Rusya, İsrail, Çin ve Kore: Sinema artık sadece hikaye anlatmıyor

Sinema, epeydir sadece hikâye anlatmıyor. Jeo-politik süreçte güçlü bir silaha dönüşmüş vaziyette. Bu yüzden kendimizi gümüş ekranın büyüsüne kaptırırken, bir de o perdenin arkasındakilere bakmak gerek galiba.

BERKE KAYA 05 Şubat 2023 KÜLTÜR

Lumière Kardeşler’in treni La Ciotat Garı’na girdiğinden (L’arrivée D’un Train à La Ciotat) bu yana sinemada çok şey değişti.

İlk ciddi kırılma sessizden sesliye geçişte yaşandı. The Jazz Singer (Caz Şarkıcısı) hem müzikal türünün ilk örneği oldu hem de sesli sinemanın… Başta bu, tiyatro oyuncularının işine yarasa da (zira sesi, diksiyonu kötü olanlar çok kısa sürede sahanın dışına itildiler),  zamanla tiyatro ile sinema oyunculuğu arasında ayrımlar oluştu. Derken sessiz filme eşlik eden orkestra çalışanları işsiz kaldı vs.

Sessizden sesliye geçişin tuhaf bir şeye daha sebep olduğu çok sonra anlaşıldı. Büyük Buhran yahut Büyük Depresyon olarak bilinen 1929 ekonomi krizi, sinemaya birkaç yıl gecikerek ulaştı. 1931 civarı…

Tabii bunları Amerika için söylüyoruz.

Sesli sinemanın, bilhassa müzikallerin, yokluk içinde kıvranan insanları tesellide, hemen hemen akla gelebilecek pek çok şeyden daha etkili olduğu görüldü.

The Jazz Singer değil ama, Broadway Melodisi (The Broadway Melody) türün formatını belirledi ve sayesinde sinemanın salt ‘eğlence’nin dışına çıkıp insanları güdülemede de payı olabileceğini kanıtladı.

Ondan sonra çekilen müzikal filmler, çoğunlukla gerçek dışı, siyasetten uzak, düşlere dayalı bir ‘kaçış sineması’ olarak çıktı karşımıza; 1930’larda ve 1940’larda büyük yaygınlık kazandı. İsyan arzusunun üzerini, ışık görünce değişen gümüş tuzlarının (gümüş klorür, gümüş iyodür, gümüş bromür) örtmedeki mahareti yüreklere su serpti. Başka bir deyişle, siyasetten uzak bir filmin siyasi bir ‘malzeme’ olarak kullanılıp halkın manipüle edilebileceği görüldü.

LENİN – EKİM DEVRİMİ – SERGEI EISENSTEIN

Amerika’da müzikal nasıl bir tür ‘devrim’ yapmışsa sinemada, çok daha öncesinde Rusya’da, bambaşka bir şekilde başka bir devrimi yaşandı. Bunun mimarı da Sergei M. Eisenstein’dı. Onun, ilk bakışta birbiri ile alakasız gibi görünen görüntüleri arka arkaya sıralayarak anlam bütünlüğü oluşturması ‘kurgu’da devrime karşılık geldi. Artık söyleyerek anlatmak yerine göstererek algıları hedef almak mümkündü.

Bu noktaya gelişte, hiç kuşkusuz, Eisenstein’ın rolü büyük. Ancak Lenin’i ıskalamamak lazım.

Lenin’in Lunaçarskiy’e “Tüm sanatlar içinde sinema bizim için en önemlisidir” dediğini biliyoruz. Bunun yanı sıra dünyanın ilk ve en uzun ömürlü sinema okulunun da Ekim Devrimi ertesinde, 1919’da açıldığını da biliyoruz.

O halde, sormak gerek: Lenin neden sinemayı sanatların en önemlisi olarak gördü?

Kabul; Nadejda Konstantinovna Krupskaya, yani Lenin’in eşi, anılarını aktarırken, Avrupa’da oldukları dönemde sık sık tiyatro ve sinemaya gittiklerinden bahseder.

