Abdullah Minyeli değil Türkiyeli

Abdullah Minyeli değil, Türkiyeli’dir. Bizim hikayemizdir onun yaşadıkları. Aktivizmin, aktif sabrın, tüm haksızlık, adaletsizlik ve kaderin getirdiği badirelere rağmen bir Müslümanın iyiliğe meyl edip o yolda ısrarının hikayesidir.

FATİH UĞUR 06 Şubat 2022 GÖRÜŞ

Mahlasıyla Hekimoğlu İsmail, gerçek ismiyle Ömer Okçu. Kendisi ‘talebeyim’ dese de bir düşünce ve aksiyon adamı, ömrünü adamış iyi bir Müslümandı. Hekimoğlu İsmail çalışmaktı, okumak, okutmak, azimli bir Müslüman olmaktı. Hayatı, derdini anlatmak, başkası için yaşamaktı…

Bütün ömrü öğrendiklerini aksiyona geçirmekle geçti. Elliye yakın kitap binlerce makale yazdı. Ben de, -yaşı 40 aşmış bir çoğunuz gibi- gençlik yıllarımda okuduğum Minyeli Abdullah, Menan Cinleri, Bir Deliyle Evlendim kitaplarıyla tanıdım onu. Gazetecilik hayatımın en güzel zamanlarında ise yüz yüze görüşme imkanım oldu Hekimoğlu Ağabey ile. Oğlu Osman Okçu’nun mihmandarlığında Samatya’daki mütevazı evinde, 2014’te bir grup genç gazeteci ile yaptığımız ziyarette hayatını kendinden dinlemiştim.

Zaman Gazetesi’nin Fırat Kültür Merkezi’nde gerçekleştirdiği Okur Buluşmaları toplantısındaki tevazusu ve tekerli sandalyesiyle sahnedeki vakur duruşu, eşi Sermin Hanım’ın bir röportajında aktardığı gibi ‘yanıbaşındaki not defteri kalem ve kitapları eksik olmayan’ hali son fotoğraflar olarak kazındı aklıma.

Bir kış gününün sabahında Eyüp Sultan Camii’nde sabah namazı kılarken beyin kanaması geçirmiş, yoğun bakımda kalmış ve yazıdan, cebren kalemden muvakkaten uzaklaşmak zorunda kalmıştı. İyileştiği gibi yaptığı ilk iş yine yazılarına başlamak, eser vermeye devam etmek oldu.

MİNYELİ ABDULLAH’IN ROMANININ HİKAYESİ…

Minyeli Abdullah, bir solukta okuduğum kitaplardandı. Aklımda hep bir özgürlük ve hakikat arayışı olarak kaldı bu roman. Şerif Mardin’in tarifiyle romanda Minyeli Abdullah’ın hikayesi Mısır’da anlatılsa da ‘Türkiye’de takibattan kurtulmak için’ izlenmişti bu yol. Laiklik, modernleşme ve İslam ilişkisinin ele alındığı; bu yüzyılın çemberinden geçen bir Müslümanın aksiyon alışının hikayesi ve anlatımıydı.

Minyeli Abdullah’ın baş karakteri Abdullah Mısır’ın Minye kasabasında doğmuş, babasız büyümüş, annesinin gayretiyle okumaya başlamıştır. Ortaokulda tarih öğretmeniyle tartışma sonrası okulu bırakmak zorunda kalmış ve çalışmak için Kahire’ye gitmiştir. Ortaokul ve liseyi dışarıdan bitirip memur olmuştur sonunda. Dinini konferanslardan öğrenir Abdullah. Evlenir, İslam dinini tanıma yolculuğu ev sohbetleriyle devam ederken bir gün evi basılıp tutuklanır. Bir yıl tutuklu kalır, hakkında idam cezası kararı alınır. Kral devrilir ve bu cezanın infazından kurtulur. Hikaye edilen Abdül Nasr dönemidir .

