Bir de baktık ki, herkes borderline

Bir insanı cehennemden almak ister misiniz? Birine yardım ederken, aslında kendimize de yardım ederiz. Peki, biz buna değmez miyiz?

BERKE KAYA 01 Ocak 2023 YAŞAM

İçinizde “Terminal” filmini izlemeyeniniz var mı?
Başrolünde Tom Hanks’in oynadığı politik komediden söz ediyorum.
Biraz hatırlatayım: Filmde, John F. Kennedy Havaalanı’nda, pasaportu geçerliliğini yitirdiği için mahsur kalan bir adamın hikâyesi anlatılır.
Amerika Birleşik Devletleri’ne girişi ret edilmiştir.
Henüz havadayken ülkesinde askerî darbe olmuştur.
Bir adım ötesi Amerika.
Bir adım gerisi anavatanı Krakozya.
Ama iki yerde de olması mümkün değil. Yarı açık cezaevinde bir anlamda…
Film deyip geçmemek lazım. Yıllar önce… Mehran Karimi Nasseri de benzer bir durumu yaşamış. Charles de Gaulle Havalimanı’nda 18 yıl mahsur kalmış. Zaten film de onun hayatından esinle çekilmiş.
Özgürlüğe bir adım uzakta yaşamak, ama ona ulaşamamak, tahammül edilir şey olmasa gerek. Kişinin ruhunda telafisi zor bir tahribat yarattığı ise muhakkak.
Filmde, Viktor Navorski (Tom Hanks) havaalanına “sıkışmış” biri. “Arada kalma” söz konusu; tuhaf, hatta fevkalade anlamsız bir tutsaklık…

“Terminal”, başrolünde Tom Hanks’in oynadığı politik komedi-drama…

Oysa “borderline kişilik bozukluğu”ndan mustarip kişiler “arada” değil, “sınır”larda yaşarlar. Ve bu “sınır”, Terminal’deki sınır gibi değildir. “Uç” anlamında bir sınırdır. “Doruk” anlamında, “zirve” anlamında…
Yine filmden örnekleyecek olursak: Borderline kişilik bozukluğu olan kişi Viktor Navorski gibi ya Amerika’ya gider ya da ülkesi Krakozya’ya. Arada, yani terminalde, kalamaz. Çünkü onlar için bir şey ya siyahtır ya beyaz. Gri olamaz!
Diyelim ki gittiği davette biriyle tanıştı. Onunla iki çift laf etti. Birlikte bir şeyler yiyip içtiler. Hemen bir yargıya ulaşır. O kişi artık ya iyidir ya kötü. Ortası yok!
Şu denebilir: Kim mükemmel ki? Bırakalım da sabit fikirleri olsun. Kime ne zararı var ki…
Hani halk arasında denir ya, yaşanmayınca bilinmez!