Ama Lenin’in sinemaya ilgisi ‘izleyici’ düzeyinde olmamalı ki, 1917 Ekimi’nde, devrim günlerinin (6-7 Kasım) hemen ertesinde, ilk hükümetin kuruluşunu takiben, 9 Kasım’da, Eğitim Halk Komiserliği’ne bağlı olarak çalışacak bir sinema konseyi oluşturulup başına Krupskaya’nın getirilmesini açıklayamayız zira.

Düşünün lütfen; Çarlık yönetimine son verilmiş ve siyasi egemenlik Geçici Hükümet’e bırakılmış; açlık, kıtlık, sabotajlar, yeni bir devlet mekanizmasını inşası, karşı-devrimin örgütlü girişimleri, işgaller, üretimin ve sanayinin yeniden yapılanması, tüm bu harala gürele arasında, bir sinema konseyi… Bu tesadüf olmamalı.

Halk eğitimsiz, bir sürü olanaktan yoksun, savaştan yeni çıkılmış ve bir iç savaşa sürüklenmekte. Sinema niye umurunda Lenin’in?

Lenin, devrime sahip çıkacak işçi sınıfına gereksinim duyduğu için sinemayı önemsemiş olabilir mi?

Lenin, sinemayı, okuma yazma bilmeyen bir halka, devrimi, sosyalizmi, eşitliği, özgürlüğü, kardeşliği, barışı, sermaye düzenini alt etmenin anlamını etkili, hızlı, çarpıcı bir şekilde anlatacak bir ‘araç’ olarak gördü.

Mikhail Romm’un 1937’de çektiği Ekim’de Lenin ve ve 1939’da çektiği 1918’de Lenin bize bu anlamda hayli şey söyler.

FİSAHRA – ÇÖLDE SİNEMA FESTİVALİ

Amerika’da Büyük Buhran, Rusya’da Ekim Devrimi ve sonrası… Sinema, film denilen şeyin ‘hareketli fotoğraf’ olmadığını doğrularcasına girdi hayatımıza.

Uzun süre Hollywood’un yıldızlarına bakmaktan burnumuzun ucunu göremez olsak da, sinema, asla yalnızca sinema olmadı.

Bunun böyle olmadığını, hatta uluslararası ilişkilerde dahi sinemanın ayak izleri bulunduğunu, Ariel Sophia Bardi’nin Foreign Policy’de yayınlanan yazısında görüyoruz.

Bardi diyor ki: “Dünyanın en ücra film festivali Cezayir’in en batısında, Fas işgalindeki Batı Sahra’ya komşu Tinduf vilayetinde yapılıyor. Hem de 16 yıldır…”

Derin bir soluk alıyoruz. Tinduf vilayeti 159 bin km² yüzölçümüne sahip 48 bin nüfuslu bir yer. Nüfusun %6,1’i yükseköğrenim görmüş ve %18,8’i orta öğretimi tamamlamış.

İşte burada FiSahara – Batı Sahra Uluslararası Film Festivali düzenleniyor. Festivalin 16’ıncısı 11-16 Ekim tarihleri arasında, Auserd (Awsard) mülteci kampında yapıldı.

Auserd, yakınlardaki Smara, Bojador, Laayoune ve Dahkla gibi adını Batı Sahra’daki kentlerden alan ve 1970’lerin ortasında İspanya’nın eski sömürgesini tedbirsizce terk edip Fas işgaline kapı aralamasının ardından Cezayir’e sığınan yaklaşık 50 bin Batı Sahra’nın yerli halkı Sahravilerin sığındığı kamplardan biri.

Bardi’ye göre, “İspanyol sinemacılar 2003 yılından bu yana Auserd’de Batı Sahralı mülteciler sorununa dikkat çekmek için FiSahara festivalini düzenliyor. İspanya’dan kaldırılan özel uçaklar onlarca ülkeden misafir sanatçıları taşıyor. Bir kamyon üzerine projektör makinesi kuruluyor, derme çatma bir perde, bir alçak çöl tepesine açılıyor, seyirciler kilimlerini serip ayışığı altında filmlerini izliyorlar. Bu yıl festivalde 20 film gösterildi.”

Bölgeye biraz yakından bakalım: Cezayir, Batı Sahra’nın bağımsızlığını destekliyor, ancak kampların yönetimine karışmıyor. Kamplar fiilen Polisario Cephesi tarafından yönetilmiyor. İspanyol sömürgeciliğiyle mücadele için kurulan bu örgüt, Fas işgalinin ardından bu ülkeye hedef alıyor epeydir.

