Türkiye bir iç savaşa sürüklenir mi?

AKP liderinin önümüzdeki seçimler öncesinde “Devletin dini İslam’dır” şeklinde bir anayasa değişikliğini gündeme getirerek seçimi kimliksel tercihlerle oy verilen bir referanduma dönüştürmesi ihtimal dahilinde. Türkiye'nin oldukça kırılgan bir vaziyette bulunduğundan hiç şüphe yok.

ÖMER MURAT 24 Ekim 2022 GÖRÜŞ

ABD’de son başkanlık seçimleri sonrasında Trump taraftarlarının Kongre binasını basarak seçim sürecine şiddet kullanmak suretiyle müdahale etmeye çalışmasından bu yana ülkede yeniden bir iç savaşın çıkıp çıkmayacağına dair siyaset bilimciler ve tarihçiler değerlendirmeler yapıyor. Bu tespitlerde atıfta bulunulan profesörlerden biri olan David Laitin geçen yüzyılda Afrika ve Asya’da yaşanan pek çok örneğin detaylı bir araştırması sonucu iç çatışmaların “zayıf devletlerde” çıktığına işaret ediyor.

Peki devlet nasıl zayıflar? Laitin bunun cevabını “halkının temel hizmetlerini karşılayamaz, ülkenin sınırlarını koruyamaz ve gerçek suçlularla yasalara uyan vatandaşlarını ayırt edemez hale geldiğinde” şeklinde veriyor. Zayıf devletlerin kurumlarının işlememesinin nedeni de ya bağımsızlığını henüz kazanmış olması, ya demokratikleşme sürecinin yeni başlamış olması, ya da aniden daha fazla otoriterliğe düşmesiyle ilgilidir. Bir ülkede iç çatışmanın çıkıp çıkmayacağının en bilinen belirtileri bunlardır.

Bir başka ABD’li profesör Monica Duffy Toft da tarihteki tüm iç savaşların ortak üç temel özelliği bulunduğuna dikkat çekiyor: İlk olarak, iç çatışmalar genellikle geçmişteki dahili bir harbin “son derece çarpık ve politize edilmiş belleğine” dayandırılır. Ne hasım gruplar, ne de anlaşmazlık hususu meseleler eskisi ile tamamen aynı olmak zorunda değildir. Çoğu zaman, karizmatik bir lider, kendi ideolojisine, siyasi hırslarına uyacak şekilde ülkenin geçmişteki ihtişamına veya yaşadığı bir aşağılamaya dayanan bir söylem geliştirir. Burada tarihi hadiselerin nasıl gerçekleşmiş olduğunun bir önemi yoktur, hatta o konularda söz konusu lider aslında cehalet içerisindedir.

İkinci olarak, milli kimlik ırk, inanç veya sınıf gibi bazı kritik eksenler boyunca bölünmüş haldedir. Tabiatıyla tüm milletlerin bu tür fay hatları vardır ve bunların bazıları diğerlerine nazaran daha derin bölünmelerdir. Ülkedeki zenginliği ve iktidarı yeniden belirlemeye kararlı güçler bu bölünmeleri istismar ederler.

Bu iki husus, yani geçmiş çatışmalar ve toplumsal bölünmelerin istismarı tek başına bir iç savaşı tetiklemek için yeterli değildir, üçüncü bir faktörün daha devreye girmesi gerekmektedir. Bu ise zaten kabileciliğe düşmüş toplumun hizipçiliğe/mezhepçiliğe geçmesidir. Siyasette kabilecilik son yıllarda popülizmin yükselişiyle Batı’da daha fazla kullanıldığı görülen nispeten yeni bir kavram. En basit anlatımıyla “takım tutar gibi parti tutmak.” İnsan psikolojisi kendisine yakın gördüklerine sempatiyle bakma, onlarla birlikte hareket etme temayülü taşıyor. Bu konuda ABD’de Northeastern Üniversitesinde yapılmış bir deney var: İnsanlara tahminlerde bulunmalarını gerektiren bir soru listesi veriyorlar. Sonra içlerinde iki grup belirleyip bunlardan birine “tahminleriniz düşük”, diğerine ise “tahminleriniz yüksek” diyorlar. Oysa deneye katılanlara söylemeseler de gerçekte grupları rastgele ayırıyorlar. “Düşük tahminciler” arasında deneye katılanların bilmediği bir işbirlikçi var. Deneyin ikinci aşamasında yeni sorular cevaplandırılırken bu işbirlikçi herkesin şahit olacağı şekilde kopya çekiyor. Sonunda insanlara bu işbirlikçiyi ne kadar dürüst bir kişi olarak gördükleri soruluyor. “Düşük tahminciler” işbirlikçinin yanlışını affetmeye meyilliyken, “yüksek tahminciler” kendisini sert hükümlerle yerden yere vuruyor. (Buna benzer yapılmış pek çok bilimsel deney var ve hepsi aynı kapıya çıkıyor.)

