölümde, bir çocuk üzerinden anlatılır. Roman boyunca vahşete tanıklık ederiz; annesi babası tarafından daha iyi ve daha uzun bir hayat sürebilmesi için bir adama emanet edilen 6 yaşındaki çocuğun, Marta’nın, şifacı Olga’nın yahut değirmencinin yanında yaşadıklarını okuruz içimiz kıyıla kıyıla… Kuş avlayan adamın peşine takılması… Beyazlar tarafından yakalanması… Sığındığı köyü ateşe vermesi… Ve inşası süren toplama kampı hakkında öğrendiklerimiz kanımızı dondurur. Peki, papazın kurtardığı çocuğu, Garbas adlı bir zalime teslim etmesine ne buyrulur? Çıkardığı yangına rağmen çocuğa sahip çıkan köy muhtarının onu çiftçiye vermesine… vs. vs.

Şimdi böylesi bir olayı anlattığı için mi büyüktür Boyalı Kuş? Düşünmek bile ayıp, ama mübalağa ve kıyas edebilmek adına soruyorum: Yoksa bu eserin büyük olmasında, karısı ile televizyon izlerken, vahiy inmiş gibi yerinden kalkıp banyoya gitmesi, kafasına naylon torba geçirip, ucunu bağlayarak intihar etmesinin katkısı olmuş mudur?

 

ESTETİK MUTLULUK VE SU PERİCİKLERİ

“Lolita! Hayatımın aşkı kasıklarımın ateşi!” Bu kışkırtıcı cümle ile başlar roman ve Fransız dil profesörü Humbert Humbert’in “su pericikleri”ne temayülüyle sürüp gider ve ondaki sübyancılığın kökenlerini, varsa haklı sebeplerini bulma işi okurun omzuna yıkılır: küçükken âşık olduğu Annabel’in birkaç “ağzı sulanmış” adam tarafından suiistimal edilmesi ve dört ay sonra tifüsten ölmesi, bu travma mıdır tetikleyici? Pansiyoner olarak yerleştiği evde Bayan Haze’in evlenme teklifini, sırf on iki yaşındaki kızı Dolores Haze’e yakın olabilmek için kabul etmesi, ahlâklı bir davranış mıdır? 17 yaşına giren Lolita’nın birlikte kaçtığı oyun yazarını (Clare Quilty) bulup öldürmesi, ne menem şeydir?

Lolita ile Humbert’in keşif gezileri midir Lolita’yı büyük kılan? Pedofili gibi her an vıcık vıcık edilmeye, yüze göze bulaştırılmaya elverişli bir konuyu, efendice ve pek edebice işlediği için mi büyüktür yoksa?

Bu soruların çok daha kışkırtıcılarıyla karşılaşmış Nabokov. Kitabın sonundaki bölümden öğreniyoruz düşüncelerini: “Lolita yedeğinde ahlaki ders getiren bir kitap değildir. Benim için bir sanat eseri, kabaca ‘estetik mutluluk’ diyebileceğim şeyi sağladığı sürece var olur. Bu da, temel ölçüt olarak alınan sanatın (merak, sevecenlik, yufka yüreklilik, haz) bir yerde herhangi bir biçimde öbür varoluş biçimleriyle kesiştiği bir varoluş durumudur.”

 

ROMA YÜRÜYÜŞÜ VE KANTOLAR…

Hadi Nabokov’la sürdürelim: “Geri kalanların hepsi ya güncel süprüntü ya da bazılarının Tezli Edebiyat dediği, çoğunlukla koca koca alçı kalıplar halinde dikkatle çağdan çağa aktarılan güncel süprüntüdür ki sonunda elinde çekiçle birinin gelip Balzac’ın, Gorki’nin, Mann’ın kafasını iyice bir yarmasını bekler.”

Oldu mu şimdi? Huzurla oturup, tavşankanı çay içtiğimiz, serinlik vaat eden bir kıraathane gölgesiydi tezli edebiyat… Ona faşist, buna kapitalist, şuradakine nihilist diyorduk ne güzel!