Kamplarda koşullar çok ağır: Birbiri ardına patlak veren kum fırtınaları, yazın 50 dereceyi bulan çöl sıcağı, hastalıklar ve yetersiz beslenme… Uluslararası yardımların kesilmesi, hatta azalması dahi bugün 180 bin nüfusa ulaşan kamplarda ciddi bir gıda krizi yaratabilir.

180 bin dikkatinizden kaçmamış olmalı. Bir vilayetin nüfusu 48 bin ise nasıl oluyor da 180 bin kişi kamplarda yaşıyor. Hemen izah edelim; mülteciler sayımın dışında tutuluyor.

Birleşmiş Milletler (BM), 1991 yılında Fas ile Polisario arasında ateşkesi zor zor sağladı. Ancak ABD eski Başkanı Donald Trump’ın İsrail’i tanıması karşılığında Fas’ın Batı Sahra üzerindeki egemenliğini tanıması barışa son verdi. Görevdeki Başkan Biden’ın da aynı politikayı sürdüreceği anlaşılıyor. Mart ayında İspanya Başbakanı Pedro Sánchez, sınır kontrollerini gevşetme ve göçmenlerin İspanya’nın Kuzey Afrika’daki Ceuta ve Melilla yerleşim bölgelerine girmesine izin verme tehdidinde bulunan Fas’tan gelen yoğun baskıyla karşı karşıya kaldıktan sonra aynı şeyi yaptı.

Bardi, yazısında şu noktanın altını çiziyor: “Bugün Polisario’nun bağımsız Sahra Demokratik Arap Cumhuriyeti, Batı Sahra’nın tamamı üzerinde hak iddia ediyor, ama ülkenin sadece yüzde 25’inde, o da ülkenin en doğu kesiminde küçük anklavlardan (Yabancı ülke topraklarıyla çevrili küçük toprak parçaları) ibaret bir alanı kontrol altında tutabiliyor. Fas bu bölgelerle kendi kontrol altında tuttuğu bölgeler arasında yaklaşık 2 bin 757 kilometre, yani ABD-Meksika duvarına eşit bir uzunlukta devasa bir kumdan duvar örmüş durumda. O duvarda son iki yılda çatışmalar yeniden şiddetlendi. Batı Sahra bölgesel gerilimleri de tetikliyor: Cezayir ve Fas, 2021’de tırmanan sınır anlaşmazlıkları nedeniyle bağları kopardı ve Ağustos ayında Fas, Polisario Cephesi lideri İbrahim Gali’nin bir konferansa katılmaya davet edilmesinin ardından Tunus büyükelçisini geri çağırdı.”

Ne tuhaf yahut ne kadar anlamlı değil mi: Çölün ortasında, avuç içi kadar bir yer; Birleşmiş Milletler müdahale edip ateşkes tesis ediyor, ABD’nin yanlış bir hamlesi barışı sona erdiriyor, Fas ile Cezayir bu yer nedeniyle çatışma halinde ve İspanya 16 yıldır burada uluslararası bir festival düzenliyor.

HOLLYWOOD DA BAZEN BEDEL ÖDER

Hollywood, Kaliforniya eyaletinde bulunan Los Angeles kentinin bir bölgesi. Sinema stüdyolarının ve film yıldızlarının oturduğu evler bu bölgede yoğunlaştığından, adı Amerikan sinema endüstrisiyle özdeş.

ABD’de yapılan ilk filmler Kaliforniya’da, 1900 başlarında çekildi. Kaliforniya’nın tercih edilme sebebi, güzel hava ve açık alan olarak söylense de asıl gerekçe Thomas Edison’dı. Zira bu mucit, sinemaya dair pek çok patente sahipti. Yapımcılar telif ödemek istemiyordu. Bu yüzden yasaların biraz daha gevşek olduğu Koliforniya seçildi. Kaliforniya’da Edison’un avukatlarının etkisi azdı ve gerekirse Hollywood’un Meksika sınırına yakınlığından dolayı polisten kaçarak Meksika’da saklanmak mümkündü.

