Otoriterliğin sebebi din mi?

KRONOS 22 Şubat 2019 GÖRÜŞ

ABDÜLHAMİT BİLİCİ

Toplumların ekonomik gelişmişlik seviyesi veya yönetim biçimleri ile inandıkları din arasında bir sebep sonuç ilişki var mıdır? İslam dünyasının bugünkü geri kalmışlığının ve Müslüman devletlerin çoğunun otoriter rejimlerce yönetilmesinin nedeni, genel olarak İslam dini, özelde de fıkıh geleneği midir? İslam adı altında hırsızlık yapan, zulmeden ve vahşice insan öldürenler karşısında dinle bağımızı nasıl sürdüreceğiz?

Bugün nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan devletlerin çoğunun geri kalmışlığı ve hukuk tanımaz baskıcı rejimlere sahip olması, yüzeysel bir bakışla insanı bu durumun dinle, İslam’la ve fıkıhla bağlantılı olduğu gibi bir sonuca götürebilir. Nitekim son 2-3 asırda güçlenen Batı karşısında yenik düşen İslam dünyasının geri kalmasının sebepleri üzerine kafa yorup çözüm arayan bir birinden farklı çizgideki aydınlardan bir grubu oluşturan  modernistler, tam da bu görüşteydi. Yani sorunun kaynağı dinin öğretileriydi ve onlara göre çare, devlet yönetiminden ve toplumsal alandan dinin etkisini mümkün olduğu kadar uzaklaştırmaktı. Nitekim Avrupa da bu yolla, yani dinin etkisini sınırlayarak karanlık çağdan çıkıp aydınlığa ve güce kavuşmuştu.

TOPTANCILIK BİLİMSELLİĞE AYKIRIDIR

Oysa seçici karalama da seçici güzelleme de en az genelleme ve toptancılık kadar gerçekliğe ve bilimselliğe aykırıdır. Bugünkü dünyada geri kalmışlık sorunu veya baskıcı rejimler sadece İslam dünyasında mı var? Mesela Venezuela lideri Maduro veya Kuzey Kore lideri Kim’in diktatörlüğü, hangi dine veya hangi fıkıh geleneğine dayanıyor?

Gelişmişlik-geri kalmışlık veya demokrasi-diktatörlük açısından sorunun kaynağı din ise hepsi Hıristiyan olan Kuzey Amerika ile Güney Amerika; Batı Avrupa ile Doğu Avrupa arasındaki farkı, hatta Güney İtalya ile Kuzey İtalya arasındaki gelişmişlik fark nasıl açıklanacak?

Aynı dine mensup Batı içindeki büyük farklılıklar bir yana, Emevilerden Abbasilere, Endülüs’ten Osmanlı’ya, İslam dininin ve sorunların kaynağı gibi gösterilen fıkhın bir hukuk sistemi olarak uygulandığı dönemlerde Müslüman toplumların bilim ve medeniyette zirvelere çıkmış olması nasıl izah edilecek?

Batılılardan da fazla pozitivizmin etkisi altında kalan bir kadronun eseri olan Türkiye Cumhuriyeti kurucu ideolojisinin temel hipotezi de modernistlerin söz konusu yaklaşımına dayanıyordu: ”İslam dünyasının ve Osmanlı Devleti’nin geri kalış sebebi İslam’dır, ulemadır, fıkıhtır. Ulemayı sindirir; fıkhı askıya alır; Fransız, Alman, İsviçre kanunlarını aynen tercüme edip uygulamaya koyarsak sorunlar çözülür.”

Türkiye örneğinde bu yaklaşım, Kur’an öğrenmeyi ve hacca gitmeyi bile yasaklayacak bir sertlikle aynen uygulamaya konuldu. Sadece fıkıh değil, alfabeden kıyafete, takvimden ölçü birimlerine eskiyi çağrıştıran her ne varsa hepsi terk edildi.

Medeni kanun İsviçre’den, Ceza yasası İtalya’dan, İdari kanun Fransa’dan ithal edilip aynıyla tercüme edildi. Peki sonuç ne oldu? Gelişmişlik ve demokrasi kriterleri açısından Türkiye bir İsviçre, Fransa veya İtalya olabildi mi? Hayır. Aynı yaklaşım, sadece Türkiye’de değil, Tunus, Afganistan, Endonezya, Şah dönemi İran veya Nasır dönemi Mısır gibi ülkelerde de denendi ama oralarda da umulduğu gibi parlak bir sonuç elde edilemedi.