Sonuç olarak, aralarında onları diğer gruptan ayıran gerçekte hiçbir farklı özellik olmadığı halde, “aynı takımdayız” algısının, insanların değer yargılarını belirlemede kritik bir rol oynadığı görülüyor. Siyasi partilerin (deneyden farklı olarak) gerçekten de belli ortak özellikler taşıyan (muhafazakar veya seküler; şehirli veya kasabalı/köylü; ekonomik olarak alt, orta veya üst sınıf; belirli etnik, dini gruplar vb. gibi) toplumsal kesimleri temsil ettiği gerçeği hatırlandığında bu kabileciliğin insanların kararlarını belirlemede ne denli güçlü bir etkiye sahip olduğu ortadadır.

 

Kabilecilik aşamasında insanlar ülkedeki (kendilerinin ait olduğunun dışındaki) diğer grupların, genel olarak milletin çıkarlarına aslında öncelik vermediklerinden şüphe duyuyorlar. Son dönemde pek çok ülkenin siyasetinde bu kabilecilik çok daha belirleyici öneme yükseldi. Siyasette kabileciliği normal ve kaçınılmaz gören siyaset bilimciler de var. Zaten Toft’a göre de asıl tehlikeli durum “hizipçiliğe/mezhepçiliğe” geçildiğinde yaşanıyor. Bu aşamada ekonomik, sosyal ve siyasi elitler ile onların temsil ettiği toplum kesimleri, kendileriyle aynı fikirleri paylaşmayanları “şer odakları” olarak görmeye ve onların milleti tahribata uğratmak için aktif şekilde çalıştıklarına inanmaya başlıyor. Yani onların dışındakiler artık meşru muhalefet değil “devlet düşmanlarıdır.” Bu bakış açısı, dinlerin mürtet ve kafirlere yaklaşımıyla aynıdır. Gruba daha önce ait olup da muhalif konuma geçenler (yani mürtetler), her zaman başka grupta olanlara (yani kafirlere) nazaran çok daha fazla ve kolayca hedef alınırlar.

Şimdi bu bulgular ışığında kimi ABD’li siyaset bilimcilerin ve tarihçilerin ülkelerinin önümüzdeki dönemde bir iç savaşa düşüp düşmeyeceğine ilişkin tartışmalar yürüttüğünü görüyoruz. Bu durumda kurumları ve ekonomisi ABD ile kıyaslanmayacak denli zayıflatılmış bir hale getirilen Türkiye’de feraset ve basiret sahibi herkes için “alarm zillerinin” çalması gerekir.

Türkiye’de 17/25 Aralık soruşturmalarından Sedat Peker’in ifşaatlarına kadar son dokuz yılda pek çok kez iktidarın en tepesinde bulunan kişilerin açıkça suçlara bulaştığı ortaya çıktı, bunların hiçbiri yalanlanmadı. Fakat mahkemeler artık “gerçek suçlularla yasalara uyan vatandaşlarını ayırd edemez hale geldiği” için suça bulaşmış kişiler ülkeyi yönetmeyi sürdürürken yasalara uyan pek çok vatandaş ise uydurma suçlamalarla hapishanelere atıldı. Peki devletin yargı kurumlarının böyle zayıflatılarak işlemez hale gelmesinin sebebi nedir? Türkiye’nin ani sayılabilecek bir sürede, askeri vesayet dönemiyle kıyaslanmayacak denli sert bir otoriterleşmeye düşmesidir.