Bugün biliyoruz ki Amerika, tüm dünyaya emperyalist ideolojisini Hollywood filmleriyle ihraç ediyor. Hollywood filmleri, Amerika halkının yaşam tarzına bir güzellemedir adeta. Kendilerinin ne kadar üstün olduğunu bağırır. Ne kadar zengin, ne kadar değerli, ne kadar özgürlükçü olduğunu şırınga eder bizlere. Askeri gücünün ihtişamını vurgulamadan da edemez.

İşte bu muazzam güç, ne var ki, Çin pazarında tutunabilmek için otosansür uygulamaya başladı.

Evet, evet; yanlış okumadınız: Koskoca Hollywood, yani Amerika, Çin pazarında tutunabilmek için otosansür uyguluyor.

Dünyanın bir başka ucunda, uzun süre dışa kapalı ve pek çok açıdan bilinmezlerle dolu bir ülkede, yani Çin’de neler olup bittiğini yine Foreign Policy’ye yazan Bethany Allen-Ebrahimian’an öğreniyoruz.

Allen-Ebrahimian diyor ki: “Hollywood otosansür uyguluyor. Bunun nedeni Çin’in yakında ABD’yi de geçecek olan büyük bir sinema pazarına sahip olması. Ama bu pazar her filme açık değil: Yıl içinde Çin genelinde sinemalarda gösterilebilecek 34 filme izin veriliyor. Bu nedenle Hollywood Çin Komünist Partisi yönetiminin gerçekleri hakkında kulakları sağır eden bir sessizliğe bürünmesine neden oluyor.”

Bunun nedeni şöyle açıklıyor Allen-Ebrahimian: “1990’larda, Tibet’te Yedi Yıl ve Kızıl Köşe gibi bazı Hollywood filmleri Tibet’teki baskıyı ele alırken, Richard Gere gibi ünlüler Tibet davasının destekçileri arasında yer aldı. Tibet davası ünlüler arasında, biraz da Richard Gere sayesinde popülerse de en son 1997’de tasvir edildi. Ancak bu, yine de Disney’in CEO’su Michael Eisner’ın Çin liderinden özür dilemek için Pekin’e uçmasını engelleyemedi. Disney’in 1997 yapımı Kundun filminden bu yana Tibet’e sempati duyan büyük bir film olmadı. 2013 yapımı zombi filmi World War Z, zombi salgınının kökeninin yerini Çin’den Kuzey Kore’ye değiştirdi. Son on yılda, hiçbir büyük film Çin’i Amerika Birleşik Devletleri’nin askeri düşmanı olarak tasvir etmedi. Buna karşılık Çin, Amerikan filmlerinde ‘kahraman’ rolünü de paylaşmaya başladı: 2014 yapımı Transformers: Age of Extinction filminde Çin ordusu günü kurtarmak için baskın yapar. Sonuç Çin’de tüm zamanları en büyük Hollywood filmi hasılatı (300 milyon dolar) oldu. 2015 yapımı Marslı filminde ise Matt Damon’ı yapayalnız kaldığı Kızıl Gezegen’e dönüş operasyonu, Çinlilerden ödünç alınan füze sayesinde başarıya ulaşır (Çin’de 95 milyon dolar hasılat).”

Tam da burada, geçen Eylül ayında gösterime giren Dreamworks ile Şanghay merkezli Pearl Studios’un ortak yapımı Abominable bir başka aşamayı temsil ettiğini söylemekte yarar var. Film, çatı arasında Yeti bulan Çinli bir kızın onu özgürlüğe kavuşturmak için Çin’de yaptığı yolculuk anlatılıyor. Ancak animasyonun bir sahnesinde görünen duvar haritası, Çin’in doğu ve güney komşularını ayaklandırmaya yetiyor. Çünkü bu sıra dışı haritayı tanıyan tek ülke Çin.

Çin’in güneydoğu komşuları Güney Çin Denizi’ndeki bölgelerin kendilerine ait olduğunu iddia ediyor. Vietnam filmin ülkesinde gösterilmesini yasakladı; Malezya, film sansürcülerine rahatsız edici sahneyi kesmeleri emrini verdi ve Filipinler dışişleri bakanı boykot ve sahnenin kesilmesi çağrısında bulundu.

