Putin’in dilemması: Yoksa, böylesi bir Erdoğan’ı kim sevmez!

Putin için 2023’ün en büyük dilemması bir yandan iktidarda kalması yönünde verdiği desteğe rağmen, koltuğunu koruduğu takdirde aynı Erdoğan’ı başta İngiltere’nin çıkarları ekseninde daha aktif politikalar izlerken görmesi olacak. Yoksa, böylesi bir Erdoğan’ı kim sevmez!..

KERİM HAS 19 Ocak 2023 GÖRÜŞ

Türkiye-Rusya ilişkilerinde 2023 senesi her açıdan oldukça dinamik, işbirliğinin gelişmekle birlikte çelişkilerin de arttığı ve özellikle jeopolitik planda iniş-çıkışlara gebe bir yıl olacağa benziyor.

Rusya’nın geçen yıl Ukrayna’yı topyekûn işgaliyle başlayan süreç Ankara- Moskova ilişkilerinde de ciddi bir dönüşüm başlattı. Her ne kadar henüz tam bir dengenin sağlandığı söylenemese de uzun bir süredir Rusya’nın çok daha fazla kazanç sağladığı ilişkilerdeki “asimetrik model” son bir yılda gerek Türkiye gerekse de Erdoğan iktidarı lehine bir değişim gösterdi. Bu durumun 2023’te de sürmesine engel bir durum görünüşte pek yok. Ancak Ukrayna’daki savaşın nasıl seyredeceğinden Batı-Rusya münasebetlerinin nereye evrileceğine, Suriye’deki gelişmelerden Türkiye’deki seçimlere kadar birçok iç ve dış faktör Beştepe ile Kremlin arasındaki “mesafeye” doğrudan ve hızlıca etki etme potansiyeline sahip.

DEĞİŞEN ALGILAR, DEĞERLER VE DENGELER

Haddizatında Türkiye’nin hâkim iki güçten biri olduğu Karadeniz havzasında güç dengelerini aleyhine değiştirebilecek, işbirliğine zarar verebilecek, Suriye’den Kafkaslara, Libya’dan Orta Asya’ya kadar birçok bölgede rekabet içinde olduğu, bununla birlikte enerjiden ticarete stratejik alanlarda ilişkiler geliştirdiği Rusya ile yine kuzeyindeki bir başka stratejik komşusu Ukrayna arasında bir savaşın başlaması kesinlikle çıkarlarına uygun değil(di).

Ukrayna’nın NATO üyeliği veya askeri-stratejik planda NATO’yla yakınlaşması NATO’nun güvenliğine ekstra bir katkı sunmayacağı gibi bu alanda ortaya konan çabalar da uzun süredir Türkiye için kendi kuzeyinde “çatışmaya yatırım yapmak” anlamına geliyordu. Ukrayna gibi gerek etnik, dini, siyasi ve bölgesel temelde kritik toplumsal fay hatlarına sahip gerekse ekonomik kalkınmasında devasa sorunlar yaşayan gerekse de coğrafi olarak iki büyük jeopolitik güç Batı ile Rusya arasında bir çekişme alanına dönüşen ülkeler için en birinci öncelik NATO’yla askeri-siyasi-stratejik entegrasyon değil, olsa olsa AB gibi kurumlarla işbirliğini geliştirerek demokratik ve ekonomik refahına, çoğulcu anlayış içinde sosyal uyum ve toplumsal huzuruna önem vermek olmalıydı ki, bu süreçte asıl ıskalananın bu gerçek olduğu muhtemelen zaman geçtikçe daha iyi anlaşılacaktır.

