Mandalinalar ve umuda tutunmak

NAİLE NEDRET 23 Ocak 2018 KÜLTÜR

Bazı film afişlerinin yeri duvarda asılı diplomanızın yanıdır. “Mandalina Bahçesi” o filmlerden biridir. CV’nize ekleyip “Ben bunu izledim.“ diyebilirsiniz. Her sahnesinde, her ayrıntısında kaçırmak istemeyeceğiniz mesajların olduğu bir mekteptir Mandariinid/ Mandalina Bahçesi.

2013 yılı Estonya – Gürcistan ortak yapımı filmi Gürcistanlı Zaza Urushadze yazıp yönetmiş. 1992’de Gürcü – Abhaz savaşının kapıya dayandığı köyde yaşayan Estonyalılar ülkelerine dönmüş. Boş kalan köyde evinin yanındaki bahçenin mandalinalarını toplayıp sattıktan sonra ailesinin yanına gitmek için geride kalan Margus ve neden köyü terk etmediğini henüz bilmediğimiz İvo. Bir çatışmada yaralanıp İvo’nun evinde yan odalarda iyileşmeyi bekleyen biri Gürcü biri Çeçen iki düşman asker.

Merak ettirir film; Margus mandalinaları toplayabilecek mi? Ahmed Niko’yu öldürmekten vazgeçecek mi? Tutunduğumuz umuttur mandalina bahçesi. Ahmed ile Niko’nun dostluğunu isteyişimizdir, insanlığa olan inancımız. İvo’nun güzel torununun fotoğrafındadır, Niko’nun uzun uzun seyretmekten kendini alamadığı, insanoğlunun güzele olan meyli, yakıp yıksa da, karanlığı, kaosu çağırsa da. Savaş karşıtı, savaşın anlamsızlığının daha yalın, daha gerçek, daha samimi anlatılamayacağı unutulmaz bir derstir film, iki köylü, iki asker, bir köy ve bir bahçe üzerinden.

Film, iki düşman askerin yan odalarda yaralı yattığı sahneden itibaren “Welcome to Dongmakgol”ü çağrıştırır fazlasıyla. Dünyanın iki farklı bölgesinden ikisi de yayınlandığı yılın Oscar adayı olmuş savaş karşıtı iki film. Aynı anlamsız sınırlar, aynı kötü savaş, birbiriyle neden savaştığını aslında bilmeyen iki taraf, hissettirdiği aynı duygular, bıraktığı aynı iz ile. Kwang Hyun Park’ın 2005 yılında çektiği ilk ve tek filminde Güney Kore – Kuzey Kore savaşırken iki taraftan bir grup asker sınırdaki bir dağ köyünde mahsur kalır. Ancak köylülerin savaştan haberi yoktur. Askerler önce birbiriyle didişirken sonrasında savaşı unutup köyün sorunlarıyla ilgilenmeye başlarlar. Savaş gerçeğine rağmen tutunduğumuz umuda dönüşür, askerlerden birinin köyün deli kızına olan aşkı.

Ne güzel köydür Dongmakgol, ne güzel gülüşlüdür deli kız, masal gibidir İvo’nun evi, ne saçmadır savaşmak. Kardeş değil midir Güney Kore, Kuzey Kore, kardeş değil midir Gürcü, Abhaz, Türk, Kürt, Afrin, Afşin, Afyon? Kardeş olmasın mı? Sınırlar mıdır engel? Kim çizmiş ki sınırları? Kardeş olmak zorunda mıdır halklar? İmkansız mıdır barış içinde yaşamak? Bu kadar mı ahmaktır, zalimdir insanoğlu?

İvo’nun savaş kapısına dayanmış evinin sımsıcak ortamı da, Ahmed ile Niko’nun soba üstündeki taze çayla ağırdan demini alan dostluğu da, Margus’un mandalina bahçesi gibi, Donkmakgol’ün gülüşü güzel deli kızı gibi bir varmış bir yokmuş. Kibritçi kız hikayesindeki gibi, bir kibrit alevinde parlayıp sönen, umut diye tutunduğumuz bir düşten ibaretmiş. Zaten savaş varsa ne sevmenin anlamı kalır ne umut etmenin, ne kazanmanın ne de kaybetmenin.

“Oğlunu Gürcüler öldürdü ve sen onun yanına bir Gürcü gömdün?

Farkeder mi Ahmed, söylesene fark eder mi?

Hayır, farketmez.”

Afedersiniz insanım. Sadece geçip gidiyorum aslında buradan. Ama yakıp yıkmadan duramıyorum işte, huyum kurusun afedersiniz. Dünyaya, ürkek kuşların kalbine, cömert ağaçların hizmetine, coşkun nehirlerin azmine, hemcinsimin dirliğine, birliğine, ekmeğine verdiğim zarar için özür dilerim. Afedersiniz.

Takip Et Google Haberler
Takip Et Instagram
WP2Social Auto Publish Powered By : XYZScripts.com