SINIRDA YAŞAYAN KİŞİLR DAİMA DUYGU SÖRFÜ YAPARLAR

Borderline kişilik bozukluğu olanlarla ortak bir hayat sürenler bu yüzden hemen itiraz edecektir. “Ne sabit fikri efendim!” diyeceklerdir. “Onlar elmaya bir gün kırmızı bir gün yeşil derler. Oysa elma aynı elmadır. Ve portakal olma potansiyeli daima saklıdır.”
Doğru.
Ne yazık ki yahut ne hazin ki doğru!
Bu kişiler, sık sık fikir değiştirirler çünkü. Bir uçtan bir uca gidip gidip gelirler. Bunda bir sakınca, bir yanlışlık, bir acayiplik görmezler. Hatta çoğu kere farkında bile olmazlar. Onlar için yasak bölge “ara bölge”dir.
Çoğu kere uygun olmayan davranışları yakınlarının başını ağrıtır ama.
Bazen öyle şiddetli, öyle coşkulu heyecanlar yaşarlar ki, denetlenmeleri neredeyse imkânsızdır. Geminden kurtulmuş atlar misali koşar da koşarlar. Durdur durdurabilirsen… Ördükleri kalkan tüm telkinlere karşı aşılıdır! O anda, o kalkanı aşacak eylem veya söz bulmak zordur.
Sinemaya gittiğinizi düşünün. Bir aşk yahut bir macera filmine… En romantik yahut en aksiyonlu yerinde filmin, biri yüksek sesle kahkahalar atarsa ne olur? Peki, bu kahkahalar dur durak bilmezse? Hatta an be an artıp sonra birden alçalırsa…
Kahkahalar alçaldığında bitecek hissine kapılırsınız. Bir rahatlama, bir gevşeme yaşarsınız. Geride kalmıştır mahcubiyet duyduğunuz anlar. Ama biri, bir düğmeye basmış gibi tekrar yükselirse kahkaha… Yahut hıçkırık nöbetlerine devşirilirse… Gözyaşı sel olup akarsa… Mahcubiyetiniz utanca dönüşür ve salondan bir an önce çıkmanın yolunu ararsınız.
Borderline kişilik bozukluğu olan kişiler işte böyle duygu sörfü yaparlar adeta! Hüzün ile neşe, korku ile şaşkınlık, öfke ile ilgi, iğrenme ile utanç elim sende oynar onda. Bir duygu halinden çıkıp diğer duygu haline girmesi uzun sürmez.
Tuhaf olansa, tüm bu halden hale girme gerekçesi olarak algı arsızlığının yakıştırılması.
Yalnız denetlenemeyen coşkunluklar değildir borderline kişilerin yaşadıkları. Bazen kontrol edilemeyen duygu nöbetleriyle kendilerini yıpratırlar da… Doruğa ulaşan öfke çoğu kez yerini bir boşluk hissine bırakır. Birden bir sıkıntı çöker içlerine. Melankoliye tutulmuş gibi melül melül bakarlar. Depresyon çalar kapıyı: Tak tak!
Fark ettiniz değil mi? Yine sınırda olma, uçta olma durumu. Yaşanan tüm duygular böyle. Doruklarda, doya doya, umarsızca, fütursuzca yaşama hali. Üzüntü verici olan ise şu: O bilmez bunu! O an ne yaşıyor, ne hissediyorsa, odur doğru olan, güzel olan, iyi olan. Kendisi gayet normaldir. Anormal olan, onun normal olmadığını söyleyenlerdir.
Lakin bu muhakeme etmediği anlamına gelmemeli. Zaten eleştiri oklarını bir kere kendine çevirmeye görsün. Kendi cehennemini inşa eder anında tuğla tuğla. Acı ile, öfke ile, kırgınlık ile, zihin karışıklıkları ile kol kola girer. Koyun koyuna yaşamaya başlar bu duygularla…
Temel bir takıntı filiz verir hemencecik: Yanlış anlaşılıyorum!
Bu, anlaşılmadığını düşünmesinden iyidir. Ama çok sürmez, anlaşılmadığını da düşünmeye başlar.
Ancak, “Canım pamuk şekeri çekti. Sen bana muzlu waffle getirdin!” gibi bir şey değildir bu. Pamuk şekeri yese dahi geçmeyecek bir his, bir düşüncedir onunki.
Kendince çareler arar. Kısa cümleler kurmaya başlar. Kullandığı kelimeleri açıklamaya çalışır. Beklediği tepki gelmeyince kırılır. Ya içine atar ya da öfkeyle dışa vurur.
Bilinçle olmasa da, çevresindekilere acı verdiğini anladıkça, çektiği acı ikiye, dörde katlanır her seferinde…
Öyle bir noktaya gelir ki, hiçbir şey zevk vermez. Hiçbir şeyden keyif almaz. Kırk yılda bir “çok mutlu” olur. Ama bu kez de “Niye mutlu oldum?” diye endişelenir.