SİYASAL İSLAM NEDEN ORTAYA ÇIKTI?

Günümüzde bu ülkelerin çoğunda, dinin ideolojiye dönüştürülmüş hali olan Siyasal İslamcılığı savunan partilerin ortaya çıkıp güç kazanması da modernist politikaların yanlışlarına ve başarısızlığına duyulan tepkinin sonucu. Dinin alanını minimize etmeyi hedefleyen modernist ve sekülerist paradigma, gelişmişlik ve demokrasi açısından uygulandığı Müslüman ülkeleri Almanya, Fransa, İsviçre haline getirebilseydi, Siyasal İslamcı parti ve akımlar alternatif bir kurtuluş umudu olarak ortaya çıkmazlardı. Çıksalar bile toplumdan bu kadar büyük bir ilgi görmezlerdi.

Modernist yaklaşımın tam aksine, çarenin dine dönmekte olduğunu savunan, “Çözüm İslam’da” sloganını bayrak yapan Siyasal İslamcılık ideolojisinin uygulamalarını da görme imkânı oldu. Son dönemi itibariyle bu ideolojiye bağlı AKP yönetimindeki Türkiye’nin hem gelişmişlik hem demokrasi kriterleri açısından bugün geldiği perişan durum ortada. İzlenen İslamcı politikalar sonucu Türkiye, ekonomiden eğitime, hukuktan demokrasiye, insan haklarından din ve ahlaka her alanda daha da geriledi. “Türkiye’nin laik yapısı nedeniyle AKP henüz tam olarak Siyasal İslamcı politikaları izlemiyor. Tamamen o politikaları uygulama fırsatı olsa sonuç çok daha parlak olur” düşüncesinde olanlar varsa 30 yıldır A’dan Z’ye Siyasal İslamcı ideolojiye dayalı politikaların uygulandığı Sudan ve İran’ın bilimden ekonomiye, demokrasiden din, ahlak ve uluslararası saygınlığa ne durumda olduklarına bakılabilir.

Altını tekrar çizmek gerekirse, İslam coğrafyasında kurtuluş reçetesi olarak sunulan modernist tezin de onun anti-tezi konumundaki Siyasal İslamcı yaklaşımın da boyunun ölçüsü uygulamalı olarak görülmüş oldu.

YANLIŞLIĞI İSPATLANMIŞ HİPOTEZLER

Acı tecrübelerle yanlışlığı ispatlanmış hipotezleri, yeni fikirlermiş gibi ileri sürmek, konulara yüzeysel veya önyargıyla bakanlar için cazip ve dikkat çekici görünse de gerçekte fazla bir değer taşımıyor ve üstelik bilimsel verilere de aykırı.

Geri kalmış ve otoriter onlarca Müslüman ülke ortada iken (Mesela dinleri, kültürleri birbirinden çok farklı Çin, Rusya, K.Kore, Venezuela, Küba, vb) bunu göz ardı edip, “Müslümanların zaten dinleri, kültürleri farklı; ekonomik olarak gelişemezler ve demokrat olamazlar” diye hüküm vermek, tutarsız olduğu kadar, büyük bir önyargının da işareti. Nitekim bu yaklaşım biçimine, Oryantalizm deniliyor. Ayrıca Avrupa ve ABD’deki tüm İslamofoblar da aslında bu yaklaşımın türevlerini savunuyor. Onlar da geri kalmışlıktan terör ve otoriterliğe, İslam coğrafyasındaki tüm sorunların kaynağını, İslam’ın özünde, Kur’an’da, hadislerde, fıkıhta görmüyorlar mı?

Dolayısıyla Müslüman kimliği taşıyan kişilerin, İslamofob çevrelerin kullandığı görüşleri dile getirmesini anlamak kolay değil. Olsa olsa Müslüman ülkelerdeki rejimlerin, İslami parti veya hareketlerdeki yanlışlara karşı duyulan tepkinin sonucu olabilir. Oysa bilimsel yaklaşım, duygusallıkla bağdaşmaz. Birilerine duyulan sevginin de nefretin de gerçeği ve objektif analizi gölgelememesi gerekir.

ULUSLAR NİÇİN BAŞARISIZ OLUR?