UKRAYNA SAVAŞI RUSYA’NIN EMPERYAL HIRSLARINA İNDİRGENEMEZ

Bu söylenenler pek tabii Rusya’nın işgalini haklı ve meşru kılmaz. Ancak madalyonun tek bir yüzü yok. Rusya’ya bakan yönü olduğu gibi, Ukrayna’ya, Batı’ya ve hususiyle Türkiye’ye bakan yönleri de mevcut. Nasıl ki bir filmin tek bir karesine bakarak öncesi ve sonrası hakkında isabetli yorum yapmak doğru olmayacaksa, Ukrayna’daki savaşı da tek başına Rusya’yı yönetenlerin emperyal hırs ve emellerine indirgemek veya bağlamak hakkaniyetli bir yaklaşım olmayacaktır. Bu bağlamda şunu da not etmekte yarar var: Dünyada gerçekten samimi duygularla barış, hukukun üstünlüğü, demokrasi ve özgürlükler, çoğulcu yaşam gibi sivil değerleri savunma gayretinde olan veya olması gereken saygın uluslararası organizasyonların, sivil toplum kuruluşlarının, insan faktörünü önceleyen birey ve oluşumların, ilk andan itibaren aslında diplomasiyi telkin etmeleri gerekirken, varlığını en başta askeri yapılanma ve hedeflere bağlı şekilde sürdüren bir örgüt olarak NATO’nun öyle veya böyle “hasım” diye bildiği Rusya sınırlarına doğru genişlemesini veya Ukrayna’yı Rusya’ya karşı bir “ileri karakol” veya “mızrak ucu” mahiyetinde kullanma gayretlerini savunur hale gelecek ölçüde savrulmaları ayrı ve derin bir çelişki olarak detaylıca farklı bir başlık altında incelenmeyi hak ediyor.

ERDOĞAN VE AİLESİNİN BU İŞTEN KAZANCI MAHFUZ…

Konuya dönecek olursak, son yıllarda Ukrayna’nın silahlandırılmasında ve NATO’yla entegrasyonunda kritik rol oynayan ülkelerden biri olarak Türkiye’nin bu savaş öncesi yürüttüğü politika ve Erdoğan ailesi ile çevresinin bu işten kazancı mahfuz, neticede olan oldu ve 24 Şubat 2022’de Rusya’nın Ukrayna’yı topyekûn işgal girişimi şüphesiz Erdoğan iktidarı için de ilk etapta bir ikilem ortaya çıkardı. Batı blokunun Ukrayna’ya destek amaçlı askeri-siyasi-ekonomik ve hatta spordan sanata, eğitimden medyaya kadar toplumsal alandaki yaptırımlar da dahil olmak üzere Rusya karşısındaki dayanışmasının NATO üyelerinin ötesinde Avustralya, Yeni Zelanda ve Japonya gibi ülkeleri de içine alacak şekilde NATO+ olarak yekparelik sergilemesi Türkiye için de karar anının yaklaştığı algısını doğurdu. Ancak, Türkiye için Rusya’yla köprüleri atmak gerek Erdoğan-Putin ilişkileri yüzünden sübjektif gerekse de iki ülke münasebetlerinin içinde bulunduğu konjonktürün doğurduğu son derece objektif nedenler dolayısıyla da bir seçenek değildi ve olamazdı. Liderler arası ilişkiler ayrı bir bahis, gelgelelim iki ülke arasındaki ticaret, doğalgaz başta olmak üzere enerji alanındaki işbirliği, turizmden karşılıklı yatırımlara kadar birçok başlık ve pek tabii bölgesel sorunlardaki girift ve kırılgan yakınlıklar zaten ekonomik iflasa doğru giden ve siyasi çalkantılar içindeki bir Türkiye için Rusya’ya karşı Batı ambargolarına katılmayı engelleyen belli başlı nedenlerdi.

Öte yandan, Batı dünyasının da her halükârda Rusya’yla açık kalan bir diyalog kanalına ihtiyacı vardı. Neticede savaşı sonlandırabilecek Ukrayna-Rusya müzakerelerinin Minsk’te veya Astana’da yürütülmesindense İstanbul’da yapılması, zaman zaman Kremlin’in nabzının tutulması açısından Erdoğan üzerinden Putin’e çeşitli mesajların taşınması, yeri geldiğinde ABD ile Rus istihbarat şeflerinin başka bir yerdense NATO başkenti Ankara’da görüşmeleri, tahıl koridoru, savaş esiri veya mahkum takasları vb. anlaşmalara Türkiye üzerinden varılması Batı bloku için de hem daha tercih edilir hem de daha kolay bir yöntem olsa gerek. Yine, özellikle, Moskova için de hayati ve stratejik önemdeki Boğazların kontrolünü elinde tutan Türkiye’yi direkt Rusya karşısında konumlandırmakla karşılaşabilecekleri askeri ve jeopolitik riskler de Ukrayna’daki savaşta Batı cenahındaki en hararetli aktörler olarak NATO’nun lider ülkeleri ABD ve İngiltere’nin -ileride belki ama- en azından şu an üzerilerine almak istemediği yükümlülükler kategorisinde değerlendirilebilir.