KÜÇÜK, KÜÇÜCÜK ŞEYLER

Mutluluk haramdır adeta.
Neyin mutluluk verici olduğunu bilmediğinden değildir bu.
Mutluluğun kendisine yakışmayacağını düşündüğünden de değildir belki…
Bunu şuna benzetebiliriz: Pandemi sürecinde de gördük; virüsü kapan çoğu kişide tat alma, koku alma duyguları kayboldu. İşte borderline kişide de yaşanan az çok bu. Çok sevdiği limonlu dondurmayı yiyor. Gel gör ki, beyin ona yediğinin limonlu dondurma olduğuna dair bir işaret vermiyor. Çok sevdiği bir çiçeği kokluyor. Gel gör ki, beyin ona kokladığının ne tür bir çiçek olduğuna dair işaret vermiyor. Bir tür varlık içinde mahrumiyet…
Beyni bir metropol olarak düşünelim. Metropolde bir dörtyol ağzı. Trafik işaretleri var ve hepsi yerli yerinde. Tüm sürücüler ehliyet sahibi. Hatta tecrübeli. Üç adım ileride trafik polisi duruyor. Ama trafik felç! Çünkü ya iletişim halinde değil hiçbiri ya da yanlış zamanda yanlış mesaj veriyorlar birbirlerine…
Bu hal bir süre sonra süreklilik kazanabilir. Asıl vahamet o an çıkar karşımıza. Ruhen çekilen acılar evrilir ve fiziki acıya dönüşür. Çünkü kendine zarar vermeyi tercih eder nihayetinde: Saçını yolar. Kolunu çimdikler. Yüzünü tokatlar. Keskin aletlerle küçük çizikler atar orasına burasına. Kafasını duvara vurur. Tırnaklarını kanatıncaya kadar yer. Temin edebilirse uyuşturucu kullanır. Etraftaki eşyaları kırıp döker. Vs. vs.
Çok geçmez, niye böyle yaptığını sorgular. Yaptıklarından kısmen utanır. Suçluluk hissine kapılır. O his tutup elinden onu stresin yanına götürür. Kalan ömrü boyunca stres ile yaşamaya mahkûmdur artık, eğer psikiyatrik müdahale olmazsa.
Anlık neşe – depresyonun türlü halleri…
Ya zirvesinde bir dağın ya da dibinde en derin okyanusun.
Büyük olaylar yaşamasına da gerek yok bunlar için… Küçük, küçücük şeyler onu tetiklemeye yeter. Mesela birinin, muhabbet esnasında saatine bakması, dinlenmediğini düşünmesine yol açabilir.
Bu yüzden kurduğu ilişkiler, adı aşk olsun, dostluk olsun yahut iş arkadaşlığı, çarçabuk bozulur. Saman alevi gibi parlar ve ateşi çok çabuk söner.
Bazen böylesi süreçlerin sonunda dinginleşir. Sessizleşir. O sınırda kişi gitmiş, yerine başka biri gelmiştir adeta. Oysa bir değişim yaşanmamıştır aslında. Sadece uykuya yatmıştır. Yani duygudan duyguya atlamak için kullandığı sörf tahtasını bir süreliğine depoya kaldırmıştır.
İyileştiği sanılır. Hâlbuki en uyumlu oldukları bu süreçte, kumbaralarını doldururlar. Yine bir kriz anında dışa vuracakları öfkeyi biriktirirler.