Aynı din, ırk, coğrafya ve iklime sahip bölgeler arasındaki ekonomik gelişmişlik ve yönetimsel farklılıklarının sosyo-ekonomik ve tarihi nedenlerini merak edenler, James Robinson ve Daron Acemoğlu’nun Uluslar Niçin Başarısız Olur? kitabına bakabilir. Kitaba isim olan sorunun cevabını bulmak için eski çağlardan günümüze insanlık tarihinin bütününü gözden geçiren akademisyenler, özetle şu sonuca varıyor: Bazı ulus veya ülkelerin diğerlerine göre daha demokratik ve müreffeh olmasında din, kültür veya coğrafi farklılıklardan ziyade, adalet, mülkiyet hakkı, serbest piyasa, eşitlik gibi değerlere ne kadar sahip oldukları ve siyaset, ekonomi alanında etkin kurumların ne kadar kapsayıcı olup olmadıkları belirleyici.

Daha dar anlamda, İslam ülkelerinin geri kalmışlığı ve çoğunun otoriter yönetimlerce yönetilmesinin nedenleri, dinin bundaki rolü üzerine de birçok bilimsel araştırma yapılmış durumda. Bu alandaki son çalışmalardan biri, örneğin Michael Ross’un şu kitabı: The Oil Curse: How Petroleum Wealth Shapes the Development of Nations (Princeton University Press, 2012) [Petrolün Laneti: Petrol Zenginliği Ulusların Gelişmesini Nasıl Şekillendiriyor?] Otoriterliğin kaynağını araştıran Ross, Ortadoğu’yu incelerken problemin kaynağı olarak din veya fıkıh değil, petrol zenginliğinin rolüne vurgu yapıyor. Otoriter yönetimlerin, petrol zenginliği sayesinde vergileri düşürüp  harcamayı artırarak toplumun sadakatini satın aldığını ve bu yolla ayakta kaldıklarını belirtiyor.

Ama petrol zengini olmadığı halde, yine otoriter yönetimlere sahip İslam ülkeleri için ne denilecek? Özellikle İslam coğrafyasında otoriterliğin yaygın olmasının nedenlerini araştıran başka bir bilimsel çalışma, bu soruya cevap arıyor. “Müslüman Ülkelerde Otoriterlik ve Demokrasi” (2014) başlıklı bilimsel çalışmasında Ahmet Kuru, sorunun kaynağının din değil, rantiyer yönetim anlayışı olduğunu, toplumun sadakatini satın almak için kullanılan kaynağın ülkeden ülkeye değişebileceğini söylüyor.

Kuru, son dönemdeki akademi dışı yazılarında, Türkiye ve İslam dünyasındaki sosyal, siyasal, ekonomik sorunlarda, dinin, fıkhın, kelamın, hatta tasavvufun oynadığı role çok vurgu yapsa da 57 Müslüman ülke üzerine yaptığı bilimsel incelemede vardığı sonuç özetle şöyleydi: “Fikirlerin ötesinde maddi şartlara baktığımızda, petrol rantının, Müslüman ülkelerin birçoğunda, özellikle Ortadoğu ve Orta Asya bölgelerinde, otoriterliğin ana kaynağı olduğunu gözlemlemekteyiz. Maddi şartlar sonucunda kurulmuş olan otoriter rejimler,  kendilerini meşrulaştırmak için dini ve seküler fikirleri kullanıyorlar.” Buradan anlaşılan şu: İslam veya fıkıh dahil dini referanslar, otoriterliği doğurmuyor. Başka nedenlerin etkisiyle ortaya çıkan Müslüman kimlikli otoriter liderler veya rejimler,  diktatörlüklerini meşrulaştırma aracı olarak İslamı kullanıyor.

Yanlış anlaşılmasın, ekonomik geri kalmışlığı ve otoriterliği, dine ve fıkıha bağlamanın doğru olmadığını, bilim adamlarınca dile getirilse de bu yaklaşımın bilimsel olmadığını ifade ediyorum. Yoksa bir zamanlar İslam medeniyetini çağdaşlarından üstün kılan değerlerden biri olan fıkhın, bugün hem yobaz kafalarca hem de yolsuzluğa batmış ahlaksız ama ‘İslamcı’ yöneticiler tarafından kötüye kullanılmadığını, yenilenmeye ihtiyaç duymadığını söylemiyorum.

