‘İçeride’n edebiyat

“Cezaevi edebiyatı” kavramı Türkiye’de 1970’lerle başlayan ama özellikle 1980 sonrası bir dönem cezaevinde tutuklu kalan yazarlar tarafından yayımlanan eserleri tanımlamak için kullanılıyor. Cezaevinde, oradaki yaşam koşullarını, işkenceyi, içerde bir türlü geçmeyen zamanı, tutsaklığı, politik tecrübe ve inançları, geleceğe yönelik hayalleri konu edinen metinler yazılabildiği gibi pekâlâ cezaevini konu almayan metinler de yazılabilir

FİRDEVS CANBAZ YUMUŞAK 26 Eylül 2021 GÖRÜŞ

Geçtiğimiz haftalarda hem Ahmet Altan’ın Yasemin Çongar’la yaptığı sohbet hem de Selahattin Demirtaş’ın bir öyküsünden uyarlanarak çekilen kısa film “Ah, Asuman!” dolayısıyla cezaevinde okumak, yazmak ve edebiyatın siyasetle ilişkisi üzerine yeniden düşündük.

“Cezaevi edebiyatı” kavramı Türkiye’de 1970’lerle başlayan ama özellikle 1980 sonrası bir dönem cezaevinde tutuklu kalan yazarlar tarafından yayımlanan, içerik bakımından benzerlikler gösteren eserleri tanımlamak için kullanılıyor. Cezaevinde, oradaki yaşam koşullarını, işkenceyi, içerde bir türlü geçmeyen ya da ölçülemeyen zamanı, tutsaklığı, politik tecrübe ve inançları, geleceğe yönelik hayalleri konu edinen cezaevi günlüğü gibi metinler yazılabildiği gibi pekâlâ hiçbir şekilde cezaevini konu almayan metinler de yazılabilir. O nedenle “cezaevi edebiyatı” kavramının cezaevinde yazılan metinleri ne kadar tanımladığı ve kapsadığı da tartışmalı.

Nelson Mandela, Martin Luther King, Gandi, Said Nursi gibi düşünür ve din adamları çok önemli metinlerini cezaevinde yazdılar. Cervantes’in Don Kişot’u hapishanede yazdığı söylenir. Marquis de Sade ve Dostoyevski de yolu hapishaneden geçen yazarlar. Türkiye’ye gelirsek: Orhan Kemal’den Yaşar Kemal’e, Nazım Hikmet’ten Ahmed Arif’e, Kemal Tahir’den Necip Fazıl’a, Musa Anter’den Sabahattin Ali’ye, Mehmet Uzun’dan Kemal Burkay’a, Can Yücel’den A. Kadir’e, Aziz Nesin’den Sevgi Soysal’a, Feride Çiçekoğlu’ndan Kerim Korcan’a, Hasan Hüseyin Korkmazgil’den Fakir Baykurt’a, Çetin Altan’dan Ahmet Altan’a kadar pek çok şair, yazar, sanatçı ömrünün bir kısmını cezaevinde geçirdi.

Hapishane deyince hemen aklımıza gelen metinler var, bazıları sinemaya da yansıdı. Feride Çiçekoğlu’nun Uçurtmayı Vurmasınlar, Kerim Korcan’ın Tatar Ramazan, Orhan Kemal’in 72. Koğuş vs Kemal Tahir’in Karılar Koğuşu ilk akla gelenler. Sabahattin Ali’nin 1932’de Sinop Cezaevi’nde yazdığı “Aldırma Gönül” adlı şiiri, Sevgi Soysal’ın yine cezaevinde yazdığı Yenişehir’de Bir Öğle Vakti romanı, Nazım Hikmet’in Dört Hapishaneden, Sabahattin Ali’nin “Hapishane Şarkısı” başlığıyla yazdığı şiirler, Necip Fazıl’ın “Zindandan Mehmed’e Mektup” adlı şiiri hapishane ve edebiyat deninde akla ilk gelenlerden.

YENİ BİR CEZAEVİ EDEBİYATI KÜLLİYATI

Son yıllarda Türkiye’de büyük bir cezaevi edebiyatı külliyatı oluştu. Yazıya ilgi duyan tutukluların metinlerini bir araya getiren yayınlar da çeşitlendi. Sibel Öz’ün hazırladığı Kıyıya Vuran Dalgalar — F Tipi Öyküler (2012) hapishanelerdeki siyasi tutukluların, dışarıdan gönderilen fotoğraflara yazdıkları öykülerden oluşuyor. 2007’den beri cezaevlerindeki tutuklu ve hükümlülerin yazdığı öykü ve şiirlerden oluşan üç aylık Mahsus Mahal dergisi ve 2008’de kurulan Mahsus Mahal Kitaplığı tamamen içerden yazılan metinleri yayımlıyor. Derginin yayın yönetmeni daha önce Hapishaneden Şiirler (2005), Hapishaneden Öyküler (2005) ve Hapiste Yazmak (2006) kitaplarının da editörü olan Aytekin Yılmaz.

