Bay Kemal bir karar vermiş; Alevi videosu bir kopuşun örneği

Belli ki Kılıçdaroğlu, karar vermiş. Artık seçmenle aynı hizadan konuşmuyor. Kendini yukarı konumlandırmış vaziyette. 'Halkım' diyor, 'vatandaşım' diyor. Elinde kalem, 'ders' veriyor. Gençlere özenip eliyle 'kalp' yapıyor. Bu, bir tercihtir.

BERKE KAYA 28 Nisan 2023 GÖRÜŞ

Yüzdük yüzdük ve kuyruğuna geldik; 14 Mayıs’ta oyumuzu kullanacak ve 15 Mayıs’ta, oy verdiğimiz kişinin/partinin zaferiyle uyanmayı umacağız.

Gayet ‘normal’ sayılan bu davranış, öteden beri bana ‘tuhaf” geliyor. Zira bazı şeyleri anlamakta zorlanıyorum: Seçmen partiye, dolayısıyla onun temsil ettiği ideolojiye mi oy veriyor? Yoksa lidere, başka bir deyişle onun alına moruna, şovuna bakarak mı ikna oluyor?

Ortada bana göre çok ‘karışık’ bir şey var, ama bundan rahatsız olan kimse yok.

Deniyor ki: Kılıçdaroğlu ilk Alevi cumhurbaşkanı olacak!

Şimdi bu cümlede neye bakmak gerek? Kılıçdaroğlu’na mı, Aleviliğe mi, cumhurbaşkanlığına mı, yoksa ilk’e mi?

İnsan bir kere soru sormaya başlayınca tutamıyor kendini.

Kılıçdaroğlu’na baktığımızı varsayalım. Kılıçdaroğlu solcu mu? Savunduğu değerler, mitinglerde saçtığı vaatler sol ideolojiyle uyum içinde mi?

Aleviliğe bakalım. Her Alevi’nin ideal insan olduğunu söylemek mümkün mü? Diyelim ki, mümkün. Her ideal insanın iyi politikacı olma olasılığı nedir?

Bu böyle sürüp gider. Çünkü bazı şeyleri karıştırmayı seviyoruz. Nasıl ki iyi insan, ideal insan olmak kişiyi şair, terzi, hamal, berber yahut bilgisayar mühendisi yapmazsa, kişinin Alevi yahut Sünni, solcu yahut sağcı olması da onu iyi politikacı yapmaz.

Buradan da şuna geliriz hemen: İyi politika nedir?

Merak ettiğim şu: Seçmen ‘ne’ye bakıyor? Verdiği kararlar rasyonel mi? Belli bir iradesi var mı? Babadan oğula, anneden kıza geçen bir oy verme alışkanlığı söz konusu mu?

Hadi biraz köpürtelim konuyu: Aynı vaatleri, cümlesi cümlesine Kılıçdaroğlu değil de Mılıçdaroğlu söylese, ama Mılıçdaroğlu 40’ında Brad Pitt’i kıskandıracak kadar yakışıklı, Elon Musk kadar zengin ve cömert biri olsa, kime oy verilir?

Siyasetin Cilveleri

Hatırlıyorum; 25 Haziran 1993’te Tansu Çiller, Türkiye’nin ilk kadın başbakanı olmuştu. 1991 seçimlerinde İstanbul milletvekili seçilmişti; Sosyal Demokrat Halkçı Parti ile kurulan Süleyman Demirel’in başbakanlığındaki koalisyon hükümetinde ekonomiden sorumlu devlet bakanlığı görevi layık görülmüştü kendisine.

Demirel’in dokuzuncu cumhurbaşkanı seçilmesini takiben DYP genel başkanlığına soyundu. 13 Haziran 1993 tarihli DYP olağanüstü genel kurulunda da en yüksek oyu alarak genel başkan seçildi. Peşi sıra da başbakan…

Hüsamettin Cindoruk’un naklettiğine göre; Çiller, “Ben hayatımda hiç sağ partiye oy vermedim”[1] diyen biri.

Demirel, bu ‘sarışın’ kadını, Boğaziçi Üniversitesi’nde ekonomi profesörüyken keşfediyor ve DYP saflarında siyasete kazandırıyor. Çiller’e vaadi şu: “Seni yıldız yapacağım!”[2]

Hiçbir sağ partiye oy vermeyen Çiller, DYP’ye geçtiğinde Ecevit hayranı…

Şimdi buna siyasetin cilveleri mi diyeceğiz?