RÖNESANS OLMADAN KARANLIKTAN KURTULMAK İMKÂNSIZ

Gerçek şu ki, Batı medeniyeti, ihtişamlı Yunan ve Roma dönemlerinin ardından Ortaçağ’da nasıl karanlığa saplandıysa, bir zamanların parlak İslam medeniyeti de bugün benzer karanlık içinde ve kapsamlı bir rönesans olmadan bu hastalıklı halden kurtulması imkânsız. Bu çerçevede, İslam dünyası veya Müslümanlar, bilim, sanayi, ahlak, sanat, ekonomi, felsefe ve benzeri alanlarda ne kadar geri kaldılarsa fıkıh alanındaki durum da diğer alanlardan farklı değil. Durum bu iken, tüm geri kalmışlığın faturasını dine,  fıkha, tasavvufa kesmek, bunları bir tür günah keçisi ilan etmek, resmin bütününü gözardı eden, kolaycı ve sağlıksız bir yaklaşım.

İslamiyet akla, bilime, özgürlüğe, mantığa, hukuka  önem vermeyen bir din olsaydı, Müslümanlar, tarihte çağdaşlarının imrenerek baktığı görkemli bir medeniyet kuramazlardı. Müslüman bilim adamları çalışmalarıyla matematikten astronomiye birçok alanda evrensel bilgi dağarcığına katkıda bulunamazlardı.

Hadis alimleri, İslamiyete göre Allah’tan (cc) sonra en büyük değer olan Peygamberin (sav) sözlerini ve onları aktaran İslam büyüklerini en sert kritiğe tabi tuttukları “cerh ve tadil” adlı bilimsel yöntemi geliştirmişlerdi.

Fıkıhta en büyük otoritelerden biri olan Ebu Hanife’ye, en sıkı eleştirileri, kendi talebesi İmam Ebu Yusuf getirmiştir. Ve Hanefi mezhebinin mensupları, asırlarca her ikisine de saygıyla bakmayı sürdürmüşlerdir. İslam hukukunun kurucu babalarından biri olan, Er Risale fil Usul adlı ilk fıkıh usulü kitabını yazan ve Şafii mezhebinin kurucusu İmam Şafii, Maliki mezhebinin kurucusu İmam Malik’in talebesidir. Hocalık-talebelik ilişkisi, farklı ve özgün fikirler geliştirmesine, bunları toplumla paylaşmasına engel olmamıştır.

Bu durumda hiçbir kişi, grup, parti, lider veya görüş aşılmayacak veya eleştirilmeyecek konumda olabilir mi? Yeter ki nefis için, şan için değil, sadece gerçeğin, hakkın hatırı için olsun.

TARİHİN SORUNLU DÖNEMLER

İslam tarihi içinde sorunlu uygulamaların yaşandığı dönemler yok mu? Elbette var. Rasyonalist akımı temsil eden Mutezile, kendi doktrinlerini kabul ettirmek için Ahmed bin Hanbel gibi İslam büyüklerine işkence yapmakta sakınca görmemiştir. Öte yandan muhafazakâr uçta ortaya çıkan Vehhabilik ve Kadızadeler her türlü yeniliğe ve tasavvufa karşı  tutucu bir savaş açmışlardır. Günümüzde de Taliban, IŞİD gibi akımlar, barbarca ve vahşi hezeyanlarını, İslam ve fıkıh adı altında uygulamıyorlar mı? Bugün Türkiye’yi yönetenler, yolsuzluğu, yalanı ve zulümleri fıkhı ve bazı fıkıh âlimlerini kullanarak meşrulaştırmıyor mu? Evet, yapıyorlar. Ama hangi milletin, hangi medeniyetin bahçesi dikensiz ki? Özgürlükler ve demokrasi açısından tarihi dönüm noktalarından biri kabul edilen Fransız Devrimi’nin en önemli meyvesi, tartışmasız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’dir. Her insana eşitlik, özgürlük vadeden çok önemli bir belgedir. Ama Afrika’daki yerlileri insandan saymayarak topraklarını sömüren ve bunun için “No man’s land” ve “Beyaz Adamın yükü-White man’s burden” gibi tamamen ırkçı kavramları geliştiren de aynı Fransa’dır.

Avrupa’da bilimin tek ölçü kabul edilip ilerlediği Aydınlanma Çağı’nın tarihi üzerinden 100 yıl geçtikten sonra, tam olarak 1897’de Belçika Kralı Leopold, sömürgeleştirdiği  Kongo’dan getirdiği 297 yerliyi hayvanat bahçesinde sergilemişti. Sergilenen insanların, ziyaretçilerin attığı abur cuburları yiyerek hastalandığını duyan kral kafeslere “Hayvanlara yiyecek atmayınız.” uyarı levhası asılmasını istemişti.

