Putin yenilince Erdoğan da yenilmiş mi sayılacak?

Ukrayna'daki savaşın bundan sonraki seyrine ilişkin üç temel senaryo vardır ve üçü de Erdoğan rejimi için “çanların çaldığı” anlamına gelmektedir.

ÖMER MURAT 11 Mart 2022 HABER ANALİZ

Ukrayna’nın işgali başladığından beri, Rusya ile Batı arasında yaşanan son kapışmanın tarihte bir benzeri olup olmadığı üzerinde düşünüyorum. Rusya’nın tüm Batı’yı karşısına alarak girdiği tek savaş 1853-56’da gerçekleşen Kırım Harbi’dir. Avrupa ülkelerinin iç ve dış siyasetlerini yanlış okuyan Çar I. Nikola, Osmanlı Devleti’ni paylaşmak hayaliyle tüm Batı’yı karşısına aldığı bir savaş başlatmıştı. Savaşa ilişkin tüm öngörüleri, aynen Putin gibi, başından itibaren yanlış çıkmıştı. Yayılmacı siyasetinin Batılı büyük devletleri ne denli rahatsız ettiğini anlamayan Rusya, 1815 Viyana Kongresi’nde verdiği teminatları hiçe sayarak Polonya Krallığına istiklâliyetini vermemiş, 1831’de Varşova isyanını kanlı bir şekilde bastırmıştı. Yine 1849’da Macaristan’daki halk ayaklanmasının bastırılmasına verdiği askeri destek de Avrupa efkarı umumiyesince hoş karşılanmamıştı.

Batı’daki bu Rus aleyhtarı havanın farkında olmayan Çar savaş başladığı zaman Osmanlı Devletinin Ortodoks halklarının da ayaklanacağına inanıyordu. Aksine böyle isyanlar yaşanmadı. Birdenbire bütün Batı’yı karşısında bulan Çar sükutu hayale uğradı, savaş devam ederken kahrından hastalandı ve öldü. Ondan sonra gelen II. Aleksandr, başta sanki selefinin siyasetini değiştirmeyecek gibi davransa da savaşın kazanılması mümkün olmadığından Rusya için ağır şartlar içeren bir anlaşmaya razı oldu. Böylece Rusya 1814’den itibaren Avrupa siyasetinde oynadığı güçlü rolü kaybetti. Bu savaştan Rusya’nın çıkardığı en önemli ders, sosyal ve ekonomik düzeninde büyük reformlar yapması gerektiğini kabullenmesiydi. II. Aleksandr’ın ana gündemi, serfliğin kaldırılması gibi sosyal ve demiryolları inşa edilmesi gibi ekonomik reformlardı.

Putin’in Kırım Savaşı’ndan çıkardığı dersler ise bambaşkaydı. Tarihten doğru dersler alınmazsa, tekerrür etmesi kaçınılmazdır. Bugün sanırım öyle bir durumla karşı karşıyayız. İngiliz tarihçi Orlando Figes, Kırım Savaşı’nı ele alan ve 2010’da basılan kitabını şu manidar paragrafla bitirmişti. (Benim çevirimle) “2006 yılında, Putin’in Cumhurbaşkanlığı İdaresinin desteğiyle Kırım Savaşına ilişkin bir konferans düzenlendi. Konferansın sonuçlarına ilişkin yapılan basın duyurusunda Kırım Savaşı’nın Rusya için bir yenilgi olarak değil ahlaki ve dini bir zafer, haklı bir savaşta gösterilmiş milli bir fedakarlık olarak görülmesi gerektiği, Rusların haksız bir şekilde liberal entelijensiya tarafından eleştirilen Çar I.Nikola’nın şahsındaki otoriter misale, ülkesinin çıkarlarını savunmak için Batı’ya karşı durduğundan saygı duyması gerektiği belirtilir. Tüm dünyaya karşı Rusları Kırım Savaşı’na sokan I. Nikola’nın itibarı Putin Rusyası’nda iade edilmiştir. Bugün, Putin’in talimatıyla Nikola’nın bir portresi Kremlin Cumhurbaşkanlığı Ofisi’nin giriş salonunda asılıdır.” Milliyetçi ve otoriter siyasi ideolojisiyle kendisini bir çar gibi konumlandıran Putin’in tarihi geri çevirme teşebbüsü başarısızlıkla sonuçlanacak gibi gözükmektedir.