ERDOĞAN İÇİN UKRAYNA: İÇ VE DIŞ SİYASETTE “PRAGMATİZMİN ŞAHİKASI”

Ukrayna’daki savaşın kısa süre içinde bitmeyip uzamasıyla Batı’yla ilişkilerinde bu çerçevede çeşitli siyasi avantajlar elde eden Erdoğan iktidarı, zaman ilerledikçe Rus ekonomisinin içine düştüğü durumdan da istifade etme imkânı yakaladı. Bir yandan Bayraktar SİHA’ları, Aselsan sistemleri, Roketsan füzeleri, Kirpi tipi zırhlı araçlarla Kiev’e önemli sayılabilecek düzeyde askeri yardımı sürdüren, NATO’nun Zelensky yönetimine desteğine güçlü bir şekilde arka çıkıp Ukrayna’nın toprak bütünlüğünü de yüksek sesle savunmaya devam eden Erdoğan, Rusya’yla artan temaslarına dair Batı’dan gelebilecek olası eleştirilere böylelikle engel olabildi.

Diğer yandan ise ambargolarla kıskaca alınan Rusya için Türkiye’yi özellikle ekonomik anlamda bir çeşit “nefes borusuna” dönüştürme politikası izledi. Yaptırımlara katılmamakla birlikte birçok Batılı şirketin Türkiye üzerinden Rusya pazarına ürün satışına aracılık etti. Aynı şekilde Rusya’dan Batı’ya mal sevkiyatı da yine önemli oranda Türkiye üzerinden sürdürüldü. Rus uçaklarına hava sahasını kapatmayan Türkiye, sadece turizm değil, Rus ve Batı iş dünyası arasındaki temasların devamı açısından da yine bir numaralı destinasyon oldu. Gerek savaş gerekse de Rusya’da ilan edilen kısmi seferberliğin etkisiyle 2022 yılında Türkiye’de oturum alan yabancı ülke vatandaşları arasında Rusların 153 bin ile ilk sıraya yerleşmeleri bu açıdan pek şaşırtıcı değil. Yine Rusya vatandaşlarının önceki yıllara göre birkaç kat artış gösterecek şekilde 2022’de Türkiye’de 16 bin 312 gayrimenkul alımı yaparak bu alanda liderliğe yükselmeleri aynı parantez içinde değerlendirilmeli. Ambargolar altındaki Rusya’nın Batı dünyasıyla ekonomik ve ticari faaliyetlerinde savaş öncesi seviyenin yakalanması pek tabii kısa vadede mümkün değil, ancak bu alım-satımın önemli ölçüde Türkiye üzerinden devam ettiği de bir gerçek.

İKTİDARA YAKIN İSİMLER MİLYARLARCA DOLARI RUSYA’YA AKTARDI 

Neticede 2022 yılında Türkiye- Rusya toplam ticaret hacmi 70 milyar dolarlar seviyesine çıkarak yeni bir tarihi rekor kırdı. Türkiye ilk kez Rusya’nın dış ticaret partnerleri arasında Çin’den sonra ikinci sıraya yükseldi. Bu rakama kripto paralarla yapılan ticaret, Avrupa’da işlemleri dondurulan ve milyarlarca dolara tekabül eden Rus fonlarının, yaptırıma tabi olmayan iktidara yakın bir kısım Türkiye vatandaşları üzerinden yine Türkiye’de kurulan ortak şirketler aracılığıyla Rusya’ya aktarılması gibi devasa para trafikleri dahil değil. Henüz resmi istatistikler açıklanmamış olsa da pek muhtemel ki Gazprom’un da yine bir numaralı müşterisi ilk kez 2022’de Türkiye oldu. Rusya’dan petrol ve petrol ürünleri alımında da buna yakın bir tablo söz konusu. İki ülke arasındaki ticaretin şu ana kadar en fazla 2008 yılında 38 milyar dolara çıkabildiği dikkate alındığında, 2022’nin taraflara ne tarz ekonomik getiriler sağladığı, 2023’ün de ne gibi yeni fırsatlar sunduğu daha iyi anlaşılabilir. Nitekim şimdiden sundu da.

