‘İlaç şirketleri, silah ve petrol şirketleri kadar para kazanıyor’

Psikiyatr Cemal Dindar: Öfke, üzüntü, uykusuzluk, anksiyete belirtileri, baş ağrısı gibi semptomlar, kişilerin kendini ifade etme dilidir aynı zamanda. Siz ilaçla bu dili ortadan kaldırıyor, kişiyi dilsiz bırakmış oluyorsunuz. Çığlık atanın ağzını kapatmak gibi. Bugün ilaç sermayesi silah, petrol gibi sermayelerle yarışabilir durumda. 

ÖZLEM ERGUN 25 Aralık 2023 SÖYLEŞİ

“Birlikte iyileşebiliriz” diyen ve ruh sağlığı alanında ‘örnek yaratma’ çabasıyla birlikte eşitsizlikleri merkezine alan Halk İçin Psikoterapi Derneği kurucularından Psikiyatrist Cemal Dindar’la dün başladığımız söyleşimize bugün devam ediyoruz.

Ruh sağlığı alanında yeni bir psikokültür anlatısına ihtiyaç olduğunun altını çizen Dindar, çözüm ve çare olarak grup terapilerini işaret ediyor:

“Bu, hem birim zamanda daha fazla insana ulaşabilmeyi sağlayacaktır hem de sadece bireysel olanın, terapist merkezli anlatıların, hiyerarşik terapi düzleminin iyileştirici olduğu yanılsamasını değiştirecektir. Terapistin ne gördüğünden daha önemli olan şey, o süreçte danışanın kendinde ne gördüğü, neyi keşfettiğidir. Grup içinde kendi hikâyemizi taşıyabilme kapasitemiz, ötekinin öyküsünü taşıyabilme kapasitemizle de ilgilidir. Ötekinin öyküsüne katlanamayan kendine de katlanamıyor zaten.”

‘SEMPTOM DÜŞMANLIĞIYLA KİŞİYİ DİLSİZ BIRAKMIŞ OLUYORSUNUZ’

Semptomların, ‘kişinin kendisini ifade etme dili’ olduğunu söyleyen Dindar, ruh sağlığı alanının en önemli sorunlarından biri olarak ‘semptom düşmanlığı’nı işaret ediyor:

“Öfkesinin, üzüntüsünün, uykusuzluğunun ortaya çıkması, anksiyete belirtileri, baş ağrısı… Bunların hepsi bir dildir, kişi diyor ki: “Ben bu hayatla ilişkimde, kendimle ilişkimde zorlanıyorum.” Siz ilaçla öncelikle bu dili ortadan kaldırıyor, kişiyi dilsiz bırakmış oluyorsunuz. Munch’un tablosunda çığlık atan insanın ağzını kapatmak gibi bir şey bu. Çığlığı duymak yerine.”

‘KAPİTALİST DÜZEN, ‘BU BENİM SUÇUM DEĞİL’ DİYOR’

Dindar, dünyada ve Türkiye’de insanlara psikiyatrik tanı koymada geçerli olan Amerikan Psikiyatri Birliği’nin yayınladığı DSM’nin sorunlarına ise “DSM sisteminde kişiye, toplumsal ve mesleki işlevinde sorun ortaya çıkmışsa tanı koyarsınız. Bu; şu demektir: Kişi, toplumsal sistemin içinde emeğinden yararlanılacak biri olmaktan çıkmış mı, çıkmamış mı? Sorunları toplumsal sistemin değil de bireyin sorunlarıymış gibi işlemek sistemin işine yarıyor. Kapitalist düzen, “Bu benim suçum değil” diyor. İkincisi, ne kadar tanı o kadar ilaç…” diyerek dikkat çekiyor.

Sözü, ruh sağlığı alanında örnek yaratma çabasıyla yola çıkmış Halk İçin Psikoterapi Derneği kurucularından psikiyatrist Cemal Dindar’a bırakıyoruz.

DEVLET TERAPİ ÜCRETLERİNİ NEDEN ÖDEMİYOR?

Ülkede ruh sağlığı alanını önemli ölçüde düzenleyen devlet hastanelerinde hastaya bu iş için ayrılmış zaman 10 dakika… 10 dk.da psikiyatrik tanı ve tedavigibi iddialı bir şey mümkün mü gerçekten?

Ne beklediğiniz ve neyin vaat edildiğiyle ilgili olarak değişir. Bir sistem işliyor ama bu ne kadar insancıl ne kadar insan karşıtı, uygulama biçimi vs. son derece sınıfsal bir durum.