Aynen ilk Kırım Savaşı’nda olduğu gibi bugünkü savaşın da Türkiye iç ve dış siyaseti üzerinde büyük etkileri olması beklenmelidir. Kırım Savaşı’nın Osmanlı Devleti için en önemli neticelerinden biri Avrupa’nın beklentilerini karşılamak üzere ilan edilen Islahat Fermanı’dır. Türkiye içeride siyasi ve sosyal reformlar yapmayı taahhüt ederek “Avrupa Uyumuna” dahil edilmiştir.

Bugün liberal demokrasiyi temsil eden Batının, dünyadaki otokrasilerin tipik bir örneği olan Rusya’ya karşı kazanacağı bir “zafer”, Erdoğan benzeri otokratların harekat alanını kısıtlayacaktır. Putin’le yaşanan çatışmadan Batılı ülkelerin çıkardığı en önemli ders, otokratik idarelerin tahmin edilemez ve güvenilemez yapıda oldukları şeklindedir. Bu tür rejimlerin Batılı ekonomik ve finansal sisteme entegre olmaları halinde, düzene meydan okuyan girişimlere kalkışamayacaklarına dair fikir iflas etmiştir.

Kremlin’de Putin başkanlığında başta generaller olmak üzere tüm Rus güvenlik yetkililerinin iştirak ettiği bir toplantı. (2019)

Ukrayna’da 2014’de halk protestolarıyla Rus yanlısı rejim devrilerek Batı yanlısı bir hükümet iktidara geldiğinde Rusya, Avrupa’ya gönderdiği gazın büyük bölümünün Ukrayna üzerinden geçmesini ve Ukrayna’nın bu gazı “çalmasını” gerekçe göstererek bunu kabullenemeyeceğini söyleyince Almanya Rusya’yı yatıştırmak ve Rusya’nın bu alanda Ukrayna’ya bağımlılığını azaltmak için Kuzey Akım II boru hattı projesine yeşil ışık yakmıştı. Doğu Avrupa ülkeleri, bu projeyi Stalin-Hitler paktının modern bir uzantısı olarak görme eğilimindeyken, Berlin bunu Rusya’nın bazı “haklı” endişelerini gidermek için gerekli görüyordu. Putin Kuzey Akım II’nin devreye girmesine aylar kala Ukrayna işgalini başlatarak asıl derdinin bu olmadığını, Doğu Avrupa’da siyasi sınırları askeri işgallerle yeniden çizmek istediğini ilan etti. Anlaşılan Putin Almanya’nın Kuzey Akım II projesine katılmasını, Berlin’in tarihte bir çok kez olduğu gibi Doğu Avrupa’da etki alanlarının paylaşılmasına hazır olduğuna dair bir mesaj gibi algıladı. (I. Nikola’nın Kırım Savaşı’na girerken İngiltere’nin kendisini yatıştırmak, idare etmek için attığı adımları, Londra’nın Rusya’ya karşı bir savaşa girmeyeceği şeklinde algılamasıyla da benzerlik söz konusudur.)

Batılı ülkeler, özellikle Almanya ve Hollanda, enerji güvenliği gibi çok kritik bir meselede Putin gibi bir otokrata bu denli bağımlı olunduğunun ortaya çıkmış olması yüzünden kendi halkları karşısında zor durumda kaldılar. Bu çatışma beklendiği gibi Batının üstünlüğüyle sona erdiğinde, Erdoğan gibi otokratlara göz yummanın ağır bir bedelinin olabileceği kanaati Batılı başkentlerde iyice yerleşmiş bulunacaktır. Putin Rusyası’yla olan çatışmayı liberal demokrasilerle otokrasilerin karşı karşıya gelmesi olarak takdim eden Batının bu aşamada bile, popülist otoriterliğin sembol yüzlerinden Erdoğan’la fazla aynı safta görünmemekten memnun olması muhtemeldir. Öte yandan, Batının ekonomik/finansal yaptırımlar yoluyla bir otokrata diz çöktürebildiğinin ortaya çıkmış olması, Batı karşıtlığını iç siyasetinde ideolojik söylemi haline getirmiş Erdoğan’a karşı aslında o kadar da çaresiz halde bulunulmadığını herkese ister istemez hatırlatacaktır.