İNTİHAR DÜŞÜNCESİ EN BASKIN DUYGU OLUR BAZEN

Borderline kişilik bozukluğu olanların en büyük korkuları terk edilmektir. İster hayali olsun ister gerçek, terk edilmemek için azami çaba gösterirler. Bu sebeple karşısındaki kişiyi aşırı yüceltirler. Ona tutkuyla bağlanırlar. Hiç olmayacak şekilde hoşgörülü davranırlar. Gerekirse kölesi olurlar. Daima onun yanında yöresinde olmak isterler. Onsuz boşluğa düşerler.
Sonra bir şey o büyüyü bozar. Onu bunca yücelten kendi değilmiş gibi yerden yere çalmalar başlar. Duygusal ve fikirsel bağlamda yaşadığı bu gelgitlerin sonu gelmez. Sevdiğini evden kovar, patronuna şikâyet eder, yasal problemleri varsa onları deşifre eder. Hatta bazen tartaklar. İntihar tehditleri ile manipüle eder… Kişi adeta kendisine yapılan haksızlıkların intikamını alan kontrolünü yitirmiş kızgın bir çocuk gibidir.
Neyse ki çoğu kere çığlıkları içlerine akıtırlar. Yani kafalarının içinde bir dünya kurar, burada bağırırlar bas bas. Heidi’nin yalınayak dolaştığı dağlarda, bir başınayken attığı çığlık misali…
Ancak o çığlık, yalnız bir çığlık olarak sönüp kalmaz. Eko kazanır. Başka bir deyişle yankılanır. Bir yankıya başka bir yankı karışır. O yankıya bir başkası…
Derken tahammül edilemez bir hal alır bu durum. Yavaş yavaş en sevdiğine, en değer verdiğine mesafeler koymaya başlar. O mesafeler giderek açılır. Araya uçurumlar girer. Ve nihayetinde hayatından çıkarır o kişiyi, bir elmayı dalından koparır gibi.
O en sevdiğinin, en değer verdiğinin hayatından çekilmesi, onu dayanaksız bırakır. Duygusal dengesizliklere yol açar. İntihar düşüncesi diplerden gelip en baskın arzu oluverir birden.
Direksiyonunda oturduğu arabayı bir duvara vurması, bir viyadükten düşürmesi an meselesidir. Hâlbuki araba onundur. Eli direksiyonda, ayağı frendedir. Ancak aracı durdurmayı başaramaz! İlle de bir yere, birine vuracaktır!
Sakinleşmek artık onun için bir hayaldir.
Giderek uzar kendini teselli etmek için ayırdığı vakit. Kendini ikna süreci zorlu olur.
Olağan yaşamına kolay kolay dönemez.
Kendine haksızlık yapmaktan da çekinmez.
Ona göre başına gelenler kendi suçudur. Sevilmeyi hak etmiyordur. Değerli değildir. Önemli değildir. Hele becerikli hiç değil…
Ölümü soğuktan gelene uzatılan bir sıcak battaniye gibi görür. Onu arzular adeta.
Bazen yaşadıklarının hepsinin bir kâbus olduğunu düşünür. Gerçeklikle bağı ya kopar ya da azalır.
İnsanlara güvenmekte zorlanır. Mahrem alanına kimseyi sokmaz. Kalın, görünmez demir perdeler örer etrafına…
Kim olduğunu sorgular sık sık. Varlık nedenini… Mevcudiyetinin neye karşılık geldiğini… Eksikliğiyle dünyanın ne hale geleceğini… Neler kaybedeceğini…
Tüm dünyanın kendisine karşı geldiğini düşünür. Don Kişot misali saldırır yel değirmenlerine. Lakin gerçek düşmanının kim olduğunu söyleyemeyecek kadar da acizdir. Herkes kötüdür çünkü. Her şey yarım! Her şey tatsız!
Böylesi anlarda, bir anda bir duygu fırtınası oluşur. Fırtına onun dışarıyla iletişimini keser. Hem içini allak bullak eder, hem de dıştan gelen uyarıların zihne ulaşmasını engelleyen bir tür kalkan olur. Hiçbir şey o fırtınayı yarıp da giremez içeri. Durduramaz onu.
O fırtına, o kasırga durduğunda ise kalbi atom bombası atılmış Hiroşima’dan farksızdır. Sevgiye, merhamete ve umuda her zamankinden çok ihtiyacı vardır. Ama hiçbir şeyin yeşeremeyeceği kadar çoraktır toprağı…
Her şeyin bittiği yahut bittiğini sandığı bir anda, bir şey, küçücük bir şey, onu ayağa kaldırır. Sevildiğini hissettiğinde, Anadolu’nun bereket tanrıçası Kibele misali verdikçe verir. Benlik algısı birden yükselir. Artık başarılı, artık sevilesi, artık iyi biridir o.
Varsa ekonomik imkânı, en şık, en hoş, en pahalı şeyleri alır. Kokular sürünür. Sürekli yıkanır. Saçını tarar sık sık. Ayakkabılarını parlaktır daima. Kendini şımartmaktan çekinmez. Arzularını tatmin için ödüllendirir kendini. Ta ki, tekrar çökkünlük nüksedene kadar…
Bu kez tam tersi olur. Kendini cezalandırma adına kumar oynar. İhtiyacı olmayan şeyleri satın alır. Alkol tüketimi artar. Arabayı hızlı kullanır. Tıksırıncaya, çatlayıncaya kadar yer. Bıkıp usanmadan ağladıkça ağlar…
Bazen gerçeklikten kopar. Öyle ki, bu kopmalar bir iki saat sürebilir.
Sıkılmadık değil mi?
Sakın içiniz kararmasın. Umutsuzluğa kapılmayın.
Çetin Altan ne diyordu? Enseyi karartmayın!
Evet; daha düne kadar borderline kişilik bozukluğunun tedavisi yoktu. Daha doğrusu böyle bir inanış yaygındı. Ancak 2017’de yayımlanan bir araştırma… Lois W. Choi-Kain ve arkadaşlarının R. Lee’nin editörlüğünde yayımlanan araştırmaları, bu bozukluğun yüksek oranda tedavi edilebildiğini gösterdi.
Öte yandan Transferans, yani Aktarım Odaklı Psikoterapi de bu tür rahatsızlıklarda bir can simidi oldu, pek çok kişinin imdadına yetişti.