Ancak Hollywood’un söz konusu ülkelerde elde ettiği gişe hasılatı Çin’de elde ettiğine kıyasla devede kulak niteliğinde olduğundan çok da umursanmadı.

Allen-Ebrahimian bunun nedenini açıkladıktan sonra uyarıyor: “Hollywood sansürden çok, kötü reklamdan çekinir. O yüzden Çin’in güneydoğu komşularının tepkileri Hollywood açısından hiç de yabana atılacak gibi değil. Geçmişte Pekin’in yakınmalarını ihmal edip kaybedenler, bugün Çin’in komşularının şikâyetleri Amerikalı yapım şirketleri için acı verici olabilir. Bu Çin’in giderek daha iddialı hale gelen dış politikasından rahatsız olanlar için iyi haber, Hollywood için ise tersine, kötü bir haber.”

GÜNEY KORE’DE NELER OLUYOR?

Dünya, uzun bir süre bir Güney Kore yapımı diziyi tartışıp durdu. Yalnızca Netflix’te yayınlanmasına rağmen, Squid Game öyle büyük gürültü kopardı ki, şaşmamak mümkün değil. Şimdiden Netflix’in 90 ülkede en çok izlenen yapımı haline gelen ve 100 milyondan fazla kullanıcı tarafından izlenen Squid Game, genelde olumlu eleştiriler alıyor, ama dizinin yasaklanmasını isteyenler de var.

Ama asıl bakılması gereken yer sanki şu: Güney Kore, nasıl becerdi de müziği, filmleri, dizileri, yemeği dâhil olmak üzere kültürel ihraç ürünlerinde bu denli başarı elde etti?

İşte bu soruya ve beraberinde taşıdığı yüke, halen düşünce kuruluşu Wilson Center’da, Kore Tarihi ve Siyaseti Merkezi Direktörlüğü’nü yürüten Sue Mi Terry ilgi gösteriyor.

Eski bir CIA analisti olan ve ABD hükümetine Güney Kore konusunda danışmanlık da yapan Terry, Foreign Affairs için kaleme aldığı yazıda, “Tarihsel olarak, kendi kültürünü yurt dışına yaymaktan ziyade Çin ve Japon kültürel egemenliğini savuşturmak konusunda daha endişeli olan Güney Kore’nin, artık küresel bir yumuşak güç haline geldiğini” söylüyor.

Terry diyor ki: “Güney Kore’nin kültürel yeniden doğuşu ekonomik güçlük içinden ortaya çıktı. 1998’de, Güney Kore Asya mali krizinden yeni yeni toparlanırken iktidara gelen Devlet Başkanı Kim Dae-jung, ekonomik büyüme kaynağı olarak medya ve popüler kültürü seçti. Kim yönetimi Güney Kore’nin kültür endüstrisinin (müzik, pembe diziler, filmler, animasyonlar, video oyunları vb.) değerini 290 milyar dolara, yani iki yılda o sıralarda 280 milyar dolar değerinde olan ülkenin yarıiletken sektörünün üzerine çıkarma hedefi belirledi. Hükümet ayrıca 1998 yılında 14 milyon dolar olan kültür endüstrisi bütçesini 2011 yılında 84 milyon dolara çıkardı. Güney Kore hükümeti, Kore popüler kültürünün üretimini artırmak için Seul’un daha önce elektronik, gemi inşa, otomotiv ve diğer ihracata yönelik sektörlerde büyüme sağlanması için geliştirilen ile aynı kamu-özel sektör ortaklığı şablonunu kullandı. Kültür ve Turizm Bakanlığı, halkla ilişkiler firmaları ile dirsek temasında Kore televizyon dizileri, filmleri ve pop şarkılarını yurtdışı pazar payını artıracak ayrıntılı iş planlarını geliştirerek işe başladı ve girişimcilere kredi sunarken gelecek vaat eden sanatçılara eğitim imkânı verdi.”

