Her birimiz devlet dersinde öldürüldük

Evet; kabullenmek zor da olsa, her birimiz devlet dersinde öldürüldük ve ölmedik diyebilmek için bahaneler bulmaya çalışıyoruz.

BERKE KAYA 15 Mart 2023 GÖRÜŞ

İskenderun’da bir çadırkent… Öyle güzel bir yere kurulmuş ki… Yağmur yağmış, su birikmiş, her yer çamur gölü.

Depremzede elinde tırmık, elinde süpürge, çadırdan içeri giren suyu, kapısı önünde biriken çamuru temizliyor.

Ayakları çıplak, saçı örgülü bir kadın, hüngür hüngür ağlıyor: “Nerede bu devlet? Depremde yoktu, selde de yok!”

Muharrem İnce, Kahramanmaraş’ta; vatandaşın derdini dinliyor.

Akşam çökmüş. Hava sisli. Hava soğuk. Ağızlardan duman çıkıyor.

Karanlıkta yüzü belli olmayan bir depremzede soruyor: “Hani AFAD? Madem biz bize yetiriyoruz, sizin işiniz ne?”

FOX Ana Haber muhabiri Merve Görgün, Gaziantep’te… Beş katlı Gölgeler Apartmanı’nın önünde… Enkaz kaldırılıyor.

Bir depremzede mikrofona uzanıyor: “Sadece halk ve polis var. Bir balyozla insan kurtarmaya çalışıyoruz. Bir balyozla…”

Daha cümlesini bitirmemişken bir başka kadın sarılıyor mikrofona; Fatma Şahin’e sesleniyor: “Ekip gönder, Fatma Hanım. Bakın çalışan vatandaş, ekip yok. Yukarıdan aşağı delik açıp sarkacaklar, ip yok. Nerde bu belediye, nerde bu devlet?”

Oysa birkaç ay önce ‘devlet’i sorgulamak aklımıza gelmemişti. Enflasyondan yakınmayı öğrenmiştik zar zor, utana sıkıla; şimdi o enflasyona deprem maliyeti de bindi. Kiralar uçtu. İnsanlık sıfırlandı.

Ahbap’a, Kızılay’a, AFAD’a yahut belediyelere gönderilen ayni ve nakdi bağışları bir kenara koyalım; sadece “Türkiye Tek Yürek” kampanyasında 115 milyar 146 milyon 528 bin lira bağış toplandı.

Fotoğraflar: Serdar Özsoy / DepoPhotos

Depremin üzerinden bir ay geçti. İçişleri Bakanı Soylu, kameranın karşısına geçip, “Terlik, kahvaltılık, çay ve şeker istiyoruz” dedi. Enflasyon var, hayat pahalı demeye utanan AK Parti seçmeni gibi de değil. Borcunu tahsil etmek isteyen bir alacaklı edasıyla.

Öyle bir süreçten geçiyoruz ki… Hayat bir kaleydoskop (çiçek dürbünü) misali; sallandıkça, başka bir manzara açılıyor önümüzde. Tek farkla: o dürbündeki gibi renkli renkli, cıvıl cıvıl değil gördüğümüz. Hatta dürbün dahi tek parça değil; sapı kırık, camı çatlak.

İNŞAATLA BÜYÜMEYİ ARZULAYAN BİR AFET ÜLKESİ

Hoşgörünüze sığınarak Çin’e uzanmak istiyorum. Afet zengini ülkeye. Bir yanda tayfunlar, seller, diğer yanda kuraklık, kum fırtınaları, toprak kaymaları. Ayrıca haşereler, orman yangınları cabası. Meteorolojik, jeolojik, biyolojik afetlerin ardı arkası kesilmiyor.

Çin, coğrafi bağlamda dünyanın en büyük üçüncü ülkesi. Ve yüzden fazla doğal afet riski altında.

Son 30 yılda iki büyük felaket yaşıyor ülke. İlki, 1998’deki sel felaketi. İkincisi ise 2008’de yaşanan 8,0 şiddetindeki Wenchuan depremi.

Resmî rakamlara göre 2008’deki depremde 69 bin 227 kişi hayatını kaybetti, 17 bin 923 kişi kayıp.

Wenchuan depremi, 2008 Pekin Olimpiyatları’ndan birkaç hafta önce yaşandı. Dünyanın gözü Çin’e çevrildi diye her zamankinden hızlı müdahale edildi. Çin hükümeti anında uluslararası yardım çağrısı yaptı. Jeo-mekanik mühendisi olan dönemin Başbakanı Wen Jiabao, depremden sadece 90 dakika sonra afet bölgesine gitti. Chengdu Askeri Bölgesi’nden de kurtarma çalışmalarına katılması için aynı gün 50 bin asker bölgeye sevk edildi.