Çiller’in iktidarı öyle bir girdap, öyle karanlık ki, kelimeler kifayetsiz kalıyor.

İyisi mi sözü Doğan Akın’a verelim. O daha sakin anlatmayı başarıyor çünkü: “Tansu Çiller Türkiye’sinin karanlığında Kürt siyasetçi, hukukçu ve işadamlarını hedef alan cinayet zincirinin üzerinden geçen 20 yılda ortaya çıkan ‘deliller’e rağmen hâlâ hakkında hüküm tesis edilmiş tek fail bile bulunmuyor.

Görünmek isteyen, kendisini adeta ilan eden gerçeklerin yıllarca devlet katında örtbas edilmesiyle hesabı taammüden sorulmamış bir cinayet zinciri karşısındayız. Öyle bir cinayet zinciri ki, gerçeklerin ortaya çıkması, davanın ardında bir devlet iradesinin varlığını değil, aksine yıllardır gerçeği örtbas eden, yalanlarla çarpıtan devletin dava mahallinden uzaklaştırılmasını gerektiriyor!”

Neye bakmıştık?

Tansu Çiller’in kadın oluşuna…

Demirel onu ne yapacaktı?

Yıldız…

Peki, gelinen nokta ne?

…… (uygun sözcüğü yahut cümleyi siz yazın lütfen)

Geçiş Nesneleri – Avuntu Nesneleri

Üniversiteyi bitirmiş, Meclis’in arkasında, Çankaya’ya uzanan Hoşdere Caddesi’nde bir dükkân açmıştım. Bozkurt Güvenç, Cahit Külebi gibi pek çok ‘müşteri’m vardı. Düğünler, toplantılar, konferanslar vs. bizim ilgi alanımızdı.

Hatta ameliyatlara bile giriyordum. Diz ameliyatlarına bilhassa…

Çektiğimiz görüntüleri video kasetlerine kaydediyor ve İspanya’ya gönderiyorduk.

O zamanlar pek tanınmayan biri daha vardı: Engin Özkoç.

Özkoç, Sakarya Belediye Başkanı Ünal Ozan’ın yardımcısıydı. Benim halimi görünce, “Ada’ya gel!” demişti. Amcam da oradaydı. Gittim. Ev dâhil her şeyi satıp…

Sakarya’da bir reklam ve organizasyon şirketi kurdum. Sakarya gazetesi ve radyosuyla bağ kurdum. Çalışıyorum…

Derken 27 Mart yerel seçimleri geldi dayandı.

Özkoç, amcamın arkadaşıydı. Dolayısıyla SHP’den ‘iş’ almak yakışmazdı.

Aydın Zengin çaldı kapımızı. Sakarya Spor’un efsane başkanı…

“Aday adaylığı” hadisesi ilk kez o sene ortaya çıkmıştı. Aday adayıydı ANAP’tan… ANAP ise gözde partiydi hâlâ.

Bir de adını şimdi hatırlayamadığım bir başka aday vardı. Serdivan’a talipti MHP’ten… Ağabeyi de Serdivan’a talipti. Ama başka bir partiden…

Bu iki adayın tanıtım sorumluluğunu üstlendik.

Defalarca anketler yaptık. SHP önde gözüküyordu. Ünal Ozan sevilen bir başkandı. Çok hizmeti dokunmuştu şehre…

Ancak seçim sonuçları yanılttı bizi. Hem de ne yanılma…

Refah Partisi ipi göğüsledi, Aziz Duran belediye başkanlığı koltuğuna oturdu.

Seçmenin kime, hangi sebeple oy vereceğini kestirmemiz mümkün olmadı.

Gördüm ki, toplumun zaman zaman tercih ettiği bazı ‘geçiş nesneleri’ var. Bir dönem (ANAP ve SHP) çöktüğünde, yeni döneme geçilirken ‘avuntu nesneleri’ cazip geliyor. Tabir-i caizse daha sempatik, daha şirin, daha hafif (!), daha gözde, daha bilinir, daha lay lay lom isimlere yöneliyor seçmen.

Cem Uzan mesela böyle biriydi.

Tansu Çiller de üç aşağı beş yukarı böyle biri…

Ama toplumsal hayatın bir fotoğrafını çekmeye kalksanız; ne tesadüftür ki, çöküşte avuntu nesnelerinin, öyle ya da böyle bir sorumluluğu olduğunu görürsünüz. Çünkü onların bulunduğu yerde ya leke vardır ya da orası flu’dur.

