Sıcak Kafa’yı neden bu kadar sevdik?

Peşinen cevaplayalım: Hayır, sadece, ilk yerli ve başarılı distopya dizisi olduğu için değil. Bir ‘kıyamet sonrası’ senaryosunda dahi bugünkünden çok da farklı yaşayamayacağımızı hissettirdiği için Sıcak Kafa'yı sevdik bence.

YAVUZ GENÇ 18 Aralık 2022 KÜLTÜR

Netflix’te yayınlandıktan sonra en çok izlenen yerli yapımlar arasına giren Sıcak Kafa, yabancı dilde de en çok izlenen dizi olmuş. Yani diziyi sadece biz değil, dünyanın farklı yerlerindeki insanlar da merak edip izlemiş.

Konusu, konuyu işleyiş biçimi, oyunculukları, dekoru, tasarımı, görüntüleri ve bir kitaba dayanan güçlü senaryosuyla Sıcak Kafa, ilk yerli distopya örneği olmasının ötesinde oldukça başarılı bir yapım. Bu haliyle Hakan: Muhafız, Pera Palas’ta Gece Yarısı ve Atiye dizileriyle denenen ancak pek de başarılı olmayan ‘olağanüstüyü anlatma’ işi, bu dizide yapılabilmiş.

Distopik filmlere uzak olanları dahi içine çekebilen Sıcak Kafa, iletişim yoluyla bulaşan ve zihinden zihine yayılan bir bulaşıcı salgını konu alıyor. Çok kısa bir süre önce Covid-9 gibi dünya ölçeğinde bir pandemiden çıkan bizler elbette hastalık, enfekte olmak, karantina, ilaç, aşı, sokağa çıkma yasakları gibi kavramlar pek uzak değil ancak, diziye kaynaklık eden filmin bu pandemiden yıllar önce yazıldığını bilmek, yazar Afşin Kum’un hayal gücüne hayranlık uyandırıyor. Elbette, yaşadığımız Covid deneyimi, filmin atmosferinin oluşmasında ciddi bir katkısı olmuştur.

ABUKLAYALAR VE DİĞERLERİ… 

Bu hastalığa yakalananlara “abuk” deniyor. Başta bu “abuk” ifadesi komik gelse de dizi ilerleyip abuklayanları dinledikçe, “abuk sabuk konuşma”nın o kadar da kötü olmadığını anlıyorsunuz. Evet bir “hastalar” bir de “normaller” var dizide ama hastaların bir tür delilikle velilik arası bir yere konuşlanması şaşırtıcı.

Hastalığın, insanoğlunun en temel iletişim aracı (konuşma) vasıtasıyla yayıldığını düşününce, gönüllü sağırlığa razı olmaktan başka çare de kalmıyor. İşte o noktada da Covid döneminin ayrılmaz parçası maskelerin yerini, iletişimi engelleyen, dış sesleri sessizleştiren kulaklıklar devreye giriyor. Hastalığa yakalanmayan herkes kulaklıklı ve “sağır”. Abuklar ise olabildiğince konuşkan. Hiç durmadan, sürekli bir anlatma ihtiyacı duyan.

Buradaki “hasta” denilenlerin anlatma ihtiyacı, “normal” denilenlerin ise bu anlatılanı duymamak için kaçması, insanlığın başından beri var olan “anlatma ihtiyacı” ve “duyma ihtiyacı” durumlarını da alt üst ediyor. Dizi bu yanıyla, güçlü bir düşünsel altyapıya da işaret ediyor.

DEVLET (SMK) VE GÖZDEN DÜŞEN HALK… 

Eh “kıyamet sonrası” bile olsa bir devlet olmalı değil mi? Olabildiğince yozlaşmış, baskıcı, yönetilenleri böcek gibi gören, en ufak bir değer atfetmeyen, “gerektiğinde” feda edilebilen milyonlarca insanın, dünyayı 8 yıl boyunca etkisi altına alan bir salgında kendi başlarına kalması olur mu hiç? Bir otorite doğmalı, yönetime hemen el koymalı, salgını bahane edip tüm hayatları alt edecek kararlar almalı, ve bu kararları en sert polisiye/askeri yöntemlerle uygulamalı değil mi?