Türkiye’nin en uzun süredir tutuklu siyasi suçlularından biri olan şair İlhan Sami Çomak’ın (1973) tutuklu olduğu süre, dışarda geçirdiği yılları çoktan aşmış. 1994 yılında İstanbul Üniversitesi’nde öğrenciyken tutuklanan Çomak, cezaevine girdiğinde 21 yaşındaymış. Cezaevinden önce hiç şiir yazmayan Çomak, içeride olduğu 27 (yazıyla yirmi yedi) yıl boyunca sekiz şiir kitabı yayımladı. Son kitabı Geldim Sana, Şennur Sezer şiir ödülünü kazandı. İlhan Sami Çomak için yapılan belgesel ve otobiyografik kitabı Karınca Yuvasını Dağıtmamak dikkate değer eserler. Çomak’ın 27 yıllık cezaevi ömrü okumakla ve yazmakla geçmiş. Bir röportajında “şiirin nerede yazıldığı şiiri gölgede bırakabiliyor. (…) Aslolan şiirin kendisidir, nerede yazıldığı değil” derken aslında çok önemli bir noktaya işaret ediyor Çomak. Metnin nerede yazıldığı metni gölgede bırakabildiği gibi ona haketmediği bir şöhret de kazandırabilir pekala. Yani iki taraflı bir risk söz konusu.

Türkiye’de siyasal tutukluluk, yazar ve düşünce düşmanlığı maalesef çok eski bir gelenek. Çetin Altan (1927-2015) 12 Mart 1971 süreciyle birlikte tutuklanmış ve bu süreci büyük ölçüde otobiyografik bir roman olan Büyük Gözaltı’nda (1972) anlatmıştı. Baba Altan’ın hapishanede yazdığı Nar Çekirdekleri’nden 46 yıl sonra oğlu Ahmet Altan Silivri’de yazdığı Dünyayı Bir Daha Görmeyeceğim (2018) adlı kitabı ile dünyaya seslendi. Ahmet Altan 40 yıllık yazı serüveninin cezaevinde geçirdiği son beş yılında üç kitap yazdı. Bu üç kitap da maalesef henüz Türkiye’de yayımlanmadı. 19 denemeden oluşan Dünyayı Bir Daha Göremeyeceğim 25 ülkede 16 dile çevrildi. Fransa, İngiltere ve İtalya’da ödüller aldı. Hayat Hanım (2021) adlı roman 1 Eylül’de İtalya’da ve ardından Fransa’da yayımlandı. Kitap şimdiden pek çok ödül topladı. Son romanı Zarlar’ın düzeltmeleri yapılıyor, henüz yayımlanmadı. Bu romanın baş kişisi Ziya’yı ve Hayal Hanım’ı edebi açıdan çok başarılı bulduğunu söyleyen Altan’ın bu üç kitabı da umarım kısa sürede Türkçe de yayımlanır.

“YAZARIN YAZIDAN BAŞKA SIĞINACAK BİR YERİ YOKTUR”

Dünyayı Bir Daha Görmeyeceğim adlı kitabında öne çıkan hususlar var: hapisteki zorlu yaşam koşullarına direnmek, hayal kurmanın ve yazmanın kurtarıcılığı ve yazarın kendisiyle hesaplaşması. Altan bir yazısında “Yazarın yazıdan başka sığınacak bir yeri yoktur… Ki yazı da aslında savaş meydanıdır yazar için. Sığınmak zorunda olduğu yer, en çok mücadele etmek zorunda olduğu yerdir” diyordu. Altan cezaevinde yazmaktan kopma ihtimalinin kendisini her şeyden çok daha fazla korkuttuğunu, bunun tüm korkularını bastırdığını ve kendisine dayanma gücü verdiğini söylüyor. Altan’ın büyük bir dürüstlükle kendisiyle hesaplaştığı “Reckoning” başlıklı deneme özetle şu soruya odaklanıyor: “Kaleminle zulme maruz kalan insanlar için ses mi çıkaracaksın, yoksa bunlar geçici şeyler, kalıcı olan edebiyattır deyip bunlara arkanı dönüp sadece romanlarını denemelerini mi yazacaksın?” Kendisini bu çelişkinin vücut bulmuş hali olarak tanımlayan Altan, eskiden beri zihnini meşgul eden bu hesaplaşmaya bizi şahit tutuyor ve bu çelişkisinden, haksızlıklara karşı mücadele ederken aynı zamanda yazmaya devam ederek kurtulacağını söylüyor. Son yayımladığı iki romana da belki bu gözle bakmalıyız. Altan her ne kadar edebiyatı seçmenin daha büyük bir “cesaret” olduğunu söylese de onun bu cümleleri, zamanı ve ömrü nasıl ve neye vakfetmesi gerektiğine yönelik eli kalem tutan herkesi düşündürmeli sanırım.