Daha dün (1950-1953 yılları arası) Soğuk Savaş’ın ilk sıcak çatışmasını yaşayan (Kuzey Kore ile savaştı), hatta askerimizle imdadına yetiştiğimiz Güney Kore, bugün yalnız teknoloji ihraç etmiyor. Kültür de ihraç ediyor ve payı hiç de küçümsenmeyecek oranda…

Şimdi bu bilgiden hareketle başka bir yazıya ve orada işaret edilene bakalım.

Seoho Lee, Foreign Policy’deki yazısında, mühim bir noktaya dikkat çekiyor: “Temmuz 2006’da, aralarında ünlü Koreli oyuncu ve yönetmenlerin de bulunduğu 2 bin kişi, hükümetin (ABD ile yatırım anlaşmasını uzatabilmek için) Kore sinemalarında Güney Kore yapımını gösterimde tutmak zorunda olduğu gün sayısını 146’dan 73 güne indirme planına karşı protesto eylemi gerçekleştirmişti. Düzenlemenin Güney Kore’yi ABD’nin bir “kültürel sömürgesi” haline getireceğini ileri sürüyorlardı. 16 yıl sonra bu iddia boş çıktı. Aksine filmler Güney Kore’nin kültürel güç haline gelmesini sağladı. 2006’da kotası azaltılan Güney Koreli film yapımcıları uluslararası alanda rekabetçi filmlere yöneldiler. Parazit 2020’de Oscar tarihinin En İyi Film ödülünü kazanan ilk İngilizce dışı yapımı oldu. Netflix yapımı Kore dizisi Squid Game uluslararası bir fenomen oldu. Kore Film Birliği’ne göre Güney Kore, 2019’da 1,6 milyar dolar ile Amerika dışındaki üçüncü en büyük film pazarı. Güney Kore filmleri Hollywood’un Güney Kore gişesindeki hâkimiyetine yenik düşmek yerine, 2011’den 2020’ye kadar olan on yılda yabancı filmlerin pazar payını aştı.”

Güney Kore film pazarı, COVID-19 salgınının zirvesi sırasında ciddi şekilde zarar gördü. 2019’daki rekor seviyelere kıyasla 2021’de sinema izleyici sayısı yüzde 73 düştü. Yapımcılar çekimleri durdururken, dağıtımcılar da birçok filmin galasını ileri tarihlere erteledi.

Şimdiye kadar Güney Kore, sinemalarda yiyecek tüketme kısıtlaması da dâhil olmak üzere COVID ile ilgili neredeyse tüm kısıtlamaları kaldırdı ve yerel film endüstrisi toparlanma konusunda umutlandı. Bu, Güney Kore’nin sinemanın yeni gerçeklerine uyum sağlayamayacak onlarca yıllık ekran kotasını gözden geçirmesi için iyi bir zaman olabilir.

Seoho Lee, Güney Kore film endüstrisinin Hollywood’a karşı korunmaya ihtiyacı olduğu argümanının da zayıfladığını düşünüyor: “Güney Kore, dünyanın açık film pazarından en çok yararlanan ülkeler arasında bulunuyor. 12 Haziran’da, Ayrılma Kararı ile en iyi yönetmen ödülünü kazanan Park Chan-wook ve Broker’dan Song Kang-ho da dahil olmak üzere, Cannes’da ödül alanların onuruna verilen bir yemekte, Güney Kore Devlet Başkanı Yoon Suk-yeol, hükümetin kültür ve sanata yönelik temel politikasının ‘müdahale etmek değil, desteklemek’ olduğunu vurgulamıştı. Güney Kore kültürel ihracatı geliştikçe alaka düzeyini kaybetmeye devam eden çağdışı bir kota yerine, yol gösterici bir ilke olması gereken de bu.”

Tam da burada Kültür Bakanlığı’mızın Kurak Günler’e (Emin Alper) verdiği destek fonunu geri istediğini hatırlamakta yarar var.

Bizde işler biraz böyle.

Sinema Destekleme Kurulu, 14 kişiden oluşuyor. Meslek birliklerinden 10 üye seçiliyor. Bakanlık 3 temsilci atıyor. Bir temsilci de Sinema Genel Müdürlüğü atıyor.

Bakıldığında ağırlık meslek birliklerindeymiş gibi görünüyor. Ama ne hikmetse kimin ne kadar destek alacağı, Oscar’a hangi filmin gideceği Bakanlık temsilcisinin dediğiyle örtüşüyor. Hoş bir tesadüf olsa gerek.