Hatırlıyorum; A. Kadir’in borca harca girerek bastırdığı Bugünün Diliyle Mevlânâ okurla buluştuğunda, Nâzım Hikmet, taa uzaklardan sevinçle haykırır: “Harikulâde güzel! Büyük Celâlettini Rûmi ilk defa Türkçe konuştu, hem de nasıl konuştu!”

Ancak, A. Kadir’in sözleriyle, faşist yazarlar yaylım ateşine başlamakta gecikmezler: “Benim Mevlânâ’nın şiirlerini Türkçe söylememe bile dayanamazlar. Bir gün çalıştığım yeri polisler basar, arama yaparlar ve beni Emniyet Müdürlüğü’ne götürürler. Orada, bazı sorular arasında, Mevlânâ’nın şiirlerinde değişiklik yapıp yapmadığım da sorulur.”

Esere bakmayı öğrenemediğimiz için mi oluyor tüm bunlar?

Ezra Pound’a örneğin, uzun süre nasıl bakılacağı, hep tartışma konusu olmuştur. Meşhur Roma Yürüyüşü’nün ardından iktidarı ele geçirince Mussolini, Pound’un kendisini iyi hissettiği ve düşüncelerini en sertçe açığa vurduğu günler başlar ve ona duyduğu aşkı şöyle açıklar: “Şahsen ona ciddi hayranlık duyuyorum. Entelijansiyanın onu istemiyor olmasının sebebi, devlet yönetiminden hiçbir şey anlamıyor olmaları. Bunun ötesinde entelijansiya da neymiş?” Oysa aynı Pound değil midir Lenin öldüğünde, not defterine, “Hiçbir ülke peş peşe iki Napolyon ya da Lenin çıkarmıyor; bu yüzden Rusya’nın ütopyasını oldukça yavaş gerçekleştireceğine alışmamız gerek.” diye yazan. Ve aynı Pound değil midir, Kantolar gibi muhteşem bir kitaba imza atan…

 

FUNNY GAMES YAHUT ÖLÜMCÜL OYUNLAR

Eğer romanı, büyük olaylar, büyük fikirler “büyük” yapmaya yetmiyorsa, harçta eksik olan ne? Gerçekliğin yahut hayalin roman bağlamında yeniden üretimi mi? Tiplerin yahut karakterlerin derinliği, çok boyutluluğu mu? Özgür bir ülke ve huzurlu bir ruh iklimi mi? (Kokotlar Mektebi’ne Gürpınar’ın yazdığı önsözü anımsayalım) Taşra hayatına (mutlu fakirlik) yahut modern çağa (hüzünlü varsıllık) övgü mü?

Tahsin Yücel, Anlatı Yerlemleri’nde diyor ki: “dünyanın kendi (uzam), onu ele alan özne (belli biri) ve her ikisinin de yer aldığı zaman (belli bir an). Bu üç öğeden birinde en ufak bir değişiklik oldu mu dünya aynı dünya değildir artık.”

Aklıma Michael Haneke geliyor nedense… Onun yazıp yönettiği, 1997 yapımı Funny Games geliyor… Bir de neredeyse birebir, ancak farklı, hatta şöhretli oyuncularla 2007’de çektiği ve ülkemizde Ölümcül Oyunlar olarak vizyona giren filmi geliyor. Her ikisini de yöneten, mekânları ve oyuncuları tercih eden kişi aynı… Senaryo aynı… Ama, nasıl oluyor da, biri diğerinden daha “iyi” yahut daha “büyük” oluyor?

Hayal ve Istırap… Selim İleri’nin “yeniden” yazdığı iki kitaptan biri, hatta ilki… Doğan Hızlan’ın ricası üzerine kaleme alınıp Hürriyet gazetesinde tefrika edilmiş önce. Sonra “kitap” olarak 1986’da buluşmuş okurla…

Selim İleri, memnun değil bu durumdan… Star gazetesinin 12 Temmuz 2012 tarihli Kitap ekinde, Yusuf Çopur’la yaptığı söyleşide, tutamayıp kendini yakınıyor: “Bir yazarın aynı esere yeniden neden geri döndüğü, dönmek istediği ya da dönmek ‘zorunda’ kaldığı kimsenin gündeminde yer almaz.”

