Özgürüz sanıyorlardı

1 Eylül 1939'da Almanya sabaha karşı Polonya'yı işgal etti ve İkinci Dünya Savaşı başladı. 81 yıl sonra bugün Nazi rejimini, Hitler'i ve İkinci Dünya Savaşı'nı anlama çabasını sürdürüyoruz. Nazileri destekleyen sıradan insanların bu rejimi nasıl gördüğüne ilişkin ortaya çıkan yeni belgeler ve yeniden yorumlanan eski metinler ışığındaki ortak yorum şu: Özgürüz sanıyorlardı.

BAŞAK YÜCE 01 Eylül 2020 GÖRÜŞ

Son birkaç yıldır kendimi hep aynı tür kitapları karıştırırken buluyorum. İnsan doğasının iyiliğe olduğu kadar kötülüğe de meyilli olduğu ve bir demagogun elinde, bir demagogun diliyle kötücüllüğe teslim olmanın ne kadar kolay olabileceğini anlatıyorlar. Bu konuda İngilizcede birden bu kadar çok (çoğu kırmızı kapaklı) kitap çıkması aslında şaşırtıcı değil, bugünü anlamlandırmak için tarihteki demagoglara ve kitlelerin onlara cevaplarına bakmak aydınlatıcı yollardan biri. Bu kitapların coğrafyası da çoğunlukla Holokost’un ve soykırım(lar)ın coğrafyaları. Geçtiğimiz aylarda Jessica Stern’in My War Criminal adlı kitabını ve Radovan Karadziç’in korku söylemini kullanarak halkı nasıl komşunun komşuyu öldürebileceği bir noktaya sürükleyebildiğini yazmıştım. İlk olarak 1955’te yayımlanan ama bu yıl tekrar basılan Milton Mayer’ın They Thought They Were Free (Özgür Olduklarını Sanıyorlardı) adlı kitabı da Stern’in deyimiyle kobranın nasıl deliğinden çıktığını anlama çabasında yeni bir durak. Coğrafya Nazizmin coğrafyası ve tarih 1933-1945 arası, yani Holokost’a giden, varan ve tarihin bittiği yıllar. 

İçinden geçtiğimiz süreçte dünyanın pek çok yerinde popülizmin yükselişi benzer bir sonuç doğuruyor ve çoğumuz kobranın başını çıkardığı ya da tamamen kontrolden çıktığı ülkelerde yaşıyoruz. Pandemi ile iyice belirginleşen, üstelik normalleşen, popüler deyişle bir “yeni normal” bu. Normalleşen kötülüğün, ya da Hannah Arendt’in deyimiyle sıradanlaşan kötülüğün, öznelerini anlamaya çalışmak ve bunu sosyal bilimlerin imkanlarıyla yapmak kayda değer bir çaba bugün. Bunu farklı perspektiflerden yapmaya çalışan birkaç kitaptan bahsedeceğim Mayer’in kitabının yanında. 

Aynı zamanda gazeteci olan Alman Yahudisi Mayer, 1938’de Hitler’den söyleşi talebinde bulunmuş, elbette başarılı olamamış. Ama Amerika’dan bunun için Almanya’ya gittiğinde halkı gözlemleme ve onlarla söyleşi yapma şansı olmuş. Mayer, yazdığı önsözde şunu fark ettiğini söylüyor: Nazizm’i anlamak için Hitler’den çok sıradan insanlara soru sormak gerekiyordu. Tespiti ise ürpertici: Nazizm bir kitle hareketiydi, şeytanlaşmış birkaç kişinin çaresiz milyonlar üzerindeki tiranlığı değil.

Buz gibi bir cümle bu, buz gibi bir gerçek ya da. Elbette halkların çaresiz olduğunu ya da “halkların aslında hep iyi” olduğunu düşünmeyi yeğler, hatta böyle romantize edebiliriz yaşananları. Ama buz gibi gerçek bir kez daha şu cümlelerle dökülüyor Mayer’in kaleminden, 1954’te: “Uluslar meşe ağaçlarından ve taştan değil insandan yapılmıştır ve insanlar nasılsa uluslar da öyle olacaktır.” 