Altan’ın bu hesaplaşması bana Ahmet Haşim (1884-1933) ve Mehmet Akif’i (1873-1936) hatırlattı. I. Dünya Savaşı’ndaki askerliği sırasında Çanakkale Cephesi’nde de bulunan Haşim’in şiirinde ne savaşa ne de etrafında olup bitenlere dair hiçbir ize rastlanmazken aynı atmosfer Mehmet Akif Ersoy’u “İstiklâl Şairi”ne dönüştürmüş ve İstiklal Marşı’nı yazdırmıştı. Bugün Haşim’i modern Türk şiirinin kurucusu olarak anmamızda her şeye sırtını dönmesinin ve şiirini yazmasının etkisi mi var bilemiyorum ve bu Altan’ın söylediği gibi gerçek bir cesaret mi emin değilim. Öte yandan Mehmet Akif’in yazmak istediği şiirleri bir türlü yazmaya zaman ve imkan bulamadığını, özellikle ömrünün son zamanlarında bunun için hayıflandığını, önceliklerinin hep başka şeyler olduğunu da biliyoruz.

Altan, Türkiye’deki edebiyat eleştirisi geleneğini eleştirirken de haklı bir soruyla “Siyasete, edebiyatı kurban etmeli miyiz?” diye sormuştu. Cevap bekleyen bir soru değildi bu. “Bir yandan insanların acılarının önlenmesi için kavga verirken, bir yandan da asıl yaşama nedenimiz olan edebiyatı siyasete karşı savunmamız gerekmiyor mu?” diyen Altan elbette ne yaptığını çok iyi biliyor, çünkü “siyasi kavgasını verirken roman, hikâye, şiir, piyes yazan her yazar, edebiyatı savunma cephesinde yer almış demektir”. Edebiyat ile siyaset arasına keskin duvarlar örmek mümkün değildir ve hiçbir sanat eseri de ideolojiden bağımsız değildir. Her eser sanatçısının dünya görüşünü yansıtır. Dünya görüşünden kastedilen yazarın hayat karşısındaki perspektifi, olaylar ve eşya karşısındaki tutumudur. Ancak yazar eserinde kendi görüşünü yansıtma yerine bunu okuyucuya dayatırsa, o edebiyat eseri propaganda aracına dönüşür ve bu da edebiyat eserinin kaldırabileceği bir yük değildir. Edebiyat eserinin ideolojik olması eseri bir siyasal bildirgeye indirgememelidir. Siyasî olan onun dokusunda mündemiç olmalıdır.

DEMİRTAŞ CEZAEVİNDEN ÜÇ KİTAP YAYIMLADI

Bu noktada siyasetin tam ortasındaki bir kalemden Selahattin Demirtaş’ın metinlerinden de söz etmek istiyorum. Kasım 2016’dan beri Edirne F tipi yüksek güvenlikli cezaevinde tutuklu olan HDP eski eş genel başkanı Selahattin Demirtaş içerde olduğu süre boyunca üç kitap yayımladı. 2 Ekim’de Efsun isimli yeni romanı yayımlanacak. Demirtaş zaman zaman içerden kitap önerilerinde de bulunuyor, güncel edebiyatı yakından takip ettiğini biliyoruz. Demirtaş edebi metnin sosyal ve politik değişimdeki rolünün önemine dikkat çekerek hayata anlam kattığını ancak eserin toplumsal dönüşüm potansiyeli taşıdığında gerçek bir edebiyat eserine dönüştüğünü söylüyor. Edebiyatı “sevgiyi, aşkı ve yaşamı savunmanın bir yoludur” diyerek tanımlıyor. Bildiğimiz çatık kaşlı siyasetçilerin aksine gülümseyen bir lider Demirtaş ve bu tavrı üslubuna da yansıyor. Şu kadarı söylenebilir ki dilindeki incelikli mizah, hikaye anlatma arzusu ve işlediği konular bakımından Selahattin Demirtaş’ın öyküleri Türkçe yazan çağdaş Kürt yazarların metinleri ile benzerlikler gösteriyor.

