Adalet Hanım, hatıralar ve bir söyleşi…

Bu sabah 91 yaşında hayatını kaybeden usta yazar Adalet Ağaoğlu ile, “yeniden yayımlanması beni adeta travmadan çıkardı” dediği dört ciltlik günlükleri Damla Damla Günler'i konuşmuştuk... Öylece söyleşiyi yayımlamak gelmedi nedense içimden... Ardından ne yazılsa onu anlatmaya yetmeyecek, kesin... fakat yazmak en büyük tutkusuydu onun... ve eminim hatıralar yazılsın isterdi...

YAVUZ ULUTÜRK 14 Temmuz 2020 KÜLTÜR

Adalet Ağaoğlu, tanıdığım en naif insanlardan biriydi.  Bu sabah 91 yaşında hayata veda etti. Ocak 2016’ydı. Kitap Zamanı’nın 10. yıl özel sayısını hazırlıyorduk. Yerli yabancı birçok yazardan özel sayı için yeni öyküler, denemeler, şiirler istemiştik… Adalet Ağaoğlu olmadan sayı eksik kalacaktı. Galiba kendisiyle ilk telefon konuşmamız bu vesileyle oldu. Telefonun diğer ucunda, yeni bir şeyler yazmakta çok zorlandığını ama bizi de kırmak istemediğini söyleyen dünyalar kibarı bir hanımefendi vardı.

Ben konuşmamız bitsin istemiyordum, o da konuşmaya ihtiyacı varmışçasına kapatmıyordu. Uzun bir sohbetten sonra istediğimiz yazının konu başlığını, ne kadar uzunlukta bir yazı olacağını not aldı ve seni ararım diyerek telefon numaramı istedi…

Ertesi sabah, beklediğim çağrı gelmişti… Bir yazı göndereceğinin müjdesini veriyordu.

Sonrasında Adalet Hanım ile pek çok telefon görüşmesi yaptım. 10. yıl özel sayımızı temin edememiş ve beni aramıştı. Adresine birkaç nüsha gönderebileceğimi söylediğimde çok mutlu olmuştu.

Ülke gündeminden, içinde bulunduğu ve “çaresizlik” olarak tanımladığı duruma kadar çeşitli konularda sohbetlerimiz oldu. Geçirdiği trafik kazası ile adeta eve hapsolduğunu, uzun uzun ve hüzünle anlattı.

YAZMAK EN BÜYÜK TUTKUSUYDU

1969’da yazmaya başladığı ve 1996’da geçirdiği trafik kazasına kadar aralıksız yazdığı günlüklerin toplamı Damla Damla Günler’in dört cilt halinde yeniden yayımlanmıştı. Ben de bunu vesile ederek söyleşi yapmak istediğimizi söyledim… Kabul etti fakat tek bir ricası vardı. Günlükleri okumam… Hiç unutmuyorum, söyleşiye bir gün kala telefonla aramış ve randevumuzu teyit ettikten sonra, eğer dört cildi okuyamamışsam, en azından birinci cildin başındaki sunuş yazısını okumamı rica etmişti.

Söyleşi için beni evinde misafir etmiş, uzun ve güzel bir sohbet gerçekleştirmiştik. Ardından uzun bir süre telefonda sohbetlerimiz devam etmişti. Tekrar ziyaret edemediğim için çok üzülüyorum.

Kitap Zamanı’nı için hazırladığım bu söyleşi, 4 Mart 2016 gecesi baskıya gitmek üzere bekleyen dergide yayımlanacaktı… Ama o gece Zaman gazetesine polis zoruyla el konuldu ve ardından kayyım atandı. Bu söyleşi de o yıllarda birkaç sayı yayımlanan İstanbul Art News’in edebiyat dergisi IAN.Edebiyat’ın nisan sayısında yer aldı.

Bende, kısa süren tanışıklığımızın değerli hatırası ve elbette imzalı kitapları kaldı… Onda ise söyleşi için gittiğimde masasında unuttuğum ve geri alamadığım kol saatim… İkisi de benim için çok değerli birer hatıra şimdi.

