Yerüstünden fotoğraflar

Fatih Kurçeren'in on beş yıldır üzerinde çalıştığı, "Almanya'ya gelmem ve burada yeni bir hayat kurmamla ilgili" sözleriyle tanımladığı fotoğrafları Ruhr havzasındaki özel hikâyeleri bir araya getiriyor.

SELAHATTİN SEVİ 20 Kasım 2022 FOTOĞRAF

FOTOĞRAF: SELAHATTİN SEVİ

Almanya’nın Essen kentindeki Ruhr Müzesi, Türkiyeli sanatçı Fatih Kurçeren’in Pithead adlı fotoğraf sergisine ev sahipliği yapıyor. Kurçeren’in on beş yıldır üzerinde çalıştığı, “Almanya’ya gelmem ve burada yeni bir hayat kurmamla ilgili” sözleriyle tanımladığı fotoğrafları, bir zamanlar ülkenin en önemli sanayi ve madencilik bölgesi olan Ruhr havzasındaki özel hikâyeleri bir araya getiriyor.

Almanya’nın Kuzey-Ren Vestfalya eyaletinde bulunan, devasa bir tencere anlamına gelen ‘Pott’ sözcüğü ile ifade edilen, dini ve etnik çeşitliliği ile adından söz ettiren bölge, fotoğrafçılar için eşsiz bir yaratım imkanı sunuyor. Kurçeren, serginin öyküsünde gizli olan kendisi için önemini ise şu cümlelerle ifade ediyor:

“Bu sergi bir anlamda buraya gelmemle de alâkâlı. Büyük bir şehir olan İstanbul’dan küçücük bir eski maden şehrine, Oberhausen’a geldim. Ruhr bölgesi dediğimiz yerde, Ren nehri ve Ren nehrinin yan kolları olan Ruhr diye bir nehir var. Nehrin etrafında 6-7 tane küçük şehir bulunuyor. 19. Yüzyılın sonlarında özellikle kömürün bulunmasından sonra Almanya’nın en büyük sanayi madencilik ve bölgelerinden biri olan Ruhr bölgesinde çektiğim fotoğraflar bunlar. 2002 yılında geldikten üç yıl sonra 2005’te Folkwang Üniversitesi’nde fotoğraf bölümüne başladım. Ve onun hemen akabinde de bu proje oluşmaya başladı. Proje, aslında benim fotoğrafsal olarak bir biyografimi de anlatıyor. Diğer yandan da, bu proje benim yeni geldiğim bu yaşam alanını tanımlamamı sağladı. Küçük küçük şehirlerin yan yan oluşmasından dolayı ilk başlardaki oryantasyon bozukluğumu çözmek için başladığım bir proje aslında. Başlarda bunu proje olarak düşünmemiştim fakat süreç geliştikçe, 14-15 sene içinde inanılmaz bir arşiv haline geldi. Ben, belli zamanlarda makinemi alıp Duisburg, Oberhausen, Essen, Gelsenkirchen gibi şehirlere yürüyerek, bisikletle, çok az araba kullanarak gidip saklı mahalleleri, o mahallelerin arka taraflarındaki yerleşim yerlerini, çocukların oynadıkları yerleri, göçmen çocukları, göçmenler ve de burada yaşayan insanların bir arada yaşamış olduğu bu alanı fotoğraflamaya başladım.”

GURBETÇİLERDEN GÖÇMENLERE

Ruhr havzasının çok göçmen alan bir bölge olduğunu belirten Kurçeren’in, “19. yüzyılın sonlarında yeraltındaki kömür cevheri bulunduktan sonra buraya göçler başlıyor.” sözleriyle de hatırlattığı gibi, ilk iş gücü göçü komşu ülke Polonya’dan… Fakat İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda Türkiye ile yapılan anlaşma ile en kalabalık işçi göçü Türkiye’den oluyor. İlk gelenler Zonguldak gibi madencilik bölgelerinden olsa da, Türkiye’nin bir çok yerinden 60’ı ve 70’li yıllar boyunca göçmen akını durmuyor.