Eşi Sevde’nin ailesi çocuklarına bakmak için Abdullah’tan ayrılma şartı koymuştur. Dağılır ailesi. Hapisten çıktığı gün köyü Minye’ye döner, annesi kollarında vefat eder. Korku iklimindedir bütün Mısır. Anasının cenazesine bile katılmaz tanıyanlar, bilenler. Yapayalnız kalır Minyeli Abdullah. Hamal olarak Kahire’ye döner. Hamal maaşıyla iki talebi okutur. Sonra ailesini tekrar bulur İskenderiye tren istasyonunda. Hamal olarak yüklerini taşır, ama sesini çıkarmaz, çıkaramaz…

MÜSLÜMAN AVINDAN TÜRKİYE’DEKİ MİNYELİLERE

Abdullah’ın yetiştirdiği talebelerden biri üniversiteye başlar. Onun hikayesini üniversite kürsüsünden anlatır Halit. Dinleyenlerden biri de Minyeli Abdullah’ın oğlu Bilal’dir. Gözyaşlarıyla dinler babasının gerçek hikayesini. Sonra Minyeli Abdullah ailesine tekrar kavuşur, İslam’ı yaşamak gayretiyle ailesiyle ve oğluyla yoluna devam eder. Bir konferansı sırasında çıkan arbedede oğlu Bilal ölür. Devlet komünistlerin sebep olduğunu bilse de Müslüman avına çıkar. Minyeli Abdullah tekrar hapse atılır. Hapisten çıkarılsa da yaşadıkları üstünde büyük yaralar açmıştır… Tıpkı bugün yaşananlar gibi.

Yozlaşmış, dininden ve insanı değerlerinden uzaklaşmış bir toplumun hikayesidir Minyeli Abdullah’ın yaşadıkları. Bir kaç asırdır birçok İslam coğrafyasında ve bugün halen Türkiye’de tekrar eden insanların, mazlumların hikayesidir aslında. Zulme ve zalimlere dair duruşun hikayesidir…

Minyeli Abdullah, Hekimoğlu İsmail’in iki darbe arasına (27 Mayıs ve 12 Mart)  sıkıştığı dönemde kaleme alınmış ve okuruna ulaşmış. İlk nüshalara bahçe kuyusunda saklanmış. Okçu’nun eşi bile yıllar sonra öğrenmiş kitabın kendi evlerinde yazıldığını. Minyeli gibi Hekimoğlu İsmail de haksız yere onlarca kez yargılandı ve hapis yattı. Abdullah Minyeli değil, Türkiyeli’dir. Bizim hikayemizdir onun yaşadıkları. Aktivizmin, aktif sabrın, tüm haksızlık, adaletsizlik ve kaderin getirdiği badirelere rağmen bir Müslümanın iyiliğe meyl edip o yolda ısrarının hikayesidir.

15 Ocak günü aramızdan ayrılan Ömer Okçu’nun hikayesidir. Hekimoğlu Ağabey, batı toplumunun zihin haritasında romanlarla yolculuğun önemine değinip, bu yüzden derdini roman olarak anlatmaya çalışmıştı. Derdini ve davasını yazmıştı…

‘ROMAN GAVUR İŞİDİR…’

Minyeli Abdullah romanını yazdığı duyulduğunda içinde bulunduğu topluluğun tepkilerini şöyle anlatmıştı bir röportajında: “Ya sen ne yapıyorsun, roman gavur işidir.” dediler bana bazı Nurcular. “Sen Müslüman adamsın ya, ne kadar bozuldun.” dediler ya. “Peki” dedim, “tamam, yazmıyorum hadi.” Allah affetsin yalan söyledim. Gittim, gizliden gizliden Minyeli Abdullah’ı yazdım. Kitap çıktı. Bayram abi, “Ne güzel yazmışsın kardeş. Aferin devam et.” dedi. Hatta, Minyeli Abdullah’ın gelirini Bayram abiye bıraktım. Hizmete ver dedim. Şimdi ben dünyayı görmüşüm. Bir Çin’e gitmedim. Grönland Adası’na bile gittim. Sıcak sular fışkırıyor, buzların arasından. Avrupa’yı Avrupa yapan, romanlardır. Müslümanların romanları olsaydı, bu kötü hallere düşmezlerdi. Çünkü, romanda her şeyi söylersin, diğer kitaplarda söyleyemezsin.”