Diğer yandan Erdoğan’ın kendi aşırı milliyetçi, siyasal İslamcı ideolojisine, siyasi hırslarına uyacak şekilde tarihi çarpıttığını, hatta bu çerçevede kendisini halkın özellikle geniş muhafazakar kesimlerinin sevip saygı duyduğu Osmanlı padişahlarıyla özdeşleştiren televizyon dizileri çekildiği malumdur. Aynen Toft’un vurguladığı gibi AKP lideri tarihi çarpıtırken hadiselerin nasıl gerçekleşmiş olduğu meselesini hiç ama hiç önemsemez. Bunun pek çok örneği verilebilir ama çarpıcı bulduklarımdan biri Gezi protestoları sırasında iktidar medyasında seslendirilen “Osmanlı Devleti’nin 1854’de Kırım Harbi yüzünden aldığı ilk dış borcunun son taksitinin Mayıs 2013’de Erdoğan tarafından ödendiği, böylece Türkiye’nin artık borçsuz bir ülke haline geldiği, bu sayede Erdoğan’ın o ay ABD ziyareti sırasında görüştüğü Başkan Barack Obama’ya rest çektiği, bunun üzerine de hemen Gezi olaylarının başlatıldığı” iddiasıdır. Tüm bu propagandada tek doğru husus, zaten daha önce iyi vaziyette olmayan Osmanlı hazinesinin harbin artan masraflarıyla baş edemediği için ilk defa Kırım Harbı sırasında Mısır vergisi, İzmir ve Suriye gümrük hasılatlarını ipotek ettirerek, Londra ve Paris piyasalarından Rothschild aracılığıyla dış borç almak zorunda kalmasıdır. (Osmanlı’dan kalan tüm borçlar 1954 yılı itibariyle ödenmiştir.)

1854’de ulemanın dış borç alınmasını onur kırıcı bularak direnç gösterdiği ve Osmanlı’nın sonraki dönemde iyice bir dış borç sarmalına düşerek maliyesinin iflas ettiği, bunun da “Düyûn-ı Umûmiye” gibi bir utanca yol açtığı tarihi gerçeklerdir. AKP propagandalarında çoğu zaman böyle bir doğrunun üzerine pek çok yalanın inşa edilmesi taktiği sıklıkla uygulanır. Burada dikkat çekici olan husus Erdoğan’ın kendisini Osmanlı’nın devamı olarak gösterirken, böylece Osmanlı geçmişinin laik resmi ideoloji tarafından kötülenmesinin muhafazakarlar nezdinde doğurduğu tepkiden istifade ederken, diğer yandan ülkenin tarihinde yaşadığı “küçük düşürücü” bir durumun gündeme getirilerek Erdoğan’ın bunun bir nevi intikamını aldığı söylemi yürütülmesidir.

Toft’un bahsettiği ikinci özellik, ülkenin zenginliklerini ve siyasi rejimini yeniden belirlemek için kutuplaştırmayı kasten körükleyerek toplumsal fay hatlarını harekete geçirmektir. AKP liderinin siyasi kariyerinin, adeta ezbere bildiği ve oldukça ustalıkla icra eder hale geldiği taktiklerle muhafazakar – seküler kamplaşmasını kızıştırmaya dayandığı artık herkesin bildiği bir hakikattir. Bu çerçevede, ekonomik kriz nedeniyle merkezde yer alan AKP seçmenlerinin kendisini cezalandırmak maksadıyla muhalif partilere yönelebileceğinden endişe ettiği için önümüzdeki seçimler öncesinde “Devletin dini İslam’dır” şeklinde bir anayasa değişikliğini gündeme getirerek seçimi kimliksel tercihlerle oy verilen bir referanduma dönüştürmesi ihtimal dahilindedir. Erdoğan’ın iki gün önce Malatya mitinginde “başörtüsü meselesini” referanduma götürme çağrısında bulunması, iki hafta önce “Bizim gençliğimiz Ayasofya’nın açılması, üzerimizdeki baskıların kaldırılması özlemiyle geçti. … Rabbim bu açılışı bize nasip etti. Bunun daha ilerisi olur mu, elbette olur.” gibi şifreli bir mesaj vermesi bu arzunun işaretleri sayılmalıdır. Bu durumda AKP Genel Başkanının hedefi muhafazakar seçmene “Şöyle bir ortamda Erdoğan yenilirse bu bizim de yenilgimiz olur, sekülerler o galibiyet rüzgarıyla bizi duman ederler, mecburuz bir kez daha Erdoğan’a oy vermeye” dedirtmek olacağından, seküler kesimi tahrik etmek için elinden geleni yapacaktır.