Dizide de böyle oluyor. Dünya çapında yönetimi ele geçiren Salgınla Mücadele Kurumu’nun (SMK) Türkiye yönetimi de abuklarla “normal” insanları birbirinden ayıran gettolar inşa etmiş, mesela İstanbul gibi koca bir şehir bölgelere ayrılmış, bölgeler arası geçişler kontrollü sağlanıyor, yönetim boşluğu had safhadayken, bir avuç “abuklar da insan” diyen “artı 1” isimli oluşumun peşine düşmüş. “Hastalığın çaresini bulduk, bulacağız” diye diye otoritesini sağlayan SMK, hastalığın çaresinin gerçekten arandığı noktalarda da devreye girerek tehditleri bertaraf ediyor ve tek yetkili kurum gücünü koruyor.

DİRENENLER VE GEZİ HATIRLAMASI 

Dizinin sonraki atmosferi abuklamaya karşı dirençli olan Murat Siyavuş’un (Osman Sonant) aşırı ateşlenen kafasını “normale” çevirmek için 6. Bölge denilen kısma geçmesiyle bambaşka bir şekle bürünüyor. Gezi eylemleri günlerini hatırlatan “direnen” gençler, yardımlaşma, abuklayanların da insan olduğunu savunan, sert yönetimin acımasızlığına karşı barışçıl yöntemleri benimseyen bir grup ve bu grubun en ufak bir şiddet eylemine bulaşmasını dört gözle bekleyen SMK. Tüm medyayı kontrol eden, yargı kurumlarını aradan çıkaran, tek karar alıcı SMK, abuklayanlar üzerinden sağladığı otoritenin zayıflatılmasına yönelik her adımı en şiddetli şekilde bastırmakta pek mahir.

Ablukaya alınan caddeler ve sokaklar, Türkiye seyircisinin “aşina” olduğu sahnelerle dolu. Cop, biber gazı ve ateşlenmekten bir an bile çekinilmeyen silahıyla SMK, “devlet terörü”nün kanlı canlı örneği.

SICAK KAFA’YI NİYE SEVDİK? 

Peki, Sıcak Kafa dizisini neden bu kadar sevdik ve izlemelere doyamadık?

İlk yerli ve gerçekten başarılı olan distopya örneği olduğu için mi? Hayır, zannetmiyorum. Bence diziyi yer yer sıkıcılaşan “tesadüfler” ve “en baştan tahmin edilen son”a rağmen bizim açımızdan çekilebilir kılan, gerçek hayatla kurduğu bağın gücünden kaynaklanıyor.

Biz, Sıcak Kafa’da yaşanan ve “distopya” denilen şeylerin çoğunu ve hatta daha fazlasını gün aşırı yaşıyoruz zaten. Dizide bahanesi salgın olan devlet (SMK), gerçek hayatta bahane bulmakta pek zorlanmayan hükümetle aynı zihin yapısına sahip. “Terörist”, “hain”, “vatan haini”, “zillet”, “yerli olmayan”, “dış güçler”, “ajan” ve ötesi… Bunlar neredeyse her gün duyduğumuz ve her türlü gözaltıya, polis şiddetine, tutuklamaya ve işkenceye yapılan bahaneler değil mi?

Bence Sıcak Kafa’yı, dünyanın alt üst olduğu bir “kıyamet sonrası” senaryosunda dahi, bugün yaşadığımızdan çok da farklı olmadığını hissettirdiği için çok sevdik.

Distopya arayışımız yoktur, zaten yaşıyoruz.

Takip Et Google Haberler
Takip Et Instagram