Çin hükümeti hem ulusal hem de uluslararası sivil toplum örgütleri ile uyum içerisinde çalıştı. Oysa biliyoruz ki Çin, dış yardım kuruluşlarına daima mesafeli durmuştur.

Çin’in bu konudaki tavır değişikliğinin arkasında Pekin Olimpiyatları vardı hiç kuşkusuz.

Ancak yine de gösterilen ile hakikat örtüşmedi çoğu kere. The New York Times’ın iddiasına göre; kritik ilk 72 saat etkili şekilde kullanılamadı, zira asker arama kurtarma hususunda tecrübeli değildi. Dahası: Hazırlıksız yakalanmıştı.

Depremin bilançosunu ağırlaştıran etmenlerden biri felaketin okul saatinde yaşanmasıydı. Devlet okulları çöktü. 10 binin üzerinde öğrenci hayatını kaybetti.

Öte yandan kamu binaları da çöktü. O kamu binaları ki ‘devlet’le eşti.

Niçin çökmüştü kamu binaları?

Söyleyeyim: 2000 başlarında Çin bir karar alarak önceliği ekonomik büyümeye verdi. Hızlı büyüme adına inşaat sektörüne ayrıcalık tanıdı. Maliyetleri azaltmak için de kalitesiz malzeme kullanımına, hatta yolsuzluğa göz yumdu.

Halk, okul ve kamu binalarının kum evler gibi yıkılmasından, o yığınların altında kalan çocukların, yurttaşların vaktinde kurtarılmamasından kaynaklı öfke seline tutuldu. Ne vakit, “Niçin binalar çürük inşa edildi?” diye sorulsa, hükümet sert önlemler aldı. Bu sert önlemler halktaki öfkeyi daha da arttırdı.

Hal böyle olunca da depremzedelere yardım eden aktivistler içeri tıkıldı. Ölümlerin asıl nedenlerini sorgulayanlar içeri tıkıldı. Basın mensupları içeri tıkıldı.

Uluslararası Af Örgütü’nün 2009’da hazırladığı bir raporda, şöyle bir bilgi yer aldı: Depremde hayatını kaybeden çocuklarının akıbetini öğrenmek isteyenler gözaltına alındı.

Şaşıracağınızı (!) umduğum bir noktaya daha ekleyeyim: İnşaat kalitesi sorgulaması bastırıldı; kamu yetkililerine ve müteahhitlere dava açılmadı.

BEN YAPMADIM MİKİ YAPTI

Dönemin Sichuan Vali Yardımcısı Wei Hong, Mart 2009’da bir basın toplantısı düzenledi. Orada dedi ki: Devletimiz araştırıp soruşturdu ve görüldü ki, bunca ölüme, yani ‘normal’den (!) fazla ölüme depremin büyüklüğü sebep olmuş. Yani resmî otoritelere göre, esas suçlu 8,0 şiddetindeki deprem.

Tunç Başaran’ın 1989’da gösterime giren Uçurtmayı Vurmasınlar filmini hatırlar mısınız?

Hapiste annesi İnci’yle (Nur Sürer) kalan Barış (Ozan Bilen), altına kaçırınca, kendini şöyle savunmuştu: Ben yapmadım, miki yaptı.

Aslında pek de yalan değildi bu. Zira Barış, miki resimli bir don giymekteydi.

Ama biz Çin’e dönelim…

Başkan Şi Jinping, inşaattaki usulsüzlüklerin, yolsuzlukların üzerine gitme sözü vererek 2012’de iktidara geldi. Sahiden de Şi’nin ilk döneminde, Çin’de ciddi bir yolsuzluk operasyonları ve görevden almalar yaşandı.

Sonra ne olduysa oldu ve bütün uygulamalardan vazgeçti.

Şi Jinping, bu benzer eylemi pandemi sürecinde de yaptı. Çin, pandemi ile mücadelede ‘sıfır vaka’ yaklaşımını en sert yöntemlerle uygularken, 8 Ocak’ta tüm bunlardan bir anda vazgeçti.

Bu ani dönüşlere ve keskin dile Devlet Bahçeli’den güzel örnek bulunamaz sanırım.