Toft’un bahsettiği bir iç savaşın çıkma ihtimali bakımından kritik önemde gördüğü üçüncü özelliğin de maalesef Türkiye siyasetinde bulunduğundan rahatlıkla bahsedilebilir. Halkın büyük bölümü, iktidarda veya muhalefette olsun siyasetçilerin veya siyasi partilerin performansına değil, “kendi kabilesinden” olup olmadığına bakarak oy vermektedir. Belli başlı partilerin bu şekilde kemikleşmiş oyları çıkarıldığında, farklı bir “kabileden” partiye oy verebileceklerini söyleyenlerin oranı yüzde 10 civarında kalmaktadır. Keza özellikle 15 Temmuz 2016’dan sonraki süreçte kabilecilikten mezhepçiliğe geçildiğini ortaya koyan pek çok gelişme vardır. Sayıları aileleriyle bir milyonu geçen bir toplum kesimi, Gülen cemaatiyle ilişkilendirilerek, artık muhalif cenaha geçmelerinin cezası olarak “mürtet” ilan edilip, en temel hukuk kaideleri kolayca çiğnenerek ağır takibatlara maruz bırakıldı. 15 Temmuz rejiminin (Toft’un nitelemesiyle) “kafir”, Erdoğan rejiminin terminolojisiyle ise “terörist” ilan ederek hedefe aldığı bir diğer “kabile” ise Kürt siyasi hareketini temsil eden HDP oldu, karizmatik lideri Demirtaş tutuklandı, HDP’nin son seçimlerde kazandığı 65 belediyeden 59’una kayyım atandı. Seküler muhalefet ise iktidarın kendisine belirlediği sınırları aştığı oranda “terörist” ilan edilme tehdidiyle karşı karşıya. Erdoğan İstanbul’da belediye seçimlerinde yediği ağır tokadın acısını çıkarmak için, o zaferin mimarlarından Canan Kaftancıoğlu’nu siyasi yasaklı hale getirdi. Açılan bir mahkeme süreciyle, “teröre destek” suçlamasıyla mahkum edilip yerine kayyım atanması tehlikesi İstanbul Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun üzerinde demoklesin kılıcı gibi tutuluyor. Gezi davasında alınan tutuklama kararları da muhalif çevrelerin “milleti tahribata uğratmak için aktif şekilde çalışan şer odakları” şeklinde yaftalanmasının bir diğer örneğidir. Erdoğan’ın ve müttefiki Bahçeli’nin konuşmalarında Millet İttifakı’nı terörizme destekle ve dış güçlerin maşası (yani devlet düşmanı) olmakla suçlamaları artık âdiyattan sayılmaktadır.

Bununla birlikte, uzmanların bir iç savaşın işareti olabileceğini belirttiği hususlardan “halkının temel hizmetlerini karşılayamamak” başlığında Türkiye’de durumun, diğer hususlardakine benzer bir vahamete ulaşmadığını vurgulamalıyız. Fakat giderek derinleşmekte olan ekonomik krizin, pek çok bağımsız ekonomistin artık gerçekleşmesini büyük ihtimal dahilinde gördüğü gibi kronik bir hiperenflasyona dönüşmesi halinde o alanda da ciddi sıkıntılar yaşanması beklenmelidir. Batı ile Rusya arasında ne tür sonuçlara yol açacağını hala kimsenin tam olarak öngöremediği bir çatışma Ukrayna üzerinden cereyan etmektedir. Diğer yandan ayrı bir küresel fay hattı olarak ABD ile Çin arasındaki ilişkiler de gerilmektedir. Türkiye’nin ne tür global dalgalanmalara yol açabileceği kestirilemeyen böyle zorlu bir döneme siyasi ve ekonomik açıdan oldukça kırılgan bir vaziyette girdiğinden hiç şüphe yoktur.

  • Ömer Murat, Dış Politika ve Siyaset Uzmanı, Eski Diplomat