‘İŞİN NEREYE VARACAĞINI HAYAL BİLE EDEMEZDİM’

Yazarın konuştuğu 10 Alman, ismini değiştirerek Kronenberg adını verdiği küçük bir üniversite şehrinde yaşıyorlar, şehir yavaş yavaş dönüyor Nazism’e, kendilerini de böyle tanımlayan “küçük insanların” şehri, bundan şikayetçi de sayılmazlar, kendi temsillerini ulusla sosyalist işçi partisinde görmeleri ve “onlar için iyi olan bizim için de iyidir” sloganına bağlanmaları “küçüklüklerinden” şikayetçi olmayan insanlar için şaşırtıcı da sayılmaz pek. Mayer şunu belirtiyor, imparator da führer de bu “küçüklük” bilincini isterler. Kitabın başında da on sıradan insanın rol aldığı ve Holokost’a giden taşları yavaş yavaş döşeyen küçük insan eylemleri sıralanıyor. Mayer konuştuğu Almanlardan çoğunun Nazism’i bizim tanımladığımız gibi tanımlamadığını, neye dönüşeceğini kestiremediğini yazıyor: “İşsizlik sorununu çözeceğiz dediler, çözdüler de. Ama işin nereye varacağını hayal bile edemezdim. Kimse edemezdi.”

“İki gerçek vardı”, diyor yazar, ve “bu iki gerçek birbiriyle çelişkili değildi”: Naziler mutlu, Nazi olmayanlar mutsuzdu. Dünyanın geri kalanı ülkenin gerçeğini bu mutsuz kesimden öğrenir ve Nazizm’i böylece tanımlarken, ülkelerinin dışına çıkmayan, tek gerçekleri nasyonal sosyalizm olan halka göre başka bir tanımı vardı bu kavramın. Mayer’in konuştuğu Almanlar toplama kamplarında çalışan kimseyi tanımadıklarını söylüyorlar. Yazarın gözlemine göre diktatörlük halkın işine de geliyor bir açıdan, zaten düşünmek istemeyen bu insanlar düşünmek zorunda kalmıyorlar, onlar için düşünenler var. Faşizme giden her adım o kadar küçük ki, faşizme varıldığında fark edilmiyor bile.

Mayer’in kitabı aslında bu kitaptan beş yıl önce Adorno öncülüğünde yazılan ve Freudcu bir okumayla otoriter kişiliği anlamaya çalışan, (bir yandan da eleştirilen) “Otoriter Kişilik” analizinin de bir yansıması. Öte yandan başlangıçta Mayer’i yönlendiren Adorno’nun, daha sonra kitaba mesafeli yaklaştığı biliniyor. 

ANLAMA ÇABASININ DEĞERİ

Mayer’in kitabı sıradan insanlara odaklanıyor. Ancak rejimin nasıl yükselebildiğini anlamak için şüphesiz kendi başına yeterli değil. Ancak bu tanıklık son dönemde yayımlanan başka çalışmalarla birlikte okunduğunda daha net bir resim çıkabiliyor karşımıza. Örneğin Kavgam‘ı yorumlayan kitaplar.

2017 yılında Hitler’in Kavgam kitabı, Almanya’da 1946’dan sonra ilk kez tekrar basıldı. Etrafında bir metinle birlikte basılan kitap, on dokuzuncu yüzyılın en tehlikeli kitabı olması dışında yazımına ilişkin de eleştiriler aldı. Buna göre görüş birliği kitabın çok kötü olduğu, orijinal olmadığı, jargon dolu olduğu, son derece sıkıcı olduğuydu. Bu kitabı yazan biri nasıl olup da bir hareketin başında yer alabilmişti. Albrecht Koschorke’nin On Hitler’s Mein Kampf (Hitler’in Mein Kampf’ı Üzerine) adlı çalışması bu kötü kitabın aslında bir fanatik strateji barındırdığını ortaya koyuyor. Kitaptaki en önemli vurgu fanatizmin sağladığı “imkanlar”, buna göre Kavgam tam olarak bu imkanları sunuyor. Savaştan mağlup çıkmış bir halka onurunu yeniden kazanma ve büyüklük vaadinde bulunuyor, içi boş sözlerin etki gücünü gösteriyor. En önemlisi –daha önce Karadzic örneğinde de bahsettiğim gibi– düşüncelerin değil, dilin gücünü kullanıyor.