Ardından ne yazılsa onu anlatmaya yetmeyecek, kesin… fakat yazmak en büyük tutkusuydu onun… ve eminim hatıralar yazılsın isterdi…

Adalet Ağaoğlu’nun, “Yeniden yayımlanması beni adeta travmadan çıkardı.” dediği dört ciltlik günlükleri Damla Damla Günler için yaptığım söyleşiyi tekrar yayımlamak istedim:

‘Cumhuriyetin birinci kuşağının dramını yazamadık’

SÖYLEŞİ: YAVUZ ULUTÜRK

Tarih 21 Temmuz 1996. Adalet Ağaoğlu günlüğüne ertesi güne dair son cümlelerini yazar. 22 Temmuz eşinin doğum günüdür, yürüyüşle güne başlayıp akşam için alışveriş yapacaktır. Sabah evden çıkar. Fakat sahilde yürürken bir trafik kazası geçirir. “Sonrası yok”tur. İki yıl Türkiye’de, iki yıl da Frankfurt’ta tedavi görür. Dört yıl hastanelerde yattıktan sonra 23 Ekim 2000’de eve dönebilir. Ağaoğlu hem ülkeye hem hayata döndüğünde, vaktiyle “bir yığın laf salatası” dediği, hâtta şöminede yakmaya kalktığı 40 defter hacmindeki günlüklerini yayımlaya karar verir. Kendi ifadesiyle: “Ölümü tanıdıktan sonra…”

Adalet Ağaoğlu ile 1969’da yazmaya başladığı ve 1996’da geçirdiği trafik kazasına kadar aralıksız tuttuğu günlüklerin toplamı Damla Damla Günler’in dört cilt halinde yeniden yayımlanmasını vesile ederek evinde bir araya geldik. Söyleşimizin çerçevesi günlükler ve edebiyattı. Fakat Türkiye’nin yakın tarihine tanıklık eden 87 yaşındaki Ağaoğlu (d. 23 Ekim 1929) ile bunları konuşurken sohbetimiz güncele ve siyasete de kaydı. İşte tam bu noktada Adalet Hanım uyardı: “Ne olur Damla Damla Günler üzerinde duralım, çünkü tastamam ve ilk defa dört cilt halinde bu kadar temiz çıkıyor.”

Damla Damla Günler’in yenice yayımlanan dördüncü cildi ile günlükleriniz tamamlandı. Onca talihsizliğin ardından, yıllar sonra dört cildi yan yana görmek nasıl bir duygu?

Biliyorsunuz Damla Damla Günler daha önce üç ciltti. Bugün elimizdeki üçüncü ve dördüncü ciltler bir aradaydı. Sayfalarını çeviremiyordunuz, okunacak gibi değildi. Böyle ikiye bölününce çok güzel oldu, okunur hale geldi. Şimdi günlükleri bilenler nereden çıktı bu “dört” diyebilirler, belirtmek istedim o nedenle… Daha önce üç cilt olarak yayımlanan günlüklerin 10 yıl yok olup gitmesi beni kahretti. Travmaya girdim de diyebilirim. Çünkü amacım bambaşkaydı. Şimdi yeni yayımlanan dört cilt ile nihayet günlüklerin okuruna ulaştığını umuyorum. Yeni bir çocuğum doğmuş gibi mutlu oldum.

Günlükler geçirdiğiniz trafik kazasından bir gün önce sona eriyor. Ayağa kalkmanız dört yıl sürüyor. Bir ara yakmayı bile düşündüğünüz günlükleri yayımlamaya nasıl karar verdiniz?