Cezaevine girmeden önce yayımlanmış herhangi bir edebi eseri olmayan Demirtaş’a öykü ve romanlarını yazarken en büyük destek kızları ve eşinden geliyor. Son romanın duyurusunda da söylediği gibi neredeyse eşi ve kızları ile birlikte yazıyor, ihtiyacı olan araştırmaları Demirtaş’ın yerine onlar yapıyor. İçeride yazmanın, yazdıklarını dışarıya ulaştırmanın zorlukları herkesin malumu. Demirtaş, “Cezaevi Mektup Okuma Komisyonuna Mektup” öyküsünde mizahi üslubu ile bu konuya da değiniyor. Yazılan metnin düzeltilmesi, tekrar yazılması ve tekrar düzeltilmesi, yazılanların her süreçte cezaevi komisyonunca kontrol edilmesi de metinlerin yazılma sürecini uzatıyor tabii. Yasemin Çongar’ın, Altan’ın son yazdığı metinlerin dilinin sade oluşuna yönelik yorumunu Ahmet Altan, içerdeyken yazdıklarının kolay okunabilir olmasına çabaladığını iktisatlı bir dil kullanmaya çalıştığını söyleyerek cevaplamıştı. Bu da cezaevi koşullarının, edebi metni özellikle dil bakımından nasıl etkilediğini gösteriyor.

Demirtaş’ın, Seher (2017) adlı ilk öykü kitabında 12 öykü var. Kadınlara ithaf ettiği bu ilk kitapta “Seher”, “Temizlikçi Nazo” ve “Denizkızı” hikayelerinde merkezdeki kişiler kadın. Demirtaş, özellikle de “Seher” ve “Pizzacı” öykülerinde “kadın cinayeti”lerine dikkat çekmiş ancak genel olarak kadın-erkek eşitliğini önceleyen ve erkek temelli toplumun kadının hayatını boğan düzenine yönelik eleştirileri Demirtaş’ın hemen bütün öykülerinde görebilmek mümkün. Özellikle kitabın ilk öyküsü “İçimizdeki Erkek” mizahi bir söyleyişle cinsiyete dayalı toplumsal rolleri eleştiren bir metin. Dişi serçenin “devlet kuşu”na yönelik direnişi, mücadelede kadının yerinin öneminin altını, Demirtaş’ın erkek serçeye verdiği “önce içindeki erkeği filan öldürmen lazım” ifadeleriyle gülümseterek çiziyor. Mülteci sorunu, kırık aşk hikayeleri, çocuk işçiler, yoksulluk, Diyarbakır ve çocukluk hatıraları öykülerde konu ediliyor. Kitapta “Tarih Kadar Yalnız”, “Sonu Muhteşem Olacak” gibi son derece didaktik ve edebi olmaktan hayli uzak düzyazısal anlatılar da var. “Ah, Asuman!” örneğinde de görüldüğü gibi Demirtaş diyalog yazmada son derece başarılı. Sinematografik bir anlatımı olan Demirtaş’ın bu üslup özelliği kısa filme malzeme sunuyor. Devran’da (2019) “Gün Olur Devran Döner”, “Kapkaç”, “Direnmek Güzeldir”, “İnsan Kalabilmek” doğrudan siyasal sorunları konu alan öyküler. Yoksulluk ve adaletsiz gelir dağılımı bazen yakıcı bazen de mizahi bir üslupla anlatılmış. En çok öne çıkan öykü “Ardiye”. İyi bir editöryal destekle iki öykü kitabından daha bütünlüklü, tematik açıdan daha sağlam bir kitap çıkabilirdi. Devran, erkek hikayelerinden oluşuyor, tek kadın anlatıcı AVM öyküsündeki kız. Yoksulluk, kitabın temel konusu ve hem sebep hem de sonuç olarak yoksulluğun yıkıcılığı öykülere hakim. Bu anlamda pekala toplumcu bir tavrı var Demirtaş’ın. Her ne kadar “Yeni Hayat” “Halep Ezmesi” gibi metinler farklı bir yerde dursa da, toplumsal sorunlar öykülerin temelini oluşturuyor. Anlatmayı seviyor Demirtaş. İlhami Algör, Murathan Mungan, Nietzsche, Ahmet Arif, Aldous Huxley, Mehmed Uzun gibi yazarlara sık sık atıf yapıyor, metinlerarası ilişkiler kuruyor.