O hastanelerde poliklinik kapısında toplanan insanlar, yurttaşlarımız psikoterapiyi de hak ediyor ama neden alamıyor? Devlet neden terapi ücretlerini ödemiyor? Psikoterapi de pekâla bir insan hakkı. Çeyrek yüzyıldır ruh sağlığı alanında çalışan biri olarak rahatlıkla söyleyebilirim ki;  terapi bu alanın en değerli hizmet alanıdır. Devlet ise terapi ücretlerini ödemiyor çünkü tersi başka bir insan anlayışını gerektirir ve toplumsal sistemler o insan anlayışıyla pek de uzlaşmıyor. Bu konuda temel öznenin ilaç sermayesi olduğunu da konuşmuştuk zaten.

BU BİR SİSTEM SORUNU

Devlet hastanelerinde psikiyatrist bu 10 dakikayı aşarsa sistem itiraz ediyor. Gerçekten işini iyi yapmak, karşısına gelen kişinin kendisini sözle ifadesine alan açmak isteyen meslektaşlarımıza yanındaki odada 10 dakikada ilaç yazan meslektaşı örnek diye gösteriliyor. Çünkü ‘performans sistemi’ diye bir şey vardı, sanırım devam ediyor. Dolayısıyla bu kişilere bağlı değil, tam olarak bir sistem sorunu. Bunun böyle olması da toplumsal sistem açısından belirleyici bir seçim.

SEMPTOMLAR KİŞİNİN KENDİSİNİ İFADE ETME DİLİDİR

Peki, bu tablonun bireysel ve toplumsal sonuçları nedir?

Baskın paradigmayı söyleyeyim size. Semptomlar, kişilerin kendini ifade etme dilidir aynı zamanda. Öfkesinin, üzüntüsünün, uykusuzluğunun ortaya çıkması, anksiyete belirtileri, baş ağrısı… Bunların hepsi bir dildir, kişi diyor ki: “Ben bu hayatla ilişkimde, kendimle ilişkimde zorlanıyorum.”

Siz ilaçla öncelikle bu dili ortadan kaldırıyor, kişiyi dilsiz bırakmış oluyorsunuz. Ruh sağlığı alanında ‘semptom düşmanlığı’ en önemli sorunlardan biri. İster bilişsel davranışçı, ister EMDR gibi hipnotik yöntemler ya da ilaçla olsun…

ÇIĞLIĞI DUMAK YERİNE AĞZINI KAPATIYORSUNUZ

Bunların hiçbiri sorunun kendisiyle gerçekten ilgilenmiyor, sorunun ortaya çıkarttığı belirtilerle ilgileniyor. Munch’un tablosunda çığlık atan insanın ağzını kapatmak gibi bir şey bu. Çığlığı duymak yerine.

Ve bunlar toplumda kurumsallaşmış bir tedavi alanı haline getirilmişse, bütün toplumun hipnotize edinmesinin zemini de hazırlanmış demektir. Bu, toplumun gerçek bir irade göstermesi, kendini ifade etmesi ve örgütlenmesi açısından da önemli… Bir toplumda bunlar yaygınlaşmışsa bu; toplumun iradesinin lidere/yönetenlere de kolaylıkla devredilebileceği anlamına gelir.

ABD’DE NÜFUS SAYIMININ PARÇASI OLARAK ORTAYA ÇIKIYOR

Amerikan Psikiyatri Birliğinin yayınladığı DSMye -Ruhsal Bozuklukların Tanısal ve İstatiksel El Kitabı- dikkat çekiyorsunuz. Öncelikle DSM nedir, nasıl ortaya çıktı?

DSM sistemi, 19. yüzyılın sonu 20 yüzyılın başında ortaya çıkmış bir eğilimin günümüzdeki olgunlaşmış hali. O da nedir? “Toplumdaki ‘çürük yumurtalar’ nerede?” diye sorar. Amerika psikiyatri kurumu menşeli bir araç…

  1. yüzyılın sonunda toplumda ‘zekâ problemi ve akıl hastalığı olan kaç kişi var’ bunu tespit etmek üzere genel nüfus sayımının bir parçası olarak ortaya çıkıyor, sonrasında mesleki bir sınıflandırmaya dönüşüyor.