Kahramanmaraş ve Hatay merkezli depremlerde yardımların geç gitmesini, “Nerede bu devlet?” sözleriyle eleştiren depremzedelerin yüreğine şu sözlerle su serpiyor Devlet Bahçeli:

Deprem bölgesinde her şey var, sadece devlet yok diyen kanı bozuklar size söylüyorum; devlet baktığınız ve bastığınız her yerde tüm heybetiyle, tüm haysiyetiyle, tüm hükümranlığıyla havidir, hâkimdir, hadimdir.”

Halden anlayan, empati melekesi yüksek, ismiyle müsemma bir büyüğümüz ne de olsa…

Oysa bu Bahçeli, çok değil, yedi yıl önce, yani 2016 yılında yaşanan bombalı saldırılarda devlete ve hükümete, “Nerede bu devlet, nerede bu hükümet” sözleriyle veryansın etmişti.

İkisinden birini seçmek mümkün. Ama acı…

Devleti temsilen karşımıza çıkan ve hayatımızı çalanların her biri tutarlılık abidesi olunca bu böyle ne yazık ki…

Yanılma payları hiç yok. Zira durmadan, bıkıp usanmadan kendilerini değilleyen mesajlar veriyorlar halka. E, böyle olunca da, biri tutmasa diğeri tutuyor. Akılda da kala kala tutanlar kalıyor.

DEVLET – BİR ZOR AYGITI

“Hayasız edebiyat… Bu hangi edebiyatın adıdır, bilir misiniz? Bizimkinin!.. Gündelik kazanciyle geçinen ve yarına bir şey ayırmayan işçiler gibi, günlük fikirlerle yetindiğimiz müddetçe, bir edebiyatımızın, kendisini tanıyan, hatırlayan bir Türk edebiyatının olmasına imkân yoktur.”

Böyle diyor Munis Faik Ozansoy, Düşündüğüm Gibi adlı deneme/anı karışımı 8,5 formalık, 1957 yılında 2000 adet basılmış kitabında…

İlk okuduğumda tüylerim ürpermişti. “Haya” ile “edebiyat” sık sık yan yana gelen kavramlar değildir zira… Kim bilir neye bozuldu da Süleyman Nazif’in yeğeni, içindekini bu şekilde dışavurma ihtiyacı hissetti, demiştim içimden.

Sadece siyasete, edebiyata falan değil, gündelik hayatın her anına sirayet etmiş vaziyette hayasızlık.

Eleştirel bilinç olmayınca…

Ezbere temayül artınca…

Olacağı bu!

Sen düşünmezsen, senin adına düşünenler çıkar.

Sen hakkını bilmez, onu savunmazsan, senin adına bilen ve savunan çıkar. Bundan da nasiplenmeyi umar, doğal olarak…

“Devlet, yüzünü kamu yararına dönmüş bir aygıt değil, bir zor aygıtı, kamusal düzenin ancak egemenler lehine korunmasının aygıtıdır” (Pierre Bourdieu) çünkü.

Hiçbir dönemde devlet ‘ana’ olmamıştır. Olamaz da… Tabiatına aykırı.

Zira ana, iki evlat arasında göreceli bir ayırma-kayırma pozisyonu alsa da devlet için çıkar tektir: Egemen sınıfın lehine çalışmak; haklı yahut haksızlığına bakmaksızın hem de…

Bundandır ki, ayrım gözetmeksizin yurttaşların mal ve can güvenliğini, yurttaşlardan aldığı vergilerle sağladığına inandırır bizi. Öte yandan da gizleme ihtiyacı bile duymadığı asıl işlevini yerine getirir.

AK Parti iktidarının fütursuzluğu, kendini devlet sanmasından kaynaklanıyor. Bunca süre devleti yönetince tabii, geme ve eyere yapışıyor vücut.

Dolayısıyla da iskambil kâğıdı dağıtır gibi kadro ve ihale dağıtıyor yandaşlarına.

İşte çektiğimiz acının bunca büyük olmasının bir sebebi de söz konusu çıplak hakikatle burun buruna gelmiş olmamız; hatta ona dokunmamız, onu solumamız…

Ne demişti Ece Ayhan, Meçhul Öğrenci Anıtı’nda:

 Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında

Bir teneffüs daha yaşasaydı

Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür

Devlet dersinde öldürülmüştür

 

Evet; kabullenmek zor da olsa, her birimiz devlet dersinde öldürüldük ve ölmedik diyebilmek için bahaneler bulmaya çalışıyoruz.

Takip Et Google Haberler
Takip Et Instagram
WP2Social Auto Publish Powered By : XYZScripts.com