Sürüye karışmak mı, muhaliflerle barışmak mı: Hangisi daha beter

Muhaliflerin bu kadar cesur bir figür oluşturması, galip gelecekleri anlamına gelmez. Tüm gösterişlerine, cesaretlerine ve ara sıra elde ettikleri başarılara rağmen, muhalifler asla kazanan olamazlar. Bir veya iki çatışma kazanabilirler belki, ancak bir savaş asla.

BERKE KAYA 23 Nisan 2023 GÖRÜŞ

Farkındalık, etrafımızda gelişen olayları bilme, algılama ve duyumsama becerisi kazandırır insana. Bu, çoğu kere can sıkıcıdır. Ağız tadımızı bozar. Alacağımız hazzı azaltır. Sürprizin üzerini örter.

Bunun neresi ilginç? Neresi eğlenceli, değil mi…

Oysa tekerleğe çomak sokmak gibisi var mı? Rüzgâra karşı işemek…

Ah, bu da biraz tehlikeli, biraz nahoş bir durum…

Hadi küçük bir fikir turuna çıkalım o halde. Belki bu süreçte bazı kalıpları kırar, karanlıkta kalmış kimi yerlere ışık tutar yahut aynı sakızı tekrar tekrar çiğneriz, aynı nakarata eşlik ederiz. Yolda keşfettiklerimiz de yanımızı kâr kalır.

***

Şehrin ana caddesinde olduğunuzu düşünün lütfen. Sakin sakin yürürken, içinizdeki diktatöre uyup aniden hızlanarak kalabalığa karışmak arzusuyla tutuştuğunuz oldu mu hiç?

Absürt bir şey değildir bu: Hayvanî içgüdünüz size bir sürünün parçası olmanızı fısıldar kulağınıza. Yalnız olmak risk içerir. Sürüde yer almak ise güvenlidir.

Evet; korku bizi birbirimize yaklaştırır.

Yalnızlık savunmasız olduğumuzu hissettirir. Kalabalık içinde olmak ise güven telkin eder.

Kaldırımda kalabalık içinde yürürken size bir arabanın çarpma olasılığının düşük olduğunu düşünürsürüz. Çevrenizdeki kişilerin sizi bu tehlikeden koruyacağını…

Bu fikir, sarhoş edici bir güç duygusuyla gelir: Kalabak içindeyken kendimizi gerçekte olduğumuzdan çok daha güçlü ve cesur hissedersiniz. Tek başına “sinek bile incitmeyecek” bir kişiyken, öfkeli bir kitlenin parçası olduğumuzda bir hükümet binasını ateşe vermekten veya bir içki dükkânını soymaktan çekinmezsiniz.

En yumuşak huylu olanlar dahi çevrimiçi bir çetenin parçası olduğunda en acımasız yorumları yapabilir.

Sürü, kişide harikalar yaratan psikolojik dönüşümlere sebep olur: Bir anda ihtiyat budalalığa, pervasızlığa, edep ise vahşete dönüşür. Bir kez girdaba kapıldınız mı, kendinizi tutmak neredeyse imkânsızlaşır.

Gerçek hayatta yahut sosyal medyada işlenen linç eylemi, işte böyle bir şeydir.

Sürü, üyelerine orantısız bir kişisel değer duygusu verir. Bireysel varoluşları ne kadar boş veya sefil olursa olsun, belirli bir gruba (sürüye) ait olmak, onlara kabul edildiğini, hatta kendisine saygı duyulduğunu hissettirir.

Kişinin içinde bulunduğu sürüye olan yoğun bağlılığının dolduramayacağı hiçbir boşluk, iyileştiremeyeceği hiçbir travma yoktur. Tarikatlar ve çeteler, kenar mahalle örgütleri yahut mezhepler bu yüzden olağanüstü bir çekiciliğe sahiptir; kafası karışmış bir ruha ailenin, arkadaşların ve mesleğin sağlayamayacağı bir tatmin ve takdir duygusu sunabilirler.

Nasıl ki oldukça zehirli bir madde dahi iyileştirici güçlere sahip olabilirse, bir sürü de benzer bir etkiyle tedavi edici, onarıcı olabilir.

Bu hal, bu güdü, paradoksal bir kimlik doğurur: Kalabalığın içinde erimiş olmanıza rağmen değil, kalabalığın içinde erimeniz nedeniyle bir değersinizdir.