Peter Fritzsche’nin yazdığı Hitler’s First Hundred Years (Hitler’in İlk Yüz Günü) ise bu etkinin sağlamlaşmaya başladığı ilk döneme, Nazi rejiminin ilk üç ayına odaklanıyor. Buna göre iki taktik uyguluyor Naziler, biri sıradan Almanları korkutmak, diğeri yeni bir dönem vaat etmek. Bu süreç çok önemli çünkü muhalif seslerin bastırıldığı, Nazizm’in Weimar Cumhuriyeti’ne halkın büyük çoğunluğu tarafından tercih edildiği dönem oluyor. Sonuç: savaş sonrası derinden bölünmüş bir toplum Nazi ideolojisi etrafında toplanıyor. Bu dönemi halkın dilinden de yansıtmaya çalışıyor kitap. Örneğin bir edebiyat öğretmeni defterine şunları yazmış: “Zscheishler’in fırınında beş kadın iyi günler dedi, iki kadınsa Hitler selamı verdi.” Halkın içinden bu tür gözlemlerle ayakta kalmaya çalışan bir demokrasinin birkaç ay içinde nasıl soykırımcı bir diktatörlüğe dönüşebildiğini anlatıyor kitap.

Ros Rosenbaum’un Explaining Hitler (Hitler’i Açıklamak) kitabı ise diktatörü açıklamanın zor olduğunu savunan “survival myth”ten yola çıkıyor, kuramlar ve anlatıların yarattığı belirsizlik arasında gerçek bir portreye ulaşmak, onun hangi aşamada milyonlarca insanın ölümüne sebep olmuş bir diktatöre dönüştüğünü tespit etmek yazara göre evet zor ama imkânsız değil. Üstelik bu mitin büyütülmesi Hitler’in bir efsaneye dönüşmesine de zemin hazırlıyor ve, bugün de örneklerinin göründüğü nedenlerle, bu çok tehlikeli. Diğer bir deyişle açıklama ve anlama çabasındaki her metin çok değerli. Açıklamanın ve anlamanın affetmek değil, benzer eğilimlerin önüne geçmek demek olacağı vurgusu son dönemde bu konuya kafa yoran pek çok araştırmacı tarafından dile getiriliyor.

Benzer bir anlama çabası da Brendan Simms’in Hitler: A Global Biography (Hitler: Bir Küresel Biyografi) adlı kitabı. Simms de Rosenbaum gibi bu miti bozmaya çalışanlardan biri. Onun perspektifi diktatörü dış politika açısından da değerlendiriyor. Ona göre Hitler’in başından beri en önemli stratejik düşmanı Sovyetler Birliği’nden çok Anglo-Amerika olarak tanımlanabilir. Ünlü tarihçinin yazdığı biyografi yeni bir Hitler yorumu olarak değerlendiriliyor. Yeni yorumlar, değişen perspektiflerle ve elbette ortaya yeni çıkan belgeler ışığında şekilleniyor. Howard Blum’un Night of the Assassins (Suikastçılar Gecesi) adlı kitabı da bu çerçevede değerlendirilebilir. 1943’te Franklin Roosevelt, Winston Churchill ve Joseph Stalin’in Tahran’da yaptığı gizli bir görüşmeyi Nazi rejiminin öğrenmesinin ardından, savaşın seyrini değiştirmek için Hitler’in bu liderleri öldürmek amacıyla yaptığı planın ve bu planın nasıl önlendiğinin detaylarını inceliyor.

Bugüne kadar yüz binin üzerinde yayın yapılmış Naziler ve Hitler konusunda. Son dönemde bu çalışmalar oldukça arttı ve görünür oldu. Yukarıda bahsettiğim metinler sadece benim bu yeni bir kütüphane oluşturan metinler arasından seçtiklerim. Çünkü dünyanın başına çöken, yeniden güçlenen otoriter rejimlerin kara bulutunu anlamaya çalışmaktan başka çaremiz yok… 

Yazıda Bahsedilen Kitaplar:

Milton Mayer. They Thought They Were Free. University of Chicago Press.

Albrecht Koschorke. On Hitler’s Mein Kampf. The Poetics of National Socialism. The MIT Press.

Peter Fritzsche. Hitler’s First Hundred Days. Basic Books.

Ron Rosenbaum. The Search of the Origins of His Evil. Da Capo Press.

Brendan Simms. Hitler: A Global Biography. Basic Books.

Howard Blum. Night of the Assassins. Harper Collins.

 

 

Takip Et Google Haberler
Takip Et Instagram
WP2Social Auto Publish Powered By : XYZScripts.com