Siyasetçiler ‘Mal’, Seçmen ‘Tüketici’ Olunca…

Söz konusu bir ‘seçim’ ise son söz hiç kuşkusuz seçmenindir.

Biz öyle sanırız. Paşa gönlümüzü bu masalla avutmak iyi gelir tekleyen kalbimize…

Radyonun yaygınlaşmasıyla siyasetçi-seçmen arasındaki katmanlar azaldı. Sonra internet ile neredeyse sıfırlandı.

Artık dokunamasak da bir tuş kadar yakınlar bize.

O bizi, biz onu görmesek de, yorum yazıyor, beğeniyor yahut ileterek paylaşımını etkileşimde bulunuyoruz. Daha ne olsun!

Hal böyle olunca da siyasetçiler ‘mal’, seçmen ise ‘tüketici’ oldu. Rafta en iyi yere konan, en çok tanıtılan, en ucuz ve en hoş olan cüzdanımızın açılmasını sağlıyor.

Tarihe ‘ekonomik buhran’ olarak geçen günleri bir düşünün. İkinci Dünya Savaşı’nın acılarını tatlı tatlı anlatan Roosevelt’i… Halkına “kan, ter ve gözyaşı” vadeden Churchill’i…

Ortada, ama hayali ama somut, bir ‘ürün’ var. Ve o ürüne talip yahut talip olması arzulanan (buna zorlanan) bir tüketici var.

Kimse ‘içerik’ ile ilgilenmiyor.

Bunu gören siyasetçiler ise rakiplerine fark atıyor.

Demirtaş mesela. Yaklaşık 6 buçuk yıldır tutuklu. Ama hayatın içinde gibi. Her gün sosyal medya hesabından paylaşımlarda bulunuyor. Avukatları aracılığıyla söyleşiler yapıyor ve yayınlatıyor. Halkın (tüketicinin) nabzını tutuyor.

Hiç kimse gücenmesin, ama… Bunu Pervin Buldan yapıyor mu?

Soru şu olabilir o vakit: Bunu yapmalı mı?

Bir siyasetçi, tüketicinin taleplerini karşılamak üzerine kendini yeniden konumlandırmalı mı?

Kılıçdaroğlu’nun Alevi açılımı, Kürtler’e dair videosu, hatta Bay Kemal’in Tahtası bir kopuşun örneği.

Belli ki Kılıçdaroğlu, karar vermiş. Artık seçmenle aynı hizadan konuşmuyor. Kendini yukarı konumlandırmış vaziyette. Halkım diyor, vatandaşım diyor. Elinde kalem, ders veriyor. Gençlere özenip eliyle kalp yapıyor. Tüketiciyi tavlamaya oynuyor.

Bu, bir tercihtir.

Eğer satışa çıkardığınız ürüne talep olursa, yani tüketici (seçmen) iltifat ederse, sunulan şeyi satın alırsa amacınıza ulaşırsınız.

Lakin tüketici kitlenin önemli bir bölümü yoksuldur. Alım gücü zayıftır.

Ve şu sözde demokraside siyasetçiyi iktidara taşıyan çoğunluğun oylarıdır.

O halde çoğunluğun dilinden konuşmanız, onun beklentilerini doyurmanız, gerekirse ağzına bir (yahut birkaç) parmak bal çalmanız gerekir.

Bu da şu demektir: Pırıl pırıl elmalarım var. Şekerli elma bunlar! Tanesi 3 lira.

O elmaların çürümüş elma mı olduğunu bilmez seçmen. Dış görünümüne bakar. Fiyatına bakar. Ulaşılıp ulaşılamaz oluşuna bir de… Eğer ikna olursa satın alır.

Bazen de göz hakkı ister.

Şimdi bu durumda CHP’nin temsil ettiği ideoloji ve değerlere mi oy verilmiş oluyor? Yoksa tezgâha itinayla konulmuş ve makbul olduğu savlanan ‘ürün’e mi?

[1] Ayrıntılar için bkz. Son Darbe, Mehmet Ali Birand – Reyhan Yıldız, Doğan Kitap, 2012
[2] Ayrıntılar için bkz. Tansu Çiller’in Siyaset Romanı,  Nursun Erel, Ali Bilge, Bilgi Yayınevi, 1994

Takip Et Google Haberler
Takip Et Instagram
WP2Social Auto Publish Powered By : XYZScripts.com