Geçirdiğim “trafik saldırısı”ndan sonra cesedim çıkarılmış denizden. Travma. Şişli Etfal’de üç gün sürüyor hayata döndürülmem. Onun için Damla Damla Günler’in macerası yakmak, yok etmek üzerine başlıyor. Kendim yok oluyorum önce. Sonra ben hayata dönünce günlüklere de hayat vermeye çalışmam epeyce zor oldu. O kadar yorgunlukla 40 defteri önüme yığdım. Romanda benim için konsantrasyon şart, yani bütünüyle onun olacağım. Üstelik romanda bir paragraf yazdın ve kaybettin, bir daha yazamazsın onu. Kaç kere başıma geldi. Ama defterler yanında Adalet, dedim, kaybetsen bile hepsi defterde kayıtlı. Gördün mü çaresizin icadını…

Böylece birinci cildi yazdım. Bunu bir tarihi sorumluluk olarak gördüm. Çünkü resmi raporlara inancım hiç olmadı. Onlar ideolojilere göre tayin ediliyor. İktidarın hangi ideolojide olduğuna göre yürüyor. Bugün olduğu gibi. Hep öyle oldu. İktidarın raporları ideolojiktir. Hepsi kendine yontar tarihi. Hem sosyoloji için hem de tarih bilimi için bir katkı olsun istedim. Yaşanan tanıklıkları önemsiyorum çünkü. Günlükler o bakımdan içten, samimi ve özerk. Sansürü yok bir kere… Bir gün Alkım Yayınları’ndan aradılar. Yayınevi kurduk bize vereceğiniz kitap var mı, diye soruyorlar. Âdetimdir, bir yayınevine giderken hep yeni bir kitap veririm. Damla Damla Günler’in 1969-1976 yıllarını kapsayan birinci cildi Alkım’da büyük bir okura ulaştı. Belki de hayatımda en çok parayı bu birinci ciltten kazandım. Çok bastılar, hemen de tükendi. İlk cildin bana verdiği umutla yürüdü bu iş. Çok okundu o zaman. Eğer o umut olmasaydı belki devam etmezdim. Bana bir işaret oldu bu… Demek ki buna ihtiyaç duyuluyor dedim. Fakat sonraki yayınevi yalvar yakar benden günlükleri aldı. İki cildi daha hazırdı. Üçünü de verdim onlara. İnanır mısınız, bir tek kitapçıda günlükleri bulamadım. Ayrıca sondaki dizin sayfaları da yoktu. İşte bu dört cilt pırıl pırıl oldu. Yeni kuşak bilmiyordu. Bilsin istiyorum, hakkım olarak. Çünkü günlükleri yazma sebebim tam da budur, gençlik tarihimizi öğrensin.

Şöyle diyorsunuz günlüklerin üçüncü cildinde: “İstanbul’a taşındığımdan beri sayfalar dolusu günlük tutuyorum. Bir yığın laf salatası. Birdenbire çok gereksiz gördüm günlükleri… 12 Mart öncesi ve sonrası tuttuğum günlüklere aslında günlük de denemezdi. Çeşitli baskılar altında bir çeşit ‘iç dökme’ bunlar.”

İyi ki burayı bulmuşsun. Baskı var ve her şey içimizde kalıyor. Biliyorsun suskunluk. Şimdi yeni anayasa peşindeyiz. Bunları hep konuşuyoruz. Başından beri darbe anayasasını hiç istemedim. Bu nedenle de yeni anayasaya “Yetmez ama evet” falan demedim. Doğrudan “evet” dedim. Ama en yakın arkadaşlarım bile yüzüme bakmadı. AKP’li oldum, satıldım sandılar. Siz de yaşadınız bunları. Geçen de bir televizyonda tartışma programında diyor ki biri, 24 Mart anayasası ne de olsa Tek Parti dönemi anayasası. Bir başkası da hayır hayır öyle demeyin, meclis yaptı anayasayı diyor. Ordu meclisten geçirdi… Ben buradan bağırdım, nasıl geçirdiii, diye. Kendi senatosunu koydu önce meclise ordu. Geçer tabii. Okuduğun cümleye dönecek olursak, bu günlükler baskı altında bir yazarın içi dökmesi. İyi hatırlattın.

Hâlâ günlük tutuyor musunuz?