“Bana ne 28 Şubat tesir etti, ne 1960 ihtilali. Hiçbiri tesir etmedi. Değirmende doğan fare, gök gürültüsünden korkmaz. Zaten devamlı polis geziyordu, altı adım arkamızda.”

Baskı ve takibat altında yaşamıştı hep Hekimoğlu İsmail. Ama direndi, bedeli ödenmiş bir hayat yaşadı.

İTTİHAD’IN VE ZAMAN’IN HİKAYESİ…

Samatya’daki evinde Hekimoğlu Ağabeyi dinlerken başka bir başlığımız vardı: Gazetecilik hayatı ve İttihad Gazetesi. Necip Fazıl Kısakürek’in Büyük Doğu’sunda yazılan ilk yazılardan, Amerika’daki Füze Okulu eğitimine gidişine, batı toplumuyla tanışmış, kendi değerleriyle bunu özdeşleştirmiş birinin hayat hikayesiydi dinlediğimiz. Ömer Okçu, 1952’den 1972’ye kadar Türk Silahlı Kuvvetleri’nde astsubay olarak hizmet etmişti. Avrupa’da ve dünyada özellikle batı dünyasında görmediği yer kalmamıştı.

O sohbette 1967’de yayın hayatına başlayan İttihad Gazetesi’ni yayın macerasını detaylarıyla anlatmıştı Ömer Okçu genç gazetecilere. O günler astsubay olması nedeniyle mahlasla yazıların yazıldığı, yayıncılık yapmanın ‘ateşten gömlek giymek’ olduğu dönemlerdi. Sadece köşe yazarı değildi İttihad’ta Hekimoğlu Ağabey. Baskısından dağıtımına kadar her şey el birliğiyle kotarılıyordu bir grup insan tarafından.

Necip Fazıl Kısakürek, ona yazın yolculuğunun kapılarını açmıştı. Amerika’daki füze eğitimi sırasında hem İngilizcesini pekiştirmiş, batı toplumunu yakından tanımış; bu yazıları göndermişti Kısakürek’e. 1958’de tanıştığı Bedüzzaman Said-i Nursi Hazretleri ve eserleri ise onun fikir ve düşünce hayatının yelkenleri olmuştu ömrünün kalanında. İttihad da bu fikirle doğmuştu. Müslümanların derdini anlatacakları bir yayını olmalıydı.

Eşi Sermin Hanım’ın dediği gibi çocuklarıyla ve eşiyle ayrı, kalem ve okuma dünyasıyla ayrı bir dünya kursa da, toplumu detaylarıyla analiz eden ve gözlemleyen bir didaktik gözdü.

Bir gün İstanbul’dan kalkan otobüslerin bagajlarında gazete balyalarını görür Hekimoğlu Ağabey. Nedenini sorup araştırır. Okunmuş gazetelerin toplum hayatında büyük bir kullanım alanı olduğunu görür. Pazarlarda meyve sebze külahı, dükkanlarda hediye paketidir okunmuş gazeteler. Kırılmış bir köy camının ilk kurtarıcısı okunmuş ve eski gazetelerdir. Köylere okunmuş gazetelerim gittiğini öğrenir.

‘KIRIK CAMDA BİZİM İTTİHADIMIZ OLSUN…’

Hemen İttihad’ın okurlardan toplanıp Anadolu’ya gönderilmesi fikrini hayata geçirir arkadaşlarıyla. Neden diye sorduğumuzda şu meyanda cevap vermişti o zaman: “Gazetenin okunmuşu bile kıymetliydi o zaman. Ola ki Anadolu’da bir köyde bir cam kırılırsa, o cama geçici gergi yapacak köylünün, evladını, hanımının gözüne ilişecek şey hak ve hakikat anlatan bir gazete olsun, bu İttihad olsun diye otobüslerin bagajlarında ücretsiz gönderdik gazeteleri.” Bir bakkal bir kutu bisküviye sarıp sarmaladığında gazete Anadolu’da başka evlere de girecekti. Ömrü fikir çilesiyle yoğrulmuş bir dava adamının incelikleriydi bunlar. Fikir sancısıyla yapılabileceklerin sınırlarını zorlamamızı öğütlüyordu.