Ve ilginçtir toplumsal dönüşüm zamanlarında yani 1. ve 2. savaş sonrası, Kore savaşı sonrası yeniden düzenleniyor, genişletiliyor. En nihayetinde 1980’li yıllarda soğuk savaşın bitmeye yüz tutuğu sıralar DSM bugünkü temel niteliğine kavuşmuş oluyor.  Giderek hastalık sayıları artırılıyor, 10 iken 100’e ulaşıyor şimdi sanırım DSM’de 350-400 ‘hastalık’ tanımlanmış durumda. Ve bu tanıların çoğunun doğal bilimsel bir sınıflama değil, dönemin ideolojisi ile ilgili olduğunu, bir ‘uzmanlar uzlaşısı’ olduğunu unutmayalım. Dün homoseksüellik hastalık olarak tanı kategorisiydi bugün değil, yarın olabilir vs.

KİŞİ, SİSTEMİN KULLANABİLECEĞİ BİR VİDA MI DEĞİL Mİ?

Peki, insanlara tanı koymada kriter olan bu ölçütlerin temel sorunu nedir?

Ruhsal zorlanmalara verilen anlamlar ve bunlarla baş etme yöntemleri bölgeden bölgeye, kültürden kültüre değişebiliyor. İnsanların ruhsal zorlamalarına buldukları çözümleri geçersizleştirip, bunu bir kutu ilaca bağlamak insanın dünyadaki yaşam çeşitliliğini de tek boyutluluğa indirgemek demek.  Bence küreselleşme asıl buralarda çalıştı, kültürel alanlarda… Üstelik büyük bir ikiyüzlülükle, çok-kültürcülük tamtamları altında. Şiddet sadece işgalle, orduyla olmuyor.

DSM sisteminde birçok tanı vardır. Birçok şey yazılır/çizilir en sonunda da ‘toplumsal ve mesleki işlevinin bozulması’ tanı kriteri olarak konur. Yani kişiye sadece üzüntülü olduğu için tanı koymazsanız, bu durum toplumsal ve mesleki işlevinde sorun yaratıyorsa tanı koyarsınız.

Bu; şu demektir: Kişi, toplumsal sistemin içinde emeğinden yararlanılacak biri olmaktan çıkmış mı, çıkmamış mı? Deyim yerindeyse sistemin kullanabileceği bir vida mı, değil mi? Özü itibariyle DSM sistemi budur.

Sorunları toplumsal sistemin değil de bireyin sorunlarıymış gibi işlemek sistemin işine yarıyor. Kapitalist düzen, “Bu benim suçum değil” diyor. İkincisi, ‘ne kadar tanı o kadar ilaç’ demek. Bir de böyle kâra geçiyor.

BİZLER, İLAÇ SERMAYESİNİN İLERİ KARAKOLLARIYIZ

Tam da buradan beslenen bir ilaç endüstrisinden söz ediyoruz o halde.

Elbette. ABD’de 20. Yüzyıl ortalarında sigorta şirketleri psikoterapi ücretlerini karşılıyordu ve ilk ilaç çalışmalarını da yine bu sigorta şirketleri finanse etti. Çünkü haftada bir- iki- üç terapi seansı parası ödemektense bir kutu ilaç parası ödemek daha kârlı. Sistem burada bir makas değişikliğine gitmiş oldu ve bugün ilaç sermayesi silah, petrol gibi sermayelerle yarışabilir durumda.

Merkeze ilaç ve onun sermayesini koyduğumuz zaman Bakırköy’ün efsane klinik şeflerinden Ali Nahit Babaoğlu’nun çok çarpıcı bir sözünü hatırlatayım: “ Bizler ilaç şirketlerinin ileri karakollarıyız.” Unutmayalım, bütün bu konuştuklarımızın esas öznesi ilaç sermayesidir.

KARANLIĞIN YAYILDIĞI YERDEN AYDINLIK DA GİREBİLİR

Grup ve onun temsil ettiği toplum, kişilerin tek başınayken sakınık davranacağı birçok karanlığın kapısını da aralar” diyorsunuz. Tersi de geçerli olabilir mi?

Kitlede/gruplarda duygular daha bulaşıcıdır. Bunu en kolay tribünlerde görebiliriz veya 6-7 Eylül olaylarında, Sivas’ta Madımak’ta görürüz. Kitle içindeyken saldırganlığı/agresyonu onu öne çıkmış birey kadar tehlikeli çok az şey vardır çünkü gruptan destek alır, kitle artık tek bir beden gibi davranır. Biyolojik benzetmeleri pek sevmiyorum ama şöyle özetleyebiliriz, bütün beden bir yere koşarken tek bir hücrenin ters yöne koşması pek mümkün değildir ve koşsa da anlamı kalmaz. Fakat karanlığın yayıldığı yerden aydınlık da girebilir elbet. Biz de tam onu söylüyoruz.