Kazadan sonra asansörlü bir eve çıkmamız mecburiyeti doğdu. Büyükdere’den Etiler’deki bu eve taşındık. Yeni hayatım burada iyi ama kemik erimesine yakalandığım için tek başıma dışarı çıkamıyorum. Yetmezmiş gibi Halim’in de 15 yıldır kendine ait odasında kapalı kalması beni çok etkiledi. Özel hayatım kalmadı. En önemlisi yürüyüş yok. Bundan büyük kahır olamaz benim için, kaybettiğim en büyük şey yürüyememek. Yoksa günlük de tutabilirdim. Rüyalarımı bile yazdım Gece Hayatım’da. Şimdi o enerji nerde. Okuyamıyorum da üstelik. Yürüseydim muhakkak bir şeyler yazardım. Çünkü yürürken yazardım ben. Sonra gelir kâğıda dökerdim.

Bir söyleşinizde, her romanınızda içeriğe göre biçim bulma sorumluluğuyla hareket ettiğinizi söylüyorsunuz. Şöyle sorayım, yürümenin sizde yazma eyleminin olmazsa olmazı olduğunu biliyoruz, 96’da geçirdiğiniz kaza sizi farklı biçimlere zorladı mı?

İlk romanım Ölmeye Yatmak’ı, klasik romandan bıkkınlık geldiği için farklı bir biçimde yazdım. Orada anlatının bütün türleri vardır; mektup, rüya, şiir… Eskiden beri anlatacağım temaya göre biçim bulmaya zaten meraklıydım. Romanların mekânı, yazarların hayatının mekânı mıdır, yoksa romanın hayatının istediği mekân mı sorularına da cevap aradım hep. Bende temanın istediği mekândır aslolan. Bu nedenle kalkıp gittim Viyana’ya, Osla’ya… Hayır…’ı burada yazamazdım. Şimdi ise roman yazamadığım için yeni yeni biçimler icat ediyorum. Mesela son romanım Dert Dinleme Uzmanı’nda yer yok, yer adı yok. Çünkü bu kurgunun böyle olması gerekiyordu. Parça parça yazılabilecek kitaplar icat ettim. Roman gibi de oluyor. Bu yeni sataşmalar da bölüm bölüm.

Yani Dert Dinleme Uzmanı’nda kullandığınız yer ve insan adlarından yoksun bu biçim, yürüyememenin verdiği sancıyla mı ortaya çıktı?

Baştan beri neyi yazacaksam onun biçimini ararım demiştim. Şu mu olacak, ne zaman olacak değil, hastane kuracaksam hangi formda olacak benim sorum. Çok koridorlu mu, az koridorlu mu? Bu bana oyun yazarlığından geliyor. Çünkü oyun fazlalığı kabul etmez. Mesela Ruh Üşümesi’nde sadece üç diyalog vardır. Bu da oyun yazmaktan bıkkınlığımın bir sonucudur. Üç diyalogla da roman yazılacağını ispat etmeye çalıştım yani. Son romanı neden böyle yazdığıma gelince: Özel şartlarım var artık. Mademki özel şartlar yürümeme imkân vermiyor. Bir de konsantrasyona yer vermiyor. Yürüyemeyince o bitti. Ev düzenim bozuldu. Herkese söylüyorum ama size de söyleyeyim, yabancı bir yazarın -adını şimdi unuttum, 15 yıl önce okumuştum- bir kitabında şöyle bir sözü vardı: “İnsanın en hayırlı belası çaresizliktir.” Çaresizlikten ötürü bu biçimleri buluyorum şimdi. Konsantrasyon ne istemez. Parça parça parça, dikkat ettiyseniz yeni romanım da böyle. Çünkü ayrıntıları iç içe örgülemek, kaneviçe işler gibi yapmak zor işler romanda. Fakat parçalara kendini veriyorsun, üç gün dayanmıyor. Evde yemek pişerken bile ikinci bölümde ne diyecektim diye düşünebiliyorsun. O nedenle roman demedim şimdi yazdığım kitaba. Hikâye de, şiir de demedim. Sataşmalar dedim. Mecburiyetten doğma bir keşif bu.

Keşke yazsaydım dediğiniz bir tasarınız var mı?