Tek başınıza bir hiçken, hayat çok boş gelebilir, ama sürüyle anlamlı bir bağ kurmayı başardıysanız, onun volkanik, sınırsız imkânı size bulaşır ve içinizi doldurur.

Sürüyle kurduğunuz bağ, yalnız içsel bir boşluğu doldurmakla kalmaz, aynı zamanda yolunu şaşırmış varoluşunuza bir amaç da katar. Ne kadar çok kişi sahip olduğu kafa karışıklığını sürüye getirirse sürü de o denli canlanır. Ancak bunun küçük (!) bir kusru vardır: Durum giderek tehlikeli bir hal alır.

***

Mübalağa etmeye lüzum yok; bunların hepsi içgüdüsel tepkilerdir. Ne kadar rasyonelleştirmeye çalışırsak çalışalım, tüm bunlar biyolojinin içimizdeki sinsi işleyişidir.

Ekonomist Michelle Baddeley, Copycats and Contrarians (2018) adlı kitabında der ki: “Hayvanlarla, sürü halinde yaşama hususunda şaşırtıcı derecede benzer içgüdülere sahibiz.”

İtiraz edilecek bir yan yok. Ne kıyımlar oldu. Ne felaketler yaşandı. Ama bir şekilde hayatta kaldık. En yakın hayvan akrabalarımıza hızlı bir bakışın doğrulayabileceği gibi, uzun bir evrimsel tarih bizi sürüye koşullandırdı.

Onlarca yıldır maymunların sosyal ve politik davranışlarını inceleyen primatolog Frans de Waal, Mama’s Last Hug (2018) adlı kitabında, primatların, yani ilkellerin “sosyal olması için yaratıldığını” ve “aynısının bizim için de geçerli olduğunu” söylüyor.

Unutmayalım lütfen: Sürüler halinde yaşamak bir hayatta kalma stratejisidir.

Hepimiz tarikatlara, uç örgütlere veya popülist siyasete dahil olmayabiliriz, ama hepimiz buna programlanmış durumdayız. Her an güdülebiliriz – savaştığımızda, barıştığımızda, seviştiğimizde, kutladığımızda ve yas tuttuğumuzda, hatta işte ve tatilde.

Sürünün ille de dışarıda bir yerlerde olması gerekmez. Onu içimizde de taşırız. Sürüye dair tüm veriler zihnimizin derinliklerinde saklıdır çünkü.

Bu, hayatımızın pratik idaresi yahut hayatta kalma mücadelesi söz konusu olduğunda, kötü bir düzenleme değildir. Kafamızdaki sürü sayesinde başkalarıyla bağlantı, iletişim kurmayı ve işbirliğine gitmeyi başarırız rahatlıkla.

Sürü davranışımız nedeniyle bir grubun içinde hayatta kalma şansımız, kendi başımızayken bunu başarma olasılığından daha yüksektir. Sorun, zihnimizi biyolojimize karşı kullanmaya karar verdiğimizde başlar.

Böyle bir durumda ilerleme kaydedeceksek sürüyü aklımızdan çıkarıp bir kenara bırakmamız gerekir ki bu görev son derece zor olabilir. Bu tür bir radikal düşünme, yalnızca sürünün birçok biçimindeki etkisinin yokluğunda yapılabilir: Toplumsal baskı, siyasi partizanlık, ideolojik önyargı, dini beyin yıkama, medyanın neden olduğu geçici hevesler ve modalar, entelektüel mimetizm veya diğer –izm’ler

Bu tür dış etkenler, bizi tamamen körleştirmese de, bizi yoldan çıkarmaya eğilimlidir. Bundandır ki çoğu zaman yeni, gerçek bilgi üretmeyiz; toplumumuzun dayandığı yerleşik (sürü onaylı ve sürüleri memnun eden) bilgiyi geri dönüştürürüz.

Ne muhteşem ve belki de ne hazin bir manzara – geri dönüşüm!

***

Ekonomist John Kenneth Galbraith’in The Affluent Societyde (1958) anaakım bilginin nasıl “dinî bir ayine” benzediğini anlatıyor.

Bir toplum ritüeller (kutsal veya dünyevi, açık veya gizli) olmadan yapamaz. Bundandır ki, yerleşik bilginin topluluğun önünde kutlanması gerekir.

Ritüelin amacı, “bilgiyi iletmek değil, öğrenmeyi ve öğrenilmiş olanı kutsamak”tır.