EDEBİYAT METNİNİN KALDIRABİLECEĞİNDEN FAZLASI

Romana gelecek olursak. Leylan (2020) Diyarbakır’da yaşanan bir aşk hikayesi ile başlıyor, Kudret ve Serap’ın (Leylan) aşkı. Bu kısım daha çok uzun bir öykü gibi aslında. Demirtaş bu aşk hikayesini asıl anlatmak istediği “hikayeye” bağlıyor ve biz romanın içinde başka bir roman okuyoruz. “Hayat Hep Yarımdır” adlı bu roman, Kudret’in şimdi üniversitede edebiyat hocası olan ilkokul arkadaşı Netice’nin, “üniversiteden bir barış akademisyeni olan hocasının trajik hikayesi”ni konu alıyor. Netice kendisi de Barış Akademisyeni. Romanda Kürtlerin yaşadığı hemen bütün sorunlar, ana dilde eğitim, gözaltı kayıpları, boşaltılan köyler, 90’larda yaşanan faili meçhuller ve daha yakın tarihlerdeki sokağa çıkma yasakları, yerle bir edilen Sur ve elbette Barış Akademisyenleri konu ediliyor. Diyarbakır’dan Zürih’e uzanan bu hikayede Demirtaş edebiyat metninin kaldırabileceğinden çok daha fazlasını yüklemiş romanına. Bu, metnin son derece aleyhine bir durum. Sur’da olanları, cezaevindeki bebekleri yakın zamanda Gaye Boralıoğlu’nun Dünyadan Aşağı romanında da okuduk ancak sözkonusu sorunlar romana öyle güzel yedirilmişti ki yazarın propaganda yaptığı hissine kapılmak mümkün değildi. Boralıoğlu, “giderek değişen ve kararan dünya düzeni, ondan da beter olan memleket hali”ni, parçalanan bedenleri, tankların ezdiği çocukları, kıyıya vuran çocukları anlatmış ve Kapelika’da çalışan Diyarbakır’lı Kürt garson kadın ve Hilmi Aydın arasındaki sohbet sırasında da bir sayfada Kürt sorunu ile ilgili pek çok şeye dikkat çekmişti. Kuşkusuz edebiyatımızda sayısı çoktur böyle metinlerin. Gaye Boralıoğlu aynı zamanda “Ah, Asuman!”ın senaristliğini de yaptı.

Leylan, muhalif akademisyen Bedirhan’ın dilinden artı değere varana kadar teorik bilgiler verdiği için edebi olmanın epey uzağına düşmüş. Öte yandan bence romana değer katan en önemli husus Demirtaş’ın “mutluluk” üzerine yorumları. Bir imge olarak körlük de romanda dikkat çekiyor. Romanın simge kişilerinden birinin görme özürlü Mutlu Açıkgöz olması boşuna değil. Demirtaş, dünyada sonu gelmez isteklere karşı kör olmanın ama öte yandan gözlerini kapatsan da kaçamayacağın şeyleri görerek yaşamanın değerine dikkat çekiyor: “yoksullar, acı çeken insanlar, savaşlar, zulümler ve haksızlıklar mesela”. Mutluluğun ancak bu şekilde mümkün olabileceğini söyleyen Bedirhan, “Hayat mutlu olmak için değil, anlamlı olsun diye yaşanır, sen anlamın peşinden koşarken mutlusundur” diyor ama öte yandan “hayata anlam katmaya çalışırken hayatın kendisini yaşamayı unutuyoruz. Anlamlı bir yaşam uğruna mücadele ederken bazen işin öznesini, yani yaşamın kendisini araçsallaştırıyoruz. Mutlu olmayı ya unutuyoruz ya da mutluluğu anlamlı bir hayatın ‘büyüsünü, kutsiyetini’ bozacak olan gamsızlık olarak düşünüp olabildiğince uzak durmaya çalışıyoruz” diyerek de bir çelişkiyi dile getiriyor ve acı acı gülümsetiyor. Demirtaş, Bedirhan’a “İnsanların mutluluğu için bir şeyler yapma imkanın varken yapmıyorsan, bu seni kesinlikle kötü bir insan yapar” dedirterek de noktayı koyuyor.

Demirtaş, romanın sonuna yazdığı teşekkürde Leylan’ın edebi hayatının son kitabı olduğunu zannettiğini söylemişti ama yanılmış. Demirtaş’ın ve Altan’ın son romanlarını merakla bekliyorum.

Takip Et Google Haberler
Takip Et Instagram