Biz cumhuriyetin birinci kuşağının dramını hiç yazmadık. Biraz Attillâ İlhan buna hevesleniyor gibi oldu. Fakat benim Ölmeye Yatmak’ta en büyük suçum Aysel’in babasının yaşadıklarını daha fazla anlatmamaktır. Bizim babalarımızın, annelerimizin iki kültür arasında aniden sıkışması dramı var. Uzun sürede değil bu. Bir gün babam eski Türkçede yazan bir aydınken ertesi gün cahil oluveriyor. Alfabesi değişiyor. Adını bile yazamıyor düşünün. Bu dram tek başına bir romanlık konu. Büyük bir tragedya. Bu hallere düşmeseydim son romanım bu olacaktı. Hâlâ da öyle. O romanı yazamadığıma çok pişmanım. Annemin babası ile babamın romanı. Yapamadığım için çok azap duyduğum işlerden biridir.

Sanat, hayatınızın her anındaymış bir zamanlar. İlk üç kitapta da görülüyor ama Damla Damla Günler’in dördüncü cildinde, özellikle “Viyana Kuşatması” adlı bölümde bu zirveye çıkıyor. Sergiler, konserler, kitapçılar, opera… en çok da sinema. Bugün bunları yapamamak ne hissettiriyor size?

Müthiş bir sinema düşkünüydüm, Paris’e gidince hemen son çıkan filmleri izlerdim. Hâtta eski filmleri de bulur izlerdim. Annemden ötürü herhalde liseden beri sinemaya ilgim vardı. Eskiden devlet tiyatrosundaki oyuncuları figüranına kadar bilirdim. Bugün nerede ne oynadığını bile bilmiyorum. Bir gece çıkıp da tiyatroya gidemiyorum. Bunlar benim yaşlılık azaplarım.

Günlüklerde sürekli kitap okuyamamaktan yakınıyorsunuz. Bugün durum nasıl?

Şimdi de en çok ondan yakınıyorum. En büyük üzüntülerimden biri kitap okuyamamak. Eşimin gözü artık iyi görmüyor. Ben gözlükle okuyabiliyorum ama gece bitkin kalıyorum. Eskiden, Yaşar Kemal’in bir kitabı mı çıktı, o gece bitecek. Hem de iki tane alırdık, biri Halim’e biri bana. Kimin uykusu gelirse o erken söndürürdü ışığı. Sonra yeni eve taşınınca ikiye ayırdık odaları ki kimse kimseyi rahatsız etmesin kitap okurken. Ama itiraf edeyim, odaları ayırmak işe yaramadı, okuyamadık ayrı ayrı. Şimdi de yardımcım Seher Hanım’a aldırıyorum kalın kalın kitaplar ama puntoları çok küçük, çoğunu okuyamıyorum.

Günlüklerde bahsi geçen bir “derdiniz” var. Ruh Üşümesi ilgiyle karşılanınca “çoksatar” olmaktan korkuyorsunuz… Bir yandan da “Yakında içi boş, dışı allı güllülükle dolu çağırgan vitrin reklam malları” ile dolacak diye endişeleniyorsunuz. Galiba o günleri yaşıyoruz, ne dersiniz?

Eskiden yayımlanan kitapların çoğunu okuduğum için aralarından bence en iyileri seçebilirdim. Şimdi bir iki kitap okuyabiliyorum. Adalet meselesi, bunu seçtim diyebilecek durumda değilim artık. Okumadığım bir yazar üzerine konuşamam. Sorunuza gelince, çok satmadan korkum; ucuzladım mı, kalitem mi düştü acaba diye. Okurun düzeyini biliyoruz. Neyi kucaklayıp neyi kucaklamadığını da biliyoruz. Bir de sadece edebiyat okurları vardır, kulaklarımı diker beklerim acaba ne dedi diye. Okura hakaret etmek istemem ama okurumuzun düzeyi eğitim sisteminden belli. Ben Tanpınar’ı bile 40 yaşımdan sonra okudum. Niye? O doğucu oldu diye, kitaplarını Dergâh’a veriyor diye bize okutmadılar lisede. Aynı şekilde Cemil Meriç’i de çok geç tanıdım. Çok satmak hem çok iyi, çünkü sözünü topluma ulaştırıyorsun. Zaten onun için yazıyorsun. Fakat aynı zamanda iyi bir şey de değil. Kaliteyi düşürüyorsun demektir. Çünkü yazmanın, edebiyatın kendine mahsus kuralları var. Onlardan ödün verirsen kaliten düşer. Bütün mesele kalite. Bugün teknoloji ilerledi, genç yazarlar bir yılda üç kitap yazabiliyor. Ben bir yılda değil roman yazmak üç tane hikâye bile yazamam.