Akkuyu nükleer santralinin ihtiyaçlarını giderme adı altında Kremlin’in Türkiye’ye transfer ettiği milyarlarca dolar, yine Botaş’ın 20 milyar dolardan fazla doğalgaz borcunun Gazprom tarafından seçimler sonrası 2024 yılına ertelenmesi ve belki indirim talebinin yakın bir zaman içinde olumlu karşılık bulacak olması, Batı pazarına gaz satışı minimum seviyelere inen Rusya’nın -artık bu saatten sonra ne kadar mümkünse- AB gaz piyasasındaki konumunu bu sefer Almanya değil de Türkiye üzerinden olabildiğince koruma güdüsüyle gündeme getirdiği, Türkiye topraklarında bölgesel doğalgaz hub’ı (merkezi) kurma yönündeki teklifi gibi gelişmeler hep Erdoğan’ın yakaladığı bu fırsatlar silsilesinin birer meyveleri. Ancak tüm bunlarla beraber, Türkiye’nin Rusya’ya kritik teknolojik ürünler satan bir ülke olmadığı, Batılı şirketlerin de ikincil yaptırımlara maruz kalma korkusuyla bu konuda zaten oldukça çekingen davrandıkları ve yine Batı merkezli küresel bankacılık ve finans kurumları ile mekanizmalarından dışlanan Rusya’nın bu sorunlarını tümüyle veya büyük ölçüde Türkiye üzerinden çözmesinin veya ihtiyaçlarını kompanse etmesinin pek mümkün olmadığını da vurgulamak gerek.

Türkiye’nin açtığı “nefes borusu” Rus ekonomisini “şahlandıracak” veya Rusya’ya yaptırımların etkisini nötralize edecek seviyede değil. Daha ziyade, ambargoların etkisini nispeten ve Batı için -en azından şu an- tahammül edilebilir sınırlarda kalarak kıran bir fonksiyon icra ediyor.

ANLAŞILAN İNGİLTERE DE 5 YIL DAHA ERDOĞAN İKTİDARININ DEVAMINDAN YANA

Öte yandan, Avrupa bankalarına yüz milyarlarca dolar borçlu bir Türkiye’nin de kısa vadede olası bir ekonomik iflasın eşiğinden bu şekilde biraz da Rusya üzerinden finanse edilen parayla kurtarılması veya bu çöküşün ötelenmesi de yine Batı’da -en azından şimdilik- pek itiraz edilen bir tablo oluşturmuyor.
Rusya’ya karşı ambargoların negatif etkisini sıfırlamayacak, ama bununla birlikte Putin’i Erdoğan’a daha bağımlı kılacak ve böylelikle enerji alanında ve özellikle Suriye, Libya, Karabağ gibi diğer coğrafyalarda Anglosakson cenah liderliğindeki NATO’nun bu bölgelerdeki “eli ayağı” konumunda rol alan Ankara’nın Moskova karşısındaki mevzilenmesini güçlendirecek, öte yandan yine Erdoğan için belli ekonomik getirileri olacak ve özellikle seçimler öncesi Türkiye ekonomisine sınırlı da olsa göreceli bir rahatlık sağlayacak bu “nefes borusunun” şimdilik açık kalmasının pekâlâ Batı’da da yine Erdoğan iktidarının en az bir 5 yıl daha devamını her haliyle daha çok arzu ettiği anlaşılan İngiltere gibi aktörlerce de tercih edildiği söylenebilir.  Bir başka deyişle, anlaşması oldukça zor bir partner olmasına rağmen ona olan ihtiyacının artması dolayısıyla Türkiye’deki seçimlerde “ehven-i şer” aday olarak halihazırda mecburen Erdoğan’ı gören Putin ile işin en başından beri Türkiye ve periferisindeki siyasetinde Erdoğan’ı “favorisi” olarak değerlendiren İngiltere’nin çıkarlarının bu oldukça spesifik zaman ve koşullarda bir “ortak payda” etrafında, yani 2023 seçimlerinde kesişmeleri mümkün.