Bu gibi durumlarda, bilginlerin özel bir tür elbise, ortaçağ kıyafeti veya başka bir büyücü cübbesi giymeleri şaşırtıcı değildir.

***

Batı felsefesinin, eksantrik ve aykırı biri tarafından, sürüyle dalga geçen biri tarafından kurulması son derece ironiktir.

Tabii aynı derecede önemli olan bir başka şey de şu: Sürü, birine bunu yapma izni verirken, peşi sıra da onu öldürür.

Sokrates’ten söz ediyorum. Sokrates’in iki katlı öyküsünden…

Onun hayatı bir yanıyla radikal düşüncenin tipik olarak neleri içerdiğini gösterir, bir başka yanıyla da meydan okumanın, kibrin, şüphe ve direnişin, küskünlük ve nihayetinde intikamın neye tekabül ettiğini gösterir.

Toplumun taleplerine cüretkâr bir aykırılık eylemi ve hemen ardından kanlı bir toplumsal tepki – işte Batı’da felsefe böyle doğdu.

Bu doğum travması felsefeyi hiçbir zaman gerçekten terk etmedi: Herhangi bir müteakip canlandırma Sokratik cüretkârlık, toplum düşmanlığı şu ya da bu ölçüde yeniden harekete geçirecektir. Filozofun uygunsuzluğu ne kadar meydan okursa, toplumun tepkisi de o kadar kaba olur.

André Gide bir keresinde şunu gözlemler: Bir yazarın gerçek değeri, onun devrimci gücünde ya da daha doğrusu muhalefet niteliğindedir. Büyük bir sanatçı, zorunlu olarak bir “konformist olmayan”dır ve günün(ün) akıntısına karşı yüzmesi gerekir.

Gide’in ‘büyük sanatçı’ hakkında söyledikleri, ‘büyük filozof’ için de geçerlidir. ‘Akıntıya karşı yüzme’ yeteneği, mutlak bir ön koşul olarak görülmelidir.

Bir düşünür, toplumunun yerleşik bilgi olarak değer verdiği ve övdüğü şeye karşı çıkmadıkça, sürüyü ifşa etmedikçe fark yaratamaz.

Bu genellikle yerleşik bilgiyi korumakla görevli olanlarla açık bir çatışma anlamına gelir. Bunu göze alan düşünür marjinalleşir. O marjinalleştikçe sürü tarafından aforoz edilir, dışlanır.

***

Düşünme tarihinin özeti budur, diyebiliriz. Sokrates’in karşıtlık sopası, tarih boyunca birilerine devredildi: Kinik Diogenes’ten Hypatia’ya, Spinoza’dan Kierkegaard’a, Nietzsche’den Walter Benjamin’e…

Bu düşünürler, öyle ya da böyle, açık ya da daha ihtiyatlı bir şekilde, hepsi kendi zamanlarının sürü düşüncesine karşı çıktılar ve arkalarında entelektüel sapkınlıklar, cesur içgörüler ve çoğu zaman sosyal skandallar bıraktılar.

Yaptıklarıyla, bu tür figürler, düşünme dahil her şeyin kalıplara ve rutinlere düşme eğiliminde olduğu ve sonuç olarak körelip öldüğü bir dünyada düşünceyi canlı tuttular.

Görünüşe göre öyle yaratılmışız ki, ruhsal olarak uyanık ve entelektüel olarak canlı kalabilmek için bedenimizde bir dikene ihtiyacımız var. Şanslı sayılırız: Muhalif düşünürler bize gerekli rahatsızlığı memnuniyetle sağlamakla yükümlüler.

***

John Stuart Mill On Liberty (1859) adlı kitabında, sözü dönüp dolaştırıp bir noktada her şeyi eksantrikliğe getirir ve methiyeler düzer. Dünyayı ayakta tutanların cömert bakış açıları, taze içgörüleri ve yeni fikirleriyle ‘eksantrikler’ olduğunu öne sürer.

Ona göre ne kadar eksantrik varsa, dünyanın ahlaki ve entelektüel durumu o kadar iyidir.

Muhaliflerin bolca sahip olduğu bu kurtarıcıdır ‘eksantriklik’.

Düşüncelerinin yeniliği ve keskinliği, büyük ölçüde, herhangi bir sürünün kendini tanımlamak için kuma çizdiği açık ya da zımni çemberin dışında kalma kararlılığından gelir.