Dert Dinleme Uzmanı yıllar sonra çıkagelen bir roman… Yeni bir roman var mı çekmecenizde diye soracaktım aslında. Ama masada bir dosya duruyor. Yeni bir roman mı? “Sataşmalar” diye bir tür icat ettim dediniz, nedir tam olarak?

Roman değil adı. Yeni bir tür icat ettim evet. Adına da “sataşmalar” dedim. Yine çaresizlikten. Nasıl ki Dert Dinleme Uzmanı’nda bir editörün parçalar halindeki günlüğünü roman haline getirmişsem, burada duran “Ânlık Sıçrayışlar” dosyası da öyle oldu. Hep söylediğim gibi, kazada arabanın bana çarptığı “ân” beynimde hücreme yerleşmiş “sıçrama” meselesi. Her şey beni sıçratıyor ve ben de o sıçrama ânlarımı yazıyorum bölüm bölüm. Bütün sorunlar var burada, Diyanet İşleri de trafik sorunu da. Televizyonda seyrederken cumhurbaşkanımız bir laf söylediği zaman beynim havaya uçuyor. İster şaşkınlık de, ister öfke de. Böyle bir kitap yazmaktayım. Bu roman, hikâye, şiir değil. Bilinen türlerden değil, biraz da muzip tarafıma rastladı “sataşmalar” dedim. Şimdilik yarısını yazdım ama her şeyi hazır. Bakalım ne olacak!

Dönemin aydınları olarak Güneydoğu başta olmak üzere ülkede tırmanan şiddete karşı 1993’teki meşhur bildiriye imza atanlardansınız. Derdiniz barış. Yargılanmanın ötesinde “aydın”lar olarak alaya alınmıştınız. Bugün de durum değişmiş görünmüyor.

Evet maalesef. Hayır… romanımda aydın intiharları ve geleceğin başkaldırısı üzerinde durmuştum zaten. Darbelerin izinde yazılmış bir romandır Hayır… Yani aydın içinde mi saklayacak? Aydın kime denir, bildiği gerçeği her zaman söyleyene elbette. Günlük hayatta saptırılmış şeylerin doğrusunu araştırıp bulacak. Burada güncele döneceğim. Geçenlerde profesörler ve bilimadamları bir bildiri yayımladı. Çok tartışıldı. “Sözde aydınlar” diyen de oldu. Hayır…’da aydın meselesini tartıştırmak için tez yaptırıyorum Aysel’e. Günlüklerde de anlatıyorum uzun uzun yaşadıklarımı. Çünkü bilinsin istedim. Stefan Zweig II. Dünya Savaşı’nda intihar ediyor, Mayakovski Çarlık Rusya’sında yapılan zulümlere dayanamayıp intihar ediyor. Dünyanın savaşları, masum insanların öldürüşleri karşısında intiharı tercih ediyorlar. Hayır… romanımdan sonra beni de intihar taraftarı mısınız diye sorgularılar. Hayır ama bir çare bulmak lazım dedim. Aydın araştırıp doğrusunu söylemek zorunda.

Adalet Hanım, eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Bir: Damla Damla Günler’in dört cildi dâhil diğer bazı kitaplarımı çok iyi okumuş, incelemiş ve hazırlanmışsın. Beni heyecanlandırdın. Çok hoşuma gitti. Teşekkür ederim.

İki: Hayır… romanımdan iyi bahsettin, akademisyenlerin bildirisinden sonra bugünün romanı olduğu anlaşılabilecek.

Üç: Dört cilt halinde yayımlanan Damla Damla Günler benim için çok önemli. Çünkü on yıldır ortalıkta yoktu. O dönemin gençleri bunları pek göremedi. Yeniden yayımlanması beni adeta travmadan çıkardı diyebilirim.

 

href=”/tr/adalet-agaoglu-hayatini-kaybetti/