Kötü kitap yok – demek isterdim…

İlk eser(ler)i ile çıtayı belli bir yere koymuş kalemler dahi çoğu kere kendinin çok gerisine düşerken, parasını verip kitap bastıran pek hevesli, şişkin egolu, Türkçe özürlülere ne demeli acaba?

BERKE KAYA 29 Ekim 2023 KÜLTÜR

Bazen sonda söylenmesi gerekeni başta söylemekte yarar var: Bizim ‘edebistan’da yetişen güller artık ‘güzel’ kokmuyor; tonlarcasını da sıksan, yapraklarından yağ çıkmıyor; reçeli ekşi, likörü kıvamsız! Kim bilir, belki de bundan ötürü, dışarıda sosyalizmi simgeleyen kırmızı gül, bizde muhafazakâr-milliyetçi bir partinin amblemi…

Acı hakikati temsil edecek her simge körleşmiş vaziyette sanki. Her şey, egemen ideolojiye hizmet etme ve tinsel yaşamı hiçleştirme yarışında… Vaktiyle masallar yeterdi buna, şimdi romanlar devrede; kötü dahi olamayacak kadar beter karalamalar…

Kabul; roman dediğimiz tür, burjuvazinin tarihiyle paralel yahut el ele gelişse de, istisnai örnekleriyle alt sınıfların da reflekslerini yansıtma başarısı gösterir; boş inancı kovar, tarihle kapışır. Yetinmez; üslup ve kurgu açısından da ayrışmayı, mükemmelleşmeyi dener. Zira bilir ki, “edebiyat, birey ile toplum arasındaki eleştirel gerçekçiliğin yapmış olduğundan çok daha karmaşık ilişkilerin bir çözümünü ve araştırılışını temsil eder.” (B. Suchkov)

 

Bu pespayelik karşısında…

Goethe’ye, o mülayim insana göre, “İçinde iyi yanı bulunmayacak kadar kötü kitap yoktur.”

Sahiden öyle mi? Bir dönem yazılan/yayımlanan kitaplara baktığımızda, kendisine haksız diyebilir miyiz? Bilhassa Alman romantiklerine… Aydınlanmacılara…

Bugün için diyebiliriz ama… Sorun şu: İlk eser(ler)i ile çıtayı belli bir yere koymuş kalemler dahi çoğu kere kendinin çok gerisine düşerken, parasını verip kitap bastıran pek hevesli, şişkin egolu, Türkçe özürlülere ne demeli acaba?

Kendisine ‘Weltliteratur’, yani ‘dünya edebiyatı’ kavramını borçlu olduğumuz Goethe, bu pespayelik karşısında suskun kalabilir miydi?

Hiç ihtimal vermiyorum. Peki, bizde niye susuluyor?

Yazar-çizer… Çizer-yazar…

Ankara’daki kitap fuarındayım… Yer: AKM… Sanırım yedi-sekiz yıl öncesi… İki stant yanımda bir çizer-yazar yahut yazar-çizer: Fahri Coşkun… Karikatür çiziyor para karşılığı…

İkinci, belki de üçüncü gün kitap da imzaladığını fark ediyorum. Ama ne imza!..

Fuarın sonuna doğru tanışıyorum kendisiyle… Kitabını imzalama inceliği gösteriyor.

Fuar dönüşü otobüste okuyorum kitabı. Daha doğrusu deniyorum okumayı… Tashihsiz paragraf yok. Kişilik, karakter, mizaç ile rol arasındaki ayrımdan habersiz. Belli ki metafor ne, çatışma ne, olay örgüsü ne hiç duymamış. Diyalog yok; yerine kitabi sözcük öbekleri konmuş. Yaklaşık 60-70 sayfa kadar tahammül edebiliyor ve bırakıyorum.

Bakıyorum, benim bitirmeyi beceremediğim kitap, bugün 13. baskısını yapmış.

Eğer bu romansa…

Benzer şekilde, bir başka yazar: Bilal Sami Gökdemir… Genç ve yakışıklı… Sırım gibi… Filinta gibi… Hayatının baharında gezip tozmak varken, kırıp dizini oturmuş, roman yazmış – ne güzel!

Bir ortak dost sayesinde tanışıyoruz. Sonra hemen hemen her fuarda çıkıyor karşıma. Günden güne de artıyor şöhreti… Üniversiteler gençlerle söyleşmesi için açıyorlar kapılarını… Hem de ardına kadar.

Merak ediyorum ne yazdığını… Kocaeli yahut Konya fuarı sonrası olsa gerek, ediniyorum kitabı: “Şu Saatte Orada mıydın?”

Bir polisiye roman…  Yahut ben öyle olduğunu sanıyorum. “Taraklayarak” okuyorum. Otuzar kırkar sayfa atlayarak yani… Kafamda bir soru: Eğer bu romansa, “113 Numaralı Dosya”, yahut “Roger Ackroyd Cinayeti” ne acaba?