Benzer şekilde bundan üç asır önce demokrasiyi sağlam temellere oturtma açısından hâlâ imrenilecek bir belge olan Anayasa ve Haklar Bildirisi’ni hazırlayan da, oradaki tüm yüksek ilkelere rağmen çok yakın tarihe kadar siyahları eşit insan olarak görmeyen de aynı Amerika’dır. O kadar ki, bu ülkede hukukun en yüksek makamı olan Anayasa Mahkemesi, siyahların beyazlardan ayrı eğitim görmesi gerektiği yönünde kararlar verebilmiştir. (Plessy v. Ferguson kararı, 1896).

Sivil Haklar Hareketi’nin verdiği büyük mücadelelerden sonra bakış açısını veya fıkıh tabiriyle içtihadını nihayet değiştiren aynı Anayasa Mahkemesi, bu kararını ancak 70 yıl sonra değiştirerek, siyahların beyaz çocuklarla aynı çatı altında eğitim görebileceğini kabul etmiştir. (Brown v. Board of Education kararı, 1954) Amerikan Anayasası ve Haklar Bildirisi’ne rağmen siyahlar ancak bu karardan sonra, kamuya ait aynı okul, otobüs ve diğer tesisleri beyazlarla eşit şekilde kullanma hakkına kavuştular. Kararın uygulanması da öyle kolay olmadı. Bazı eyaletlerin bu kararı uygulamama yönündeki direnişini kırmak için Federal Hükümet, okulların önüne asker konuşlandırmak zorunda kaldı. Çok değil, 60 yıl önesinden bahsediyoruz. Yani İslam hukuk anlayışının ırkçılık sorununu çözdüğü tarihten 1400 yıl sonra. Benzer şekilde kadınlar, Amerikan Anayasası’nın kabulünden tam 132 yıl sonra, 1920’de; Fransa’da ise 1789’da kabul edilen İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’nden tam 155 yıl sonra, 1944’te oy kullanma hakkına sahip olabildiler.

SERİNKANLI YAKLAŞIMA İHTİYAÇ VAR

Ama bu çok ciddi gerilik, eksik ve yanlışlara rağmen kimse Anayasa’yı lağvedelim, Anayasa Mahkemesi’ni kapatalım, başka ülkelerden yasa ithal edelim demiyor. Tarihe ve sahip oldukları değerlere artıları ve eksileriyle bakıyorlar. Yanlışları sorgulayıp dersler çıkarıyorlar. Eğitim sisteminde, demokrasi tecrübesinin ve Anayasa’nın olumlu yönlerini anlattıkları kadar, yapılan insanlık dışı ve ırkçı uygulamaları da öğretiyorlar. Anayasa Mahkemesi’nin sadece özgürlükçü, eşitlikçi kararlarına değil, ırkçılığı onaylayan kararlarına da yer veriyorlar. Kızılderililere ve Siyahlara yaptıkları zulümleri kabul edip, onlardan özür diliyor ve yaşanan acıların unutulup gitmemesi için başkentin göbeğinde zulümleri anlatan devasa müzeler yapıp yanlışlarıyla yüzleşiyorlar.

İslam medeniyetini ve onun en önemli unsurlarından biri olan dini, tasavvufu, fıkhı değerlendirirken de aynı serinkanlı ve analitik yaklaşıma ihtiyaç var.

Çağdaşlarının çok ilerisinde ilkeleri de var, o ilkelerle hiç bağdaşmayan, hatta tam aksi yönde uygulamalar da… Eleştirel bakış açısına ihtiyaç büyük, ancak toptancı bir şekilde olumlama veya günah keçisi ilan etme hatasına düşmeden, eksilerle birlikte artıları da gözardı etmeden, duygusal değil, bilimsel bir yaklaşımla. Şahısların veya grupların yanlışlarına kızıp konjonktürün etkisiyle kendi medeniyet değerlerimize haksızlık etmeden, cehennemde yanmayan kefen satan din tüccarlarına kızıp Yunusları, Mevlanaları unutmadan, yolsuzluğa fetva veren saray âlimlerine kızıp Ahmed bin Hanbelleri, Ebu Hanifeleri göz ardı etmeden, başka medeniyetlerin sanki hiç hatası yokmuş gibi bir yanılgıya düşmeden.

Takip Et Google Haberler
Takip Et Instagram