BÖLGESEL DÖNÜŞÜMLE KÜLTÜR VE SANAT MERKEZİ

Daha önce maden ocağı olan ve kömür madenlerinin kapatılmasından sonra bir kültür ve sanat merkezine dönüşen Ruhr havzasınının dönüşünümünü Fatih Kurçeren şu sözlerle açıklıyor:

“Buraya 20-30 yıl önce bakıldığında her tarafta maden ocakları, raylı sistemler, kömür taşıyan vagonlar vardı. Havası sisli ve ağır kükürt kokusu olan bir yerdi. Burada üç, dört jenerasyon işçi olarak yaşadıktan sonra, 90’lı yıllarda Almanya madenleri kapatma kararı aldı. Dolayısıyla, buradaki dönüşüm de başlamış oldu. Zeche deniyor malum maden ocaklarına, burası da on yıl önce müzeye çevrildi. Şu anda serginin olduğu bu binanın içi 30 sene önce kömür çamuruyla dolduruluyor, onların suyu süzülüyor ve kalan madde tekrardan preslenip kömür haline getirilip satılıyor. Böyle bir yerdeyiz. ”

YER ÜSTÜNDE YER ALTI ÖYKÜLERİ

Fatih Kurçeren, bölgeyi de, öykülerini de yaşayarak, sonradan öğreniyor. Farklı kültürlerden, etnik yapılardan gelmiş insanların yüz yıldır burada beraber yaşaması, Almanya’nın diğer bölgelerine nispeten beraber yaşama kültürünün gelişmesi dikkatini çekmiş:

“Pithead anlam olarak İngilizce bir kelime. İngiltere’de de böyle, Almanya’daki bu Ruhr havzasında olduğu gibi maden ocaklarının olduğu bi yerden geliyor bu kavram. Anlamı da, madencilerin işlere başlarken, madenin yer altına indikleri o ilk giriş, o ilk kapıya Pithead deniyor. Ben de burayı, Ruhr bölgesini olduğu gibi maden olarak, bir metafor olarak algıladım ve geçen sene ilk fotoğraf kitabım da bu adla yayımlandı. Bu yüzden bu sergide ve bundan sonraki sergilerde de o isimle yayınlanıyor.”

(c) Fatih Kurçeren

BİR ARKEOLOG, ANTROPOLOG TİTİZLİĞİ

Geldiğinde bölgedeki hikâyenin çoktan bittiğini söyleyen Kurçeren, değişimi ise şöyle özetliyor:

“Evet, hikâye bitmişti ama insanlarda izlerini görüyordum hâlâ. Birahaneler yavaş yavaş kapanmaya başlıyor. Maden zamanlarında birahaneleriyle ünlü olan bir bölge burası. Saatlerce yer altında çalışan erkekler, yer yüzüne çıktıklarında birahaneye gidip birer ikişer bira içip evlerine gidiyorlarmış. Çok tipik, basit bir hayat aslında. Yani kadınlar evde çalışıyor, çocuk büyütüyor, çamaşır yıkıyor. Böyle orta sınıfın, işçi sınıfının çok güçlü olduğu bir bölgedeyiz. Ben de biraz bir arkeolog gibi, bir antropolog gibi sanki binlerce yıl önce terkedilmiş antik bir kente gelmiş edasıyla izler aramaya başladım. İşlerim böyle oluşmaya başladı ve bu süreçte burayı tanımaya başladım, buraya entegre olmaya başladım. Benim kendi yaşadığım yerden getirdiğim bakışı burada öğrendiğim diğer bakışla, buradaki üniversite hayatımla ve sert Alman belgesel diliyle birleştirdiğimde bu iş oluşmaya başladı. Fotoğraflara bakıldığında romantik, estetik bir şey var görünen… Çok basit bir binanın dış cephesi bile olsa orada bir sıcaklık hissedilebiliyor. Ben o belgeseli yalın belgesel olarak çalışmak hiç istemediğim için; böyle bir çalışma, o tarz bi dünya olmadığı için burada biraz daha estetik ve sanatsal bir dille yorumlayarak fotoğra çekmeye başladım. 15 yıldır bu iş devam ediyor. Belki bitmek üzere belki kapatacağım.”

SON MİSAFİRLER UKRAYNA’DAN

Kurçeren bölgedeki değişimin ve dönüşümün devam ettiğini söylüyor. “Evet, birahaneler kapanmış, giriş kapıları tuğlalarla örülmüş, üzerlerine basit bir sıva yapılmış; yan taraflara, cephelere ikişer üçer tane pencere açılmış ve şu anda içlerinde Suriye’den, Ukrayna’dan gelen göçmen insanlar yaşıyor. Yani bu sahneler gözle görülebilirlik anlamında dönüşümü en bariz anlatan örneklerden.”

Önceki işçi göçü ile son dönemde yaşanan siyasi göçleri ise şöyle anlatıyor Kurçeren:

“Bu fotoğrafları çekmeye 2005-2006 yıllarında başladım. O zaman genellikle Türkler ve daha önce gelmiş yabancıların, uzun süre burada yaşayanların alanı üzerinde başladı. Bunun bir de sonrası var, sonradan gelenler. Yani, çok olmasa da birkaç tane Suriye’den gelmiş çocuk ya da kadın, erkek fotoğrafların içinde olabilir ama aslında bütün işi oluşturan fotoğraflar bu süreçten öncesi. Belli bir süre sonra zaten fotoğraf çekmeyi azalttım hatta durdurdum ve ondan sonra bu süreç yaşandı. Suriye’deki iç savaş ve Ukrayna’daki savaş, bu iki olayla ilgili fotoğraflarımda bir iz bulmak mümkün değil, böyle bir şey yok. Fakat bu proje devam ederse, uzun soluklu olursa tabii ki onlar da bu işin içine girecekler.”