ŞEMA TERAPİ DE NEYİN NESİ?

Peki, nedir aktarım odaklı psikoterapi?
Hemen söylüyorum: Çok iyi yapılandırılmış bir terapi türü bu. Haftada iki defa hasta ile terapist yan yana geliyor. Birbiriyle çelişen ve bir araya getiremeyeceğimiz düşünce ve duygularla nasıl mücadele edilir, bu tartışılıyor. Terapist, kişinin birbirinden farklı benliklerini bir araya getirmesine yardım ediyor.
Son yıllarda Hollandalı bir grup tarafından, 86 borderline kişilik bozukluğu vakası ile yapılan çok merkezli bir araştırmada, Şema Terapi’nin de hastalığın tedavisinde etkili olduğu görülüyor.
“Hoppala! Şema Terapi de neyin nesi?” dediğinizi duyar gibiyim.
Onu da kısaca açıklayayım: Şema Terapi’nin mucidi Jeffrey E. Young. Hem bilişsel terapi türlerinden biri hem de bir teori, bir tez. Çocukluk ve ergenlik dönemine uzanan psikolojik sorunların tedavi edilmesi için tasarlanmış. Bütünleştirici bir yaklaşıma sahip.
Bu terapiye göre, bireyler doğduklarında bilgilerden, inançlardan yoksundur, yani zihinleri boş bir deftere benzer. Bir Tabula Rasa’ya…