NETENYAHU – HOLLYWOOD VE BİTEN “İSRAİL AŞKI”

Bizde kitapları pek bilinmeyen, ama dünya literatüründe saygın bir yeri olan Saul Austerlitz, Foreign Policy’de yer alan yazısında, Bermuda Şeytan Üçgeni’ni andıran bir üçgen üzerinden sinemayı konuşuyor: İsrail-Hollywood-Bağımsızlık…

Austerlitz diyor ki: “Hollywood, İsrail’in kuruluşuna en hararetli desteği verenler arasındaydı. İsrail devleti kurulduktan sonraki 75 yıl boyunca yeni devletin Hasbara (Açıklama) politikasının neferlerinden biri Hollywood oldu. Çok sayıda filmle Filistin topraklarında İsrail devletinin kurulması meşru kılınmaya çalışıldı. Kimilerine göre aşırı ilginin ardından Hollywood’un Yahudilerin İkinci Dünya Savaşı sırasında çektikleriyle hemen hiç ilgilenmemiş olmasının yarattığı suçluluk duygusu etkiliydi.

1960’lı yıllarda televizyonun yükselişiyle rekabete giren Hollywood, sinema salonlarını doldurmak için kutsal kitap hikâyelerini birbiri ardına beyazperdeye aktarırken çekimler için sık sık İsrail tercih edilmeye başlandı. Ancak, Arap köylerinin harabeleri üzerine büyük bütçeli filmlerin çekilmesine izin veren ahlaki körlük, 1982 Lübnan Savaşı, Sabra ve Şatila’daki katliamla birlikte etkisini yitirmeye başladı. Katliam, yazar John le Carré’nin deyişiyle, ‘Bir zamanlar kendilerine uygulanan utanç verici ölçütleri başka insanlar üzerine uyguladıkları’ bir vahşet oldu.”

Sonraki dönemde ABD, İsrail’de film çekmeyi bıraktı, ama Los Angeles’ta İsrailli stüdyo patronları dönemi başladı. Menehem Golan gibi yapımcılar ABD ve İsrail’de televizyonculuğa yeni bir soluk getirirken, Homeland, Fauda, Shtisel ve In Treatment gibi yapımların Amerikan versiyonları çekildi.

Austerlitz’e göre İsrail hikâyeleri uluslararası alanda iş yapmayı sürdürüyor: “Ancak Hollywood’un da İsrail’in de artık kesin olarak kabul ettiği üzere, Oslo Barış Süreci’nin başarısızlığa uğramasının yanı sıra Filistinlilerin haklarına karşı şahin ve öfkeli bir İsrail muhafazakârlığının yükselişi üzerine ‘hasbara’ dönemi kesin biçimde sona erdi. Milyonlarca Filistinli eşit haklara yaklaşan hiçbir şeyden yoksunken, bugün hiç kimse İsrail davasının haklılığı ile ilgilenmiyor. İsrail demokrasisi de ABD demokrasisi gibi derin kusurlara sahip ve demokratik yönetişime inancını yitirmiş güçlü iç güçlerin tehdidi altında. Bir zamanlar milyonlarca Yahudi’yi terörden ve ölümden kurtaran ve koruyan Siyonist idealin savunucuları, İsrail’in gelişen bir demokrasi olduğunu iddia etmekte zorlanıyorlar. Gal Gadot’nun star karizması İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun yönetiminin alıp götürdüklerini gölgede bırakamayacak. The Gatekeepers, 5 Broken Cameras ve Omar gibi Filistin filmleri artık farklı bir İsrail portresi çiziyor. Hollywood İsrail yanlısı olmaya devam ederken, Netanyahu ve eski ABD Başkanı Donald Trump’ın dönemine oranla bu sevginin doğası değişti.”

Görüldüğü gibi sinema, epeydir sadece hikâye anlatmıyor. Jeo-politik süreçte güçlü bir silaha dönüşmüş vaziyette. Bu yüzden kendimizi gümüş ekranın büyüsüne kaptırırken, bir de o perdenin arkasındakilere bakmak gerek galiba.

Takip Et Google Haberler
Takip Et Instagram