“Penny dreadful” türü ucuz roman desem değil; geçtim kurguyu, söyleyecek sözü yok… “Hard-boilet” türü desem hiç değil, şiddet ve cinsellik açısından hayli yavan… Çok basit duygu hallerini bile betimlemekten aciz… Kurgu murgu hak getire… Bırakın derinliği, sığlık bile söz konusu değil. Peş peşe dizilmiş bir muammalar silsilesi güya…

Son gördüğümde üçüncü kitabı basılmıştı: “Çok Kullanılmış Kalpler”. Ve ilki 30 bin duvarını çoktan aşmıştı.

Bir fuarda 2-3 bin kitap…

Malatya’da düzenlenen ilk kitap fuarı… Sene 2012… Ben Trabzon’u tercih ediyorum, arkadaşım Malatya’yı… Malatya’yı tercih edenler çok mutlu. Okur akın akın geliyor. Trabzon’da ise in cin top oynuyor. Stanttan kitap yolluyorum otobüslerle Malatya’ya…

Dönüşte arkadaşımın yanına uçakta biri oturuyor: Tayfun Şahin. Tesadüf bu ya, oturan şahıs beni tanıyor… Hem de sinema yazılarımdan… Derken muhabbet ilerliyor. Yaklaşık 2-3 bin imza yaptığından bahsedip bir kitap imzalıyor hem bana, hem arkadaşıma… Hatta bir adım ilerisine gidip, mümkünse yeni baskısını yapacağı kitabını düzeltmesini istiyor arkadaşımdan.
Ama o da ne? Bir fuarda 2-3 bin okura imzalanan kitap okunamıyor bile… Bu kez okuyamayan ben değilim, arkadaşım… O sabır küpü… O yumuşak insan…

Kitap şu türden cümlelerle dolu: “İsrafil (as)’in dudakları ile Sur arasında artık sadece milimler mesafe…”, “duaların nerede yapıldığı değil, nereden yapıldığı önemli…”, “İri cüssesine rağmen gülümseyen bir adam…”

Tabii “milimler mesafe” ne bilmeyince, dua “yap”ınca, iri cüsseliler ile gülmek arasındaki ilişkiyi çözemeyince trafik karışıyor.

Edebiyatın arka bahçesi…

Örnekleri çoğaltabiliriz. Kötü örnek emsal teşkil etmez diyebilir, içimizi rahatlatabiliriz. Gel gör ki hakikati değiştiremeyiz: kötüler iyilerden çok!

Dahası: yazmaya hevesliler, roman denildiğinde bu kötüleri referans kabul ediyorlar. Onlar gibi yazmaya özeniyorlar. Böylelikle ‘kötü’ yahut ‘ucuz’ diye tanımlamaktan çekindiğimiz bu edebiyat günden güne çoğalıyor, tektipleşiyor…

Şu yanılsamaya varılmasın lütfen: “Kitapta tashih çoktu, bu yüzden okuyamadım, bu yüzden kötü yahut ucuz bile bulmadım!” Hayır, hakikaten edebiyatın kötüsü bile sayılamayacak şeyler (?) istila etmiş vaziyette piyasayı. “Edebiyat”tan ne anlıyorsak, onun arka bahçesinde bile olamayacak nice şey, baştacı şu anda.

 

Bu kadarcık kusur…

Dikkat buyurun; şunu söylemiyorum: “Pinhan”ı yazan Elif Şafak, nasıl olur da “Babam ve Piç”e bulaşır? Yahut: “Patasana”yla kendi everestine ulaşan Ahmet Ümit, niçin “Sultanı Öldürmek”e niyetlenir? Biraz uzağa düşeyim: “Muska” kadar ‘unique’ bir eser yazan Sadık Yemni, niye direksiyonu “Alsancak Börekçisi”ne kırar? Ece Temelkuran sahiden bir roman yazarı mıdır?

Hiç unutmam, pek kızardım Fethi Naci’ye, Kaan Arslanoğlu’nun kitabını hem yerden yere vurup hem de “Yüzyılın 100 Türk Romanı”nda ona nasıl yer verir, diye… Mehmet H. Doğan’a köpürürdüm, kadınlara ayrıcalık tanıdığını düşünerek… Memet Fuat, bir Alman, bir İtalyan, bir Japon edebiyatına yeterince ilgi göstermediği için ‘tarafsız’ değildi mesela… Ama itiraf etmeliyim ki, şimdi nasıl da arıyorum onları. Bu kadarcık kusur meğer herkeste bulunurmuş…

 

Çizik ve puslu ayna…

Kafka, Felice’ye yazdığı 23 Aralık 1912 tarihli mektupta, “Küçük öykümün kahramanına gelince, onun durumu bugün çok kötüydü.” der, “Oysa söz konusu olan şey, artık kalıcıya dönüşen mutsuzluğunun son aşaması.”

Şimdi müsaadenizle Kafka’nın sözünü amacından saptırıp şöyle formüle etmek istiyorum: Bugün roman, çöküşe geçmiş modern hayatın, kötü bir tercümanı, çizik ve pus içindeki işlevsiz aynası! Ve o küçük öykünün kahramanı kadar talihli değil. Zira kalıcılık o kadar uzağında ki…

Takip Et Google Haberler
Takip Et Instagram