Neticede, özellikle 15 Temmuz sonrası Erdoğan’ın içeride Kürt sorunundan Gülenciler’e, dışarıda da Suriye’den Karabağ’a, Libya’dan Orta Asya’ya, Yunanistan ve Kıbrıs’tan Polonya-Baltıklar hattına kadar izlediği neredeyse tüm iç ve dış politikaların -Türkiye’nin değil belki ama- İngiltere’nin çıkarlarıyla son derece uyumlu olduğu dikkate alındığında, Ukrayna siyasetinin bu bağlamda bir istisna olduğunu veya olacağını söylemek ne ortadaki gerçeklerle örtüşüyor ne de akla yatkın geliyor. Türkiye’deki iç siyasi dengeler bir yana, eğer günün birinde İngiltere ve ABD’nin Rusya’ya karşı stratejik anlamda son derece “hayati bir darbe” vurma gibi bir planları varsa, birçok bölgesel çatışma hattından kritik ekonomik kazanç alanlarına kadar Putin’i Erdoğan’a birden fazla noktadan şimdiden “kilitlemek” oldukça mantıklı ve rasyonel bir strateji olarak gözüküyor. Pekâlâ daha da eskiye gidilebilir, ama Erdoğan’ın özellikle son 10 yılda izlediği politikaların izi sürüldüğünde, bu çıkarımı “komplo teorisi” diye geçiştirmenin pek mümkün olmadığı daha net görülecektir.

Bu çerçevede, taraflar açısından yönetilebilir seviyede kaldığı veya doğrudan bir NATO-Rusya askeri çatışmasına evrilmediği takdirde Ukrayna’daki savaşın Erdoğan iktidarına 2022’de olduğu gibi 2023’te de gerek Batı nezdinde gerekse de Rusya karşısında avantajlar sağlamaya devam edeceği söylenebilir.

SURİYE’DE  “PERESTROYKA” DÖNEMİ Mİ?

Türkiye-Rusya ilişkilerinde 2022’de nispeten ikinci planda kalan Suriye çıkmazında son aylarda yeniden bir ivmelenme söz konusu ve muhtemelen 2023 yılı bu açıdan oldukça sıcak geçecek. Ukrayna meselesinde Kremlin’e karşı eli güçlenen Erdoğan’ın Suriye’de Kürtlere yönelik yeni bir kara harekâtı konusunda daha talepkar olacağı zaten beklenen bir gelişmeydi. Gerçekleştiği takdirde olası bir yeni kara harekatıyla Erdoğan pek tabii öncelikle iç politikada seçimler öncesi puan toplama gayretinde olacak.

Erdoğan için kara harekatının HDP’nin daha da düşmanlaştırılması, milliyetçi ve muhafazakâr seçmeni yeniden önemli oranda kendi etrafında toplayarak ve Kürtlerle de ilgili olarak muhalefet bloku içinde çatlakların büyütülmesi, seçimler öncesi güvenlik tehditlerini öne çıkararak ekonomik sorunların konuşulmasının kısa süreliğine de olsa ertelenmesi gibi “bazı avantajları” mevcut. Bu bağlamda, İstiklal Caddesi’nde yaşanan son derece şüpheli “terör saldırısı” da Ankara’nın bu hedefine hizmet eden bir zemin oluşturdu. Ancak neticede bu tarz bir kara harekatının gerek sahada gerekse de iç ve dış politikada riskleri de yok değil. Dolayısıyla mesele biraz da Erdoğan’ın bu konuda ne kadar istekli olup olmayacağıyla, böyle bir kara harekâtına seçimler öncesi ne ölçüde ihtiyaç duyup duymayacağıyla ve bu riskleri ne şekilde göze alıp alamayacağıyla ilgili olacak. Kara harekâtı tartışmalarına paralel, Erdoğan’ın Suriye lideri Beşşar Esad’la “yeniden kardeş olma sezonunu” açma girişimi de yine 2023’ün ilk gündem başlıkları arasında yerini alıyor.