Liberalizmin, insanı tüm toplumsal/kültürel aidiyetlerinden ayıra ayıra elimizde sadece bireyi bıraktı. Liberalizm, insanın hakikatini toplumsallıkta değil de iç dünyasında arar. Oysa, iç dünyayla dış dünya birbirinden kopartılamayacak kadar bağlıdır.

Toplumsal olana gözünüzü kapattığınızda, o aradığınız iç dünyada da bir şey bulamıyorsunuz. Dünyanızda ötekine dikkatiniz yoksa kendinizi de göremezsiniz. İnsanın hakikati, toplumsal ile bireysel olanı, iç ile dışı birlikte düşünmekte.

YENİ BİR PSİKOKÜLTÜR ANLATISINA İHTİYAÇ VAR

Hal böyleyken, Halk İçin Psikoterapi Derneğinin önerisi/çözümü nedir?

Çözüm ve çare olarak diyoruz ki, bastırılmış olan bir tedavi yöntemi var o da:  Grup terapileri… Bunun yanında yeni bir pisikokültür anlatısına ihtiyaç var. Koruyucu ruh sağlığı hizmetleriyle tedavi hizmetleri arasındaki kalın duvarın aşılmasına ihtiyaç var. Buralara odaklanıyoruz ve grupları merkeze alan bir tedavi yöntemi öneriyoruz.

Bu, hem birim zamanda daha fazla insana ulaşabilmeyi sağlayacaktır hem de sadece bireysel olanın, terapist merkezli anlatıların, hiyerarşik terapi düzleminin iyileştirici olduğu yanılsamasını değiştirecektir. Terapistin ne gördüğünden daha önemli olan şey, o süreçte danışanın kendinde ne gördüğü, neyi keşfettiğidir.

Dolayısıyla grup terapileri dayanışmanın da merkezine yerleşebilir. Otoritenin söylediklerinde kendimize iyi bir şey bulmak değil, yanımızdaki grup üyesinin anlattıklarında da kendimiz için iyileştirici bir yan bulabilmektir. Bazen bir merhaba bile iyileştirici olabilir. Grup içinde kendi hikâyemizi taşıyabilme kapasitemiz, ötekinin öyküsünü taşıyabilme kapasitemizle de ilgilidir. Ötekinin öyküsüne katlanamayan kendine de katlanamıyor zaten.

PSİKODİYALEKTİK, BİREYDEKİ TOPLUMA VE TOPLUMDAKİ BİREYE BAKAR

Bireysel ile toplumsalın diyalektik yorumuna ihtiyaç olduğunu ve yeni bilimsel önerinize psikodiyalektikkavramını uygun bulduğunu söylüyorsunuz. Burayı açabilir miyiz?

Ruh sağlığı alanında değerli olan tarafa terapi alanına baktığımızda Freud düşüncesine özel bir önem atfediyoruz. Freudyen uygulamadaki semptoma karşı olmama, semptoma katlanabilme, semptomu taşıyabilme onu kişiyi anlayabilmek için bir yol olarak görme durumu en uygun terapi anlayışı gibi geliyor bize. İyi bir psikodiyalektik süreç, özgürleşme deneyimidir. Öncelikle de iç dünyamızda kendi öykümüzden kaynaklanan prangalardan özgürleşme…

Freud, aynı zamanda toplumsal alana çok önem vermiş bir düşünür ve psikanalist. 1913’de Totem ve Tabu ile başlayıp, 1938’de, ölümüne yakın yazdığı Musa ve Tek Tanrılı Din, öncesinde Yanılsamanın Geleceği, Uygarlık ve Huzursuzlukları, Kitle Psikolojisi ve Ben Çözümlemesi… Tüm bunları yazmış biri. 1980’leri 90’ları hatırlıyorum. Ruh sağlığı camiasında, varlıklarını Freud’un çabasına da borçlu psikanaliz grupları da dahil, tartışmalarda bunların esamesi okunmaz, aşılmış kabul edilir, demode bulunurdu. Son 10 yılda bunların değeri anlaşıldı.

Psikanaliz ‘ruhsal çözümleme’ demek, diyalektik ise sadece çözümlemeyi içermez. Aslında hakkıyla yapılmış her terapötik süreç bir sentezidir. Psikodiyalektik, bireydeki topluma ve toplumdaki bireye bakar.  Kant’ı çok iyi bildiği anlaşılan fakat Hegel’le, hele de Marx ile mesafeli Freud’un düşüncesini gerçek felsefi temellerine kavuşturma çabasıdır.

Takip Et Google Haberler
Takip Et Instagram