Olduğu gibi bırakılan karşıtlar, yalnızca gütme, marjinalleştirme ve dışlamanın nasıl çalıştığını gözlemlemek için iyi bir konumda değiller, aynı zamanda sapkın görüşlerini dile getirerek ve yayarak artık kaybedecek hiçbir şeyleri olmayan kişilerdir. Onlar ideal olarak ‘kamu aydınları’ olması gereken kişilerdir – uzlaşmaz ‘toplum eleştirmenleri’…

***

Yine de çok heyecanlanmamak gerekiyor. Muhaliflerin bu kadar cesur bir figür oluşturması, galip gelecekleri anlamına gelmez. Tüm gösterişlerine, cesaretlerine ve ara sıra elde ettikleri başarılara rağmen, muhalifler asla kazanan olamazlar. Bir veya iki çatışma kazanabilirler belki, ancak bir savaş asla.

En canlı ve kendiliğinden hareketlerimiz bile er ya da geç kalıplara ve rutine yenik düştüğü için süreçte bazen taktiksel geri çekilmeler ve ayarlamalar yapmak zorunda kalsa da, uzun vadede galip gelen düzendir.

İlk başta, düzen rakiplerini ezmeye ve susturmaya çalışır. Muhalefete müsamaha gösteremeyeceğinden değil, ama herhangi bir örgütlü güç gibi kendine güven, sebat ve yenilmezlik yansıtması gerekir. Gerçekten de marjinalleştirme, dışlama ve günah keçisi ilan etme ritüelleri, topluluğu daha sıkı bir şekilde bir araya getirmek ve onu güç merkezi etrafında toplamak içindir.

Sürü, istenmeyenleri şiddetle kovarak hem doğruluğu onaylatır hem de gücüne güveni artırır.

Onay damgamızın gerçek bir değeri yoktur aslında.

Düzen çoğu kere muhaliflerin söylemini kucaklar ve onları anaakım haline getirir.

Kierkegaard’dan kurtulmanın ya da onu görmezden gelmenin çok zor olduğu ortaya çıkarsa, onun düşüncesini bir ders kitabı formatında sindirerek ve ardından onu canı sıkılan lisans öğrencilerine öğreterek sonunu getirir.

Hiçbir gerçek düşünce buna dayanamaz.

Nietzsche’yi bastıramıyorsa, ona daha çok zarar verecek bir şey yapar: Bir akademik çalışma alanı haline getirir. Böylelikle onu öldürmeyen şey onu gülünç yapar. Nietzsche’nin bu hareketi önceden tahmin etmesi, darbeyi daha az ölümcül yapmaz.

***

İroni mühimdir: Muhalifler kendilerini düzene karşı tanımlarlar, onunla vahşice dalga geçerler ve onu baltalamak için ellerinden gelen her şeyi yaparlar.

Peki, kurulu düzen ne yapar?

O muhalifi ve temsil ettiklerini bir –izm’e dönüştürür.

Spinoza ölür ölmez Spinozacılık doğar.

Nietzsche bugün mucizevi bir şekilde hayata mı döndü, sorun değil. Hemen Nietzsche kursları açılır, seminerler ve konferanslar düzenlenir. Buralarda onun içgörülerini nasıl sorunsallaştırdığı anlatılır. Böylelikle Nietzsche ve temsil ettikleri utanç ve mahcubiyetten yeniden ölür.

Hatırlayalım; Walter Benjamin’in habilitasyon tezi, Frankfurt Üniversitesi tarafından tatmin edici bulunmaz ve bu da onun bir öğretmenlik kariyerine erişimini engeller. Oysa bugün, Benjamin’in -habilitasyon tezi dahil- zihin uyuşturan sorunsallaştırmaya tabi tutulmadığı çok az üniversite var.

Emil Cioran hayattayken üniversitelere karşı amansız bir savaş yürüttü. Bunların genel bir tehlike, ‘ruhun ölümü’ olduğunu söyledi. Akademisyenler onu sorunsallaştırmaya yeni yeni başladılar. Üç vakte kadar öleceğinden emin olabilirsiniz.

Kurulu düzen her zaman kazanır.

Bu kinci sorunsallaştırmanın nihai sonucu, sağlıksız olduğu kadar tatsız da olan, fazlasıyla işlenmiş bir üründür: Kutulanmış düşünce.