ESAD’IN AYAK DİRETMESİ, TASARRUF EDE EDE İTİBARDAN BİRŞEY KALMADIĞININ GÖSTERGESİ

2022 sonunda Moskova’da yapılan üçlü Türkiye-Rusya-Suriye savunma bakanları ve istihbarat başkanları görüşmesini yakında dışişleri bakanları, ardından da liderler zirvesi takip edecek gibi duruyor. Tabii Ortadoğu’da işlerin “iki adım ileri, on adım geri” şeklinde ilerlediği tamamen göz ardı edilmemeli, ancak yine de olağanüstü bir gelişme yaşanmazsa şu anki gidişat buna işaret ediyor. Özellikle Türkiye’deki seçimlerde Suriyeli sığınmacılarla ilgili muhalefetin elindeki eleştiri kozunu almaya çalışması pekâlâ Erdoğan’ın Esad’la “barış çubuğu tüttürmek” istemesinin ana motivasyon kaynaklarından biri olabilir. Burada Erdoğan’ın samimiyetinden ziyade seçmene yönelik “Suriyeli göçmenler meselesini çözerse ancak yine Erdoğan çözer” temalı algı çalışmalarına odaklanmak sanki daha yerinde. Yoksa yakın vadede ne mülteciler meselesinin suhuletle çözüme kavuşturulması ne Erdoğan iktidarının Suriye’deki radikal ve cihatçı gruplara desteğini kesmesi ve onlarla işbirliğini bitirmesi ne de TSK’nın Suriye’deki varlığını sonlandırması gerçekçi duruyor. Esad’ın dahi Erdoğan’ı samimiyet testine tabi tutar şekilde Ankara-Şam normalleşmesine bir ölçüde ayak diremesi zaten Ankara için “tasarruf ede ede itibardan geriye bir şey kalmadığına” en net örneği teşkil ediyor.

SURİYE İÇİN PUTİN’DEN YEŞİL IŞIK ALMAK ZOR OLMASA GEREK

Ukrayna’daki savaşla olağanüstü derecede meşgul olan Rusya ise Suriye’de mevcut statükonun şu sıralarda kontrolünden çıkması muhtemel askeri yollarla değişmesini istemezken, Erdoğan’ın ısrarlarına karşı eskisi gibi direnç gösterebilecek durumda da değil. Moskova halihazırda bir yandan ABD’yle güçlü ortaklığa sahip Kürtleri, Ankara’nın tehditleri üzerinden Şam’a yakınlaştırma hedefi güderken, diğer yandan da Erdoğan’ı Beşşar Esad’la barışmaya ikna etme ve Suriye’deki Kürt sorununu Türkiye-Rusya-Suriye üçlü uyumu içinde “güncellenmiş Adana mutabakatıyla” çözme gayretinde. Bununla birlikte, masaya güçlü bir şekilde getirdiği takdirde, Erdoğan’ın Suriye’de yeni bir kara harekâtı için Putin’den “yeşil ışık” almasının şu sıralar o kadar da zor olmadığını vurgulamak gerek.

Öte yandan, Ukrayna’da artan Moskova-Tahran işbirliğinin de bir yansıması olarak, Kremlin’in gayet sıkı fıkı ilişkilere girdiği İran’ı da Suriye’deki sürece Astana üçlüsü ekseninde dahil eden, ABD’yi ise dışlayan bu çözüm formülünün pek tabii Kürtlerin haklarını veya son yıllarda elde ettiği kazanımları ne ölçüde geriye sardırabileceği uzun ve ayrı bir bahis. Bu açıdan, günün sonunda koltuğundan edemediği aynı Esad’la Suriye’nin iç ve dış politik yöneliminde pek bir değişim yaşanmadan “perestroyka” (yeniden inşa) dönemine pek olumlu bakmayan ABD yönetimi Rusya’nın “oyun planının” realize edilmesine -en azından şu aşamada- son derece karşı durduğu izlenimini veriyor. Buna rağmen Washington, Esad’ın görevde kalmasına ek olarak zaman içinde güçlenen Rusya-Suriye-İran eksenine karşılık sahada NATO üyesi Türkiye’nin “kara harekatlarıyla” alan kazanmasına da şu ana kadar stratejik düzlemde karşı çıkmayıp bu durumdan çeşitli kazançlar elde ettiği gibi bundan sonrasında da bu tutumunu sürdürebilir.