 

Bugün Hekimoğlu Ağabey’in ardından yazıp çizilecek, söylenecek neler var diye düşündüğümde onun bu hatıralarını aktarmak istedim. Belki çok küçücük bir pencereden bakmışımdır. Ama Hekimoğlu İsmail Ağabey, 4 Mart 2016’ta bir sivil darbe ile el konulan, 15 Temmuz bahanesiyle kapatılan Zaman’ın son anına kadar yazarıydı. Öyle de kalacak. Bu demokrasi ve özgürlük yürüyüşünden, hakikat arayışından kopmuşluğu yoktu. Sonrasında yaşananlar, sonra konuşulacaktır. Hekimoğlu İsmail, tıpkı Ahmet Selim gibi, tıpkı Fikret Ertan gibi, tıpkı gadre uğrayarak hayatını kaybetmiş, hapsolmuş Zaman okurları gibi, bugünün Türkiyesinin Minyeli Abdullah’ları gibi bizimleydi. O yüzden mensubiyetini ve talebeliğini yüksek sesle rahatça haykırmıştı. Bize de ‘Şahitiz iyi biliriz’ demek düşer. Allah rahmetiyle kucaklayıp, sevdikleri ve duasında olduğu gibi Peygamber ve Evliyalarla haşr etsin. Yakınlarına sabırlar versin.

‘CANAN CANI DİLEMİŞ VERMEMEK OLMAZ’

Son Söz.

Siz onu Eyüp Sultan Camii’ndeki geçirdiği beyin kanaması ve koma sonrası Zaman’dan Nuriye Akman’a verdiği röportajındaki şu sözleriyle hatırlayın:

“…Canan canı dilemiş, vermemek olmaz. Allah kolumu istemiş, buyur Rabbim, baş üstüne. Canım istemiş, peki Rabbim baş üstüne. Anam olsaydı, başımı göğsüne dayar, ağlardım. (Ağlıyor). İslamiyet benim için bir ana oldu. Başımı dayadım ona, Rabbim sana sığınıyorum. İşte kalp sekteye uğradı. Dediler ki, “Bir daha tıkanma olursa gittin.” Yani doktorlar benden ümidi kesti. Ümidim kim? Allah. Her şey boş, mevki boş, makam boş, servet boş. Ana boş, baba boş, hepsi boş. Var olan yalnız Allah. Çünkü onların hiçbirinin bana faydası yok. Allah beni her şeyden geriye çekti, kendisine bağladı. Çok şükür.
(N.A- Yani hastalığın da teselli ikramiyesi oluyor.)

– Günahlarıma kefarettir, bir. İkincisi, manen inkişaf ederim. Diyorlar ki, “Hastalığında yazdığın makaleler daha güzel.” Estağfurullah. Ben kim oluyorum ki, kader öyle yaptı. Doktor, “Bir daha kanama yaparsa beynini tedavi edemeyiz.” dediğinde şöyle düşündüm: Borcum var mı? Para borcum yok. Mal borcum yok. Kimseye kötülük ettim mi? Yok. Kimsenin hakkını yedim mi? Yok. Ölebilirim Rabbim. Necip Fazıl şöyle diyor: Tahtadan yapılmış bir uzun kutu/ Baş tarafı geniş, ayak ucu dar/ Çakanlar bilir ki bu boş tabutu/ Yarın kendileri dolduracaklar/ Her yandan küçülen bir oda gibi/ Duvarlar yanaşmış, tavan alçalmış/ Sanki bir taş bebek kutuda gibi/ Hayalim içinde uzanmış kalmış. Neydi devamı?

(N.A – Cılız vücuduma tam görünse de/ İçim bu dar yere sığılmaz diyor/ Geride kalanlar hep dövünse de/ İnsan birer birer yine giriyor/ Ölenler yeniden doğarmış gerçek/ Tabut değildi ki bu, bir tahta kundak/ Bu ağır hediye kime gidecek/ Çakılır çakılmaz üstüne kapak..)”

Takip Et Google Haberler
Takip Et Instagram
WP2Social Auto Publish Powered By : XYZScripts.com