TABULA RASA

Bu önermenin fikir babası John Locke’tur. Fikrin odalarını dayayıp döşeyen, yani fikri etlendirip butlandıran da ünlü filozof David Hume.
Denir ki, zihnimizde doğuştan gelen bir fikir yoktur. Dokunduğumuz nesneler, yaşadığımız olaylar, bir nedensellik yaratır. Yani insan bütün bilgilerini deneyimleriyle elde eder. Çünkü insan doğuştan hiçbir bilgiye sahip değildir. Doğru ve yanlış nedir, bilmez.
Doğuştan kör birine bir küple bir küreye dokunmasını isteseniz ve bir mucize olsa, birden gözleri açılsa, dokunduğu şeylerden hangisinin küre hangisinin küp olduğunu anlayamaz.
Bireyler bir şeyler yaşadıkça, yani okudukça, gördükçe, duydukça, yedikçe, sevdikçe öğrenirler. O öğrendikleri şeyler bir anlam kazanır ve tek tek deftere (tabula rasa’ya) yazılır. Çok şey yaşadıkça, çok şey yazılır. Defter yavaş yavaş dolmaya başlar.
İşte bireylerin yaşadıklarına, başka bir deyişle boş deftere yazdıkları bilgilere “şema” deniyor.
Şöyle özetleyebiliriz: Bebek doğduğunda annesini görüyor. Bu sayede “anne şeması” oluşuyor. Suyu tattığında “su şeması” oluşuyor. Şemalar her yeni bilgiyle oluştuğu için zihin sayısız şemayı bir arada tutuyor. Muazzam bir depo!
Şemalar bir kere oluşturuluyor ve hayatı boyunca kullanacağı araçlara dönüşüyor. Kişi olayları, durumları, nesneleri, duyguları anlamlandırmak için bu şemaları kullanıyor. Bir kere suyu “su şeması” olarak kodlandırmışsa, ileriki yaşlarında bunun üzerine düşünmesi gerekmiyor. O bilgi kendiliğinden anlam kazanıyor.
Teori şeklindeki şema modeli, psikolojik sorunların neden kaynaklandığını ve nasıl geliştiğini açıklar. Tedavi şeklindeki şema modeli ise bu açıklamaya ek olarak bu sorunların nasıl tedavi edileceğiyle ilgili yol gösterir.
Artık bu rahatsızlıktan mustarip kişiler, ilaçla değil, dinamik psikoterapi tekniğiyle gündelik hayatlarına dönebiliyorlar. Hiç değilse tanıya sebep olan belirtiler en aza indiriliyor.
Şurası bir gerçek: Bu tür kişilik bozukluğu olanlar, genellikle hem çevrelerini hem de klinisyenleri şaşırtırlar. Bazen korkutur, bazen de hayal kırıklığına uğratırlar.
Bu böyle olmak zorunda değil. Bu alanda uzman profesyonellerden alınacak yardım sayesinde normalleşmek mümkün. Sosyal hayata katılmak mümkün. Bir iş bulmak ve orada uzun sayılabilecek bir süre çalışmak, verimli olmak mümkün.
İlk adım kabullenme… İkinci adım doğru psikoterapisti bulma… Üçüncü adım düzenli ve istikrarlı tedavi… Dördüncü adım ise sevgi – aile sevgisi, eş sevgisi, hayvan sevgisi!
Unutmamalı ki, hastalığı fark edilmeyen, tanısı konulmamış ve uygun şekilde tedavi edilmeyen hastaların hayatı, borderline kişilik bozukluğu nedeniyle olumsuz etkilenir. Eğitimlerine devam edemezler. Okulu yarıda bırakırlar. Sık sık iş değiştirirler. İşte verimli olamazlar ve dolayısıyla işlerini kaybederler. İkili ilişkilerde sürekli kavga çıkarırlar. Kimseyle anlaşamazlar. Evlenseler dahi evliliği sürdüremezler ve boşanırlar. Riskli hareketlerde bulunurlar. Bunun sonucu olarak da hukuki problemler yaşarlar. Hatta hapse girerler.
Johnny Depp ve Amber Heard arasındaki ilişki süreci hukuki problemlerle ilgili güzel bir örnek: Büyük bir aşkla başlayan, evlilikle devam eden ve nihayetinde mahkemede biten bir ilişki.
Johnny Depp, mahkemede, eski eşi Amber Heard’ün yatağa dışkısını bırakmasından yakınıyor. Güvenlik görevlisini buna tanık olarak gösteriyor.
Hiç kuşkusuz her yatağa dışkısını bırakan borderline değil. Ama Amber Heard, intikam almak, eşinin itibarını zedelemek amacıyla yapıyorsa kuşkuyla bakmak gerekir.

Amber Heard ve Johnny Depp

Bir dikkat çekici nokta da, Amber Heard’ün, Johnny Depp’in daha önceki duruşmalarda giydiği kıyafetlere benzer kıyafetler giymesi.
Bunlar ve başka şeyler Heard’ün borderline olduğu kuşkusunu doğuruyor. Üzücü olan ise Depp’in bunu ilişkisi boyunca fark edememesi.
Borderline kişilik bozukluğunun erken fark edilmesi, rahatsızlığın kişide ciddi bir etki bırakmadan düzeltilmesinde büyük önem taşır.
Gerekli görüldüğü durumlarda psikoterapiye ilaç tedavisi eklenebilir. Doktor, hastanın güvenliğinden endişe duyuyorsa hasta için hastane yatışı talep edebilir.
Her ne kadar 40’lı yaşlarda rahatsızlık şiddetini yavaş yavaş kaybediyorsa da ihmal etmemek gerekir.
Borderline kişilik bozukluğu çok çabuk tedavi edilebilen bir rahatsızlık değildir ne yazık ki. Tedavi zaman alır. Hastanın kendini sağlıklı hissetmesi de…
Ama burada, rahatsızlıktan mustarip kişinin sevenlerine, ailelerine, dostlarına, çalışma arkadaşlarına kocaman bir parantez açmak gerekir: Hastanın, tedavi görse dahi, büsbütün iyileşmesi hâlâ sizin elinizde!
Onun kucaklanmaya, onaylanmaya, takdir edilmeye, hak ettiğini almaya ihtiyacı var.
Hastanın yakın çevresinin destekleyici davranışlar sergilemesi şart.
Buna hazır mısınız?
Bir insanı cehennemden almak ister misiniz?
Birine yardım ederken, aslında kendimize de yardım ederiz.
Peki, biz buna değmez miyiz?

Takip Et Google Haberler
Takip Et Instagram