Haksız da sayılmaz serzenişinde; “ötekiler gibi olmasını istemediği” bu roman, sahiden “bir kırılma noktası”nın eşiğinde durmakta zira… Hem mekân, hem de zaman bağlamında… “Bir huzur içinde ve bilinçli bir şekilde yeniden yazıldığı” aşikâr…

Bunca gevelemenin bir sırrı ifşa etmesi gerekirdi, değil mi? Heyhat ne mümkün!..

 

İÇTİMAİ MARAZLAR

Bilebildiğim kadarıyla Marx hiç açlık grevi yapmamış, sokaklarda slogan atmamıştır. Hal böyleyken; şimdi durup diyebilir miyiz: O sınıf mücadelesinden ne anlar?

Benzer şekilde Suriyeli mültecileri, 8 yaşındaki kızına tecavüz eden babayı, Rojova’yı, Sur’daki mezalimi, Uludere katliamını vs. yazmadı diye, yahut üstü örtülü anlattı, sırtını bir imgeye yasladı diye “yazar” suçlanabilir mi?

Gürpınar, “Bakın bu içtimai marazlar cemiyeti inletiyor.” derken çok haklı. Keza, “Susmak… Abdülhamid devrinde bu, Meşrutiyet devrinde bu, Cumhuriyette de mi böyle olacak?” diye sorarken de…

Ancak, nasıl ki Nuh Ömer Çetinay (Kanrevanmaraş), yahut Hasan Hüseyin Korkmazgil (Kavel), yahut Erol Toy (İmparator) vd. çağına tanıklık etmiş, o elim, o hazin, hatta vahim “manzara”yı belirli bir estetikle kitaplaştırmayı tercih ettikleri için şair/yazar sayılmıyorlarsa, aynı zaman diliminde eser veren Ece Ayhan (Kınar Hanım’ın Dehlizleri), yahut Tomris Uyar (İpek ve Bakır), yahut Selim İleri (Her Gece Bodrum) vd. de başka türlü bir yolu tercih ettikleri için şairlikten/yazarlıktan aforoz edilmemeliler bence…

Yanılıyor muyum yoksa?

 

MALUMU İLAN OLACAK AMA…

Şu kısa turu tamamlayıp gelelim Kanun Hükmü’ne.

Şöyle düşünelim mi: Sen, yaklaşık 150 bin bin insanı bir gecede, göklerden gelen bir kararla işten çıkartacaksın; birçoklarının ailelerinin, yakınlarının bile çanına ot tıkayacaksın ve kimsenin ses etmemesini, öyle sus pus oturmasını, üstüne bir bardak su içip yutkunmasını bekleyeceksin. Bu nedir? Hangi hukuk içinde bu mümkündür?

Bu topa avukatlar, insan hakları savunucuları, savcılar, yargıçlar, sivil toplum kuruluşları, siyasîler girebilir. Girmelidir de…

Ama bu top, sanat denilen şeyin ağlarına ulaşmaz. Orada kendine yer bulamaz.

Belgeselde konu edilen kişilerin cemaatten olduklarını sanmıyorum; onlar gibi on binlercesi kurunun yanında yakıldı bile isteye zaten. Malumu ilan olacak ama, canlarını sıkan kim varsa hepsini aynı torbaya koydular işte. Olay bu!

Ama Kanun Hükmü, yani belgesel başka bir şey. Yönetmenini sevmeyebilirsin, oyuncuları suçlu çıkabilir, ışıkçısı, kurgucusu şucu bucu olabilir. Ne fark eder? Ortaya seçici kurulun da kabul ettiği bir sanat eseri çıkmış. Oturur koltuğa, “Becerememişler yahu!” ya da “Şahane!” dersin. Gerçi ne dersen de, belgeselin boyu uzayıp kısalmaz. Zira son kararı zaman söyler.

Zamandan önce söz alma ve yok etme çabası niye?

İşte bunun izaha ihtiyacı var bence…

Takip Et Google Haberler
Takip Et Instagram
WP2Social Auto Publish Powered By : XYZScripts.com