ÇİFT DİLLİ, ÇİFT KÜLTÜRLÜ FOTOĞRAF

Türkiye ile de irtibatını koparmayan sanatçı, “Evet, 2002-2003 yılında İstanbul’dan buraya yerleştim fakat sürekli oraya gittim çünkü ben buraya tek başıma geldim ve bütün ailem, arkadaşlarım, dostlarım orada yaşıyorlar. ” diyor ve şunları söylüyor:

“Tabii ki bu süreçte burada da yeni bir ailem oldu, yeni arkadaşlarım, yeni dostlarım oldu. Tabii ki buraya ilk gelen göçmenler gibi, günün birinde tekrar geri döneceğim düşüncesiyle gelmedim. Ben, burada yaşamak için geldim. Benim için Almanya olmasaydı Fransa olurdu, Amerika olurdu, farklı bir coğrafya da olabilirdi. Bu anlamda kendimi göçmüş, yaşadığı alanı terketmiş birisi olarak görmüyorum. Bağlarımı hiç kopartmadım. Geçen hafta oradaydım, iki hafta önce yine oradaydım. Yazın iki ay orada kaldım. Yani, yeterince zaman geçiriyorum ve oradaki insanlarla da bağlantım var, arkadaşlarım var.”

‘TÜRKİYE SANATSAL ANLAMDA BESLİYOR’

Türkiye sıkı iletişiminin kendisini sanatsal anlamda beslediğini de hatırlatan Fatih Kurçeren, “İnsanın iki hayatının olması, bir hayatının olmasından çok daha güzel bir şey. İki dili konuşuyor olabilmek, iki ülkenin içinde de yaşayabilecek alanlarının olması, o iki kapıyı açabilecek zihinsel becerilere sahip olmak bence müthiş bir şey. Yani bunu 3-4 yapanlar da var tabii ki. Aynı küçük yaştaki bir çocuğun 3-5 dil konuşması gibi. Gayet güzel bir olay.”

‘ALMAN ÇOCUĞUN ARKADAŞI AHMET YA DA DİMİTRİ’

Önceki ve sonraki göçmenlerin Almanlar üzerinde nasıl bir etkisi oldu, kötü deneyimleri oldu mu? Kurçeren bu soruyu şöyle yanıtlıyor:

“Bu konu tabii ki basit bir konu değil, tartışılması gereken bir konu fakat ben kendi yaşadığım tecrübelerden yola çıkarak bu soruya cevap verebilirim. Yaklaşık 20 yıldır buradayım ve bu anlamda bir tecrübe yaşamadım. En azından hatırladığım kadarıyla böyle bir şey yaşamadım ve belki bu, buranın yapısıyla da alâkâlı bir durumdur. Çünkü burası gerçekten 19. Yüzyılın sonlarından itibaren birçok halkın aktığı, geldiği, iş bulmak için buralara kadar göç ettiği bir bölge. Bu anlamda ilk Polonyalılar başlıyor gelmeye, 19. Yüzyılın sonlarında kömür madenlerinin bulunmasıyla. Sonrasında Türkler geliyor, Yunanlar geliyor, İtalyanlar geliyor, İspanyollar geliyor. Yani zaten Almanya’nnın diğer bölgeleriyle karşılaştırdığımızda burası gerçekten göçün yoğun yaşandığı, sanayinin ağır olduğu bir yer. Bu yüzden de, dışarıdan inanılmaz bir işçi göçü yaşanmış ve şu anda burada 3-4 nesil yaşıyorlar. Bu şu demek, buradaki Almanlar burada okula giderken yanlarına mutlaka bir Ahmet ya da bir Dimitri oturmuş. Onların evine gitmişler, onların kültürlerini görmüşler. Sonra birisi polis olmuş, beraber polis arabasına binip sokaklarda görevlerini yapıyorlar. Bu anlamda, harmonik bir durum var. Herkesin kendi yaşadığı tecrübeyi bilmiyorum, olma ihtimali de çok yüksek ‘burada ırkçılık yoktur’ demiyorum ancak diğer bölgelere nazaran burası bu anlamda farklı farklı insanların, halkların, etnik kökenlerin, farklı toplulukların yaşayabildiği bir yer.”