Erdoğan ve Putin

Neticede ABD’nin Suriye’deki temel stratejik hedefleri olarak Suriye’nin bölgede İsrail’e bir tehdit olmaktan çıkarılması, Rusya’nın müttefiki Suriye krizine yönelik çözüm planının hayata geçirilmesinin mümkün olduğunca zorlaştırılması, İran’ın Ortadoğu’daki etkisinin sınırlandırılması gibi hususlar öne çıkıyor. Bu hedeflerine ister sahada ortağı olarak değerlendirdiği Kürtler isterse de müttefiki olduğu Türkler üzerinden ulaşması pek sorunlu bir durum değil. Bir başka deyişle, günün sonunda Menbiç’te, Tel Rıfat’ta veya Kobani’de Kürtler de olsa Türkler de olsa ABD açısından stratejik bir kayıp yaşanmayacak. Neticede Kürtlerin kendisiyle işbirliği yapmasını sürdürecek ölçüde yeterli kaynak ve araçlara sahip olduğu gibi, NATO müttefiki Türklerin de bu bölgeleri kontrolü altına almasına izin vererek bahsi geçen hedeflerine daha kolay ulaşmayı tercih edebilir.

‘ALLAHIN BİLDİĞİ KULDAN SAKLANMAZ’, ERDOĞAN NATO İÇİN ER GEÇ ONAY VERECEK

Dolayısıyla gerek kara harekatının kaderi gerekse de Esad’la olası bir “barışın parametreleri” tek başına Rusya’nın bu konudaki “yeşil ışığına” veya yönlendirmesine bağlı olmayacak. Hatta Rusya’dan daha fazla, ABD’nin bölgedeki menfaatlerini Erdoğan’ın kendi hedefleriyle ne boyutta örtüşür hale getirip getiremeyeceğiyle ilgili olacak. Yıllardır Beyaz Saray’da başa baş görüşme davetini sabırsızlıkla bekleyen Erdoğan’ın Biden yönetimiyle temel çıkarlar planında değil, ikili şahsi temaslar alanında pürüzlü ilişkilere sahip olduğu gerçeği birbirine karıştırılmamalı. Benzer durum, İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliklerinde de geçerli. Temelde bu iki ülkenin NATO üyeliklerine karşı çıkma gibi bir hedef gütmeyen Erdoğan’ın bu konuyu bekletme kartını elinde tutması tümüyle iç ve dış politikada ABD’yle yapmaya çalıştığı pazarlıklarla ilgili. Yoksa, “Allah’ın bildiği kuldan saklanmaz”; er veya geç Erdoğan’ın bu onayı vereceğini zaten herkes gayet iyi biliyor. Şüphesiz 2023’te Türkiye-Rusya ilişkilerini doğrudan etkileyecek konu başlıkları bunlarla sınırlı değil. Örneğin, Azerbaycan-Ermenistan ihtilafında varılan yeni aşama, Karabağ’da Aliyev yönetiminin yine özellikle Türkiye ve İngiltere’den aldığı destek ve Ukrayna’daki savaşın etkisiyle Moskova’ya karşı eskiye göre “daha cesur” adımlar atma ihtimali, Türkiye’nin son dönemde oldukça aktif faaliyetler yürüttüğü Orta Asya’yla ve özelde de Kazakistan’la temaslarının Rusya’yla ilişkilere yansımaları ve yine Karadeniz üzerinden yakınlık duyduğu bir diğer kuzey komşusu Moldova’nın Transdinyester bölgesinde çatışma dinamiğinin harekete geçmesi gibi olası gelişmeler de eski Sovyet coğrafyasında Ankara- Moskova hattını zorlayacak test alanlarının başında geliyor. Bu açıdan aslında, Putin için 2023’ün en büyük dilemması da bir yandan Erdoğan’ın iktidarda kalması yönünde verilen desteğe rağmen, Rusya’nın Ukrayna’daki savaşla birlikte nüfuzunun aşınmaya başladığı “arka bahçesinde”, koltuğunu koruduğu takdirde aynı Erdoğan’ı başta İngiltere’nin çıkarları ekseninde daha aktif politikalar izlerken görmesi olacak.

Dostoyevski, o “Ölüler Evinden Notlar” isimli harika romanında “Balı seviyorsan soğuğa da katlanacaksın” (Любил медок, люби и холодок) ifadesini kullanır. Bir anlamda Türkçe’deki “Gülü seven dikenine katlanır” deyiminin Rusça versiyonu. Malum, Rusya “ayı” simgesiyle tanınır, soğuğa dayanıklı ayılar da balı çok severler. Burada asıl soru(n), ağızda tatlılık verse de balın zehirli olup olmadığı. Putin’in bir “bal tuzağına” düşmesinin ne derece ihtimaller dahilinde olduğu.

Yoksa, böylesi bir Erdoğan’ı kim sevmez!..