Bir zamanlar taze, vahşi ve nabız gibi atan fikirler tamamen kandan arındırıldı, temizlendi ve kısırlaştırıldı – peşi sıra da muhafaza için ağır bir anlaşılmaz jargon sosunda boğuldu.

Jargon, buradaki anahtar bileşen, dönüşüm aracıdır. Çünkü akademik sürünün sonunda karşıtları yenmesi, öncelikle jargonun çalışmasıyla olur.

Onun korozyonuna hiçbir şey dayanamaz; hiçbir şey aynı kalmaz.

Muhaliflerin yazılarında indirgenemez derecede kişisel, renkli ve tuhaf olan her şey, artık kişisel olmayan bir ortak paydaya indirgenmiştir. Jargon herkesi aynı hizaya getirir, ayrımcılık yapmaz, kayırmacılık göstermez ve merhamet göstermez. Eşitlik çıldırır.

Jargonun sadece ‘akademik bir üslup’ olduğunu söylemek yanlış olur. Jargon bir üslup değildir, üslubun ölümüdür.

Bu yavaş bir suikasttır. Jargona boğulan ve onun yıpratıcı çalışmasına maruz kalan karşıtların üslup zenginliğinin hiç şansı yoktur.

Böylelerinin konserve düşüncelerini tatmak istediğinizde, damağınız şenlenmez. Hiçbir şey hissetmezsiniz.

Sistem muhalifleri yutar, iyice çiğner ve sonra tükürür. Bu sayede muhalifler kamu tüketimi için güvenli hale gelir.

Bugünün akademisindeki, sürünün merkezine doğru hızlanma ve akın etme dürtüsünü görmemiş olamazsınız.

Dışarıda bırakılmaktan, açıkta kalmaktan ve savunmasız kalmaktan korkarak, sürünün en yoğun olduğu yerde olmak için her şeyi yapıyoruz.

Taşrada yahut büyükşehirde, fark etmiyor; her zaman, her koşulda akademik sürünün içinde erimeye çalışıyoruz – sanki bu bir akademisyenin yapması gereken en doğal şeymiş gibi.

Hayatta kalma içgüdümüz bize, sürüye karşı değil, sürüyle birlikte gitmenin daha güvenli olduğunu söylüyor.

Bunun için süslü bir terim kullanıyoruz: ‘Ağ oluşturma’.

Ayıplamak anlamsız. Bu içgüdüsel bir tepki, hayatta kalma dürtüsünün zar zor gizlenmiş ifadesi…

Merkezde yaşamak için her şeyi yaparız: hakkında söyleyecek bir şeyimiz olsun ya da olmasın, moda olan her konu üzerinde çalışırız; güç ve nüfuz sahibi kişileri körü körüne taklit ederiz.

Gerçek bilgiye -her şeyi olduğu gibi görmeye- talip olan herkes için bu politik oyunun başarısızlığa bir reçete olduğunu kalbimizin derinliklerinde biliriz, ama bu bizi çok fazla endişelendirmez.

John Maynard Keynes yaklaşık bir asır önce, “Dünyevi bilgelik, itibar için geleneksel olarak başarısız olmanın, alışılmadık bir şekilde başarılı olmaktan daha iyi olduğunu öğretir” demiş. Üzerine daha fazla ne denebilir ki…

Asıl arzumuz sürünün merkezinde kalmak olduğunda, sürünün gelenekleri size ne yapmamız gerektiğini söyler ve sorgusuz sualsiz onu yaparız.

Çoğu kere de bilgiyi, sürülerimizi kontrol altında tutmak için değil, taleplerini daha iyi karşılamak için takip ederiz.

***

Ciddi ciddi hastayız ve maruz kaldığımız durumun (kronik gregarit) norm haline gelmiş olması pek teselli edici değil.

Bir hastalık, hemen hemen herkeste olduğu için daha az ciddi değildir oysa.

Aklımız başımıza gelsin istiyorsak, sürüden nasıl kurtulacağımızı öğrenmemiz gerekir.

Çoban olmaya programlanmış olabiliriz ve hayatta kalmamız buna bağlı olabilir; ancak unutmamalıyız ki, yalnız sürüden uzakta kaldığımızda ruhen bütün olabiliriz. Biyoloji ve ruh, zıt âlemlere aittir.

Takip Et Google Haberler
Takip Et Instagram