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan (FOTOĞRAF: ADEM ALTAN / AFP)

Erdoğan da bu durumun farkındadır. Dün yaptığı grup konuşmasında Ukrayna’da şehirlere yönelik çocuklar dahil sivillerin ölümüne yol açan bombardımanlar yürüten Rusya’ya karşı hiçbir şey söylemediği halde, Putin’in yakın arkadaşı olan ve Ukrayna’ya saldırısı sonrası Rus liderle arasına mesafe koymayı reddettiği için görevine son verilen Münih Filarmoni Orkestrası’nın Rus şefinin “mağduriyetini” gündeme getirdi. Rus ordusu Ukrayna şehirlerini kuşatarak işgal ederken, Batı’nın Rusya’ya uyguladığı yaptırımları Moğol istilasına benzetmesi de sanırım Erdoğan’ın bilinçaltındaki endişelerini dışavurma şekli gibiydi. On binlerce kişiyi muhaliflerinin sadece akrabaları olduğu için yürüttüğü sosyal kırıma dahil etme zorbalığından çekinmeyen bir liderin Putin’in yoldaşı olduğu için işini kaybeden bir insanın ardından ağıt yakması da ayrı bir tezattır. Bu tür yorumlarını dinlerken Erdoğan’ın aynaya bakarken gördüklerini dünya ahvali imiş gibi tasvir ettiği duygusuna kapılmamak da kabil olmuyor.

Ukrayna ordusu, ağır Rus kuşatmasının sürdüğü ve çatışmaların yoğunlaştığı Irpin kentini savunuyor. Bu arada şehirdeki siviller de zor şartlarda tahliye edilmeye çalışılıyor.

Halihazırda Erdoğan Türkiyesi’nin Ukrayna’daki savaşın seyrini değiştirebilecek bir gücü olduğundan bahsedebilmek pek mümkün değildir. Savaşın bundan sonraki seyrine ilişkin üç temel senaryo vardır ve üçü de Erdoğan rejimi için “çanların çaldığı” anlamına gelmektedir. İlki (ve iyimser olanı) savaşın Rusya’nın hemen geri adım atmasıyla bitmesidir. Putin üç hesap hatası yapmıştır, (1) Ukrayna halkının ve ordusunun direneceğini, (2) Batı’nın bu kadar sert ve birlikte tepki göstereceğini, (3) Rus ordusunun kardeş bir halka karşı isteksiz savaşacağını düşünmemiştir. Bu nedenlerle, Ukrayna’daki direniş nedeniyle Rus ordusunun kayıpları artıkça halkının tepkisinin büyümesinden ve Rusya’yı ekonomik açıdan uçurumun eşiğine getirmiş olmasından endişe eden Putin, elindeki propaganda araçları sayesinde Rus halkına “zafer” olarak lanse edeceği bir anlaşmayla hemen geri çekilecektir. Böyle bir netice dünyada otokrasilerin yenilgisi kabul edildiği oranda Batılı liberal demokrasilerin cesaretini artıracak ve Erdoğan’ın hukukun üstünlüğünü ve temel özgürlükleri askıya alan otokratik rejimine yönelik tahammülü azaltacaktır. Çin’le kaçınılmaz gözüken bir çatışmaya hazırlanan Batı için, bu kapışmanın ideolojik boyutunun demokrasi ve otokrasi karşıtlığı üzerinden şekillenmesi daha da önem kazanacağı için Erdoğan Türkiyesi’nin Batı ittifakında yer alması daha fazla tepki çekmeye ve sorunlu görülmeye başlayacaktır.

İkinci senaryoda Ukrayna’da savaş düşük yoğunluklu devam edecek ama Putin “ekonomik savaşı” tüm dünya ekonomisini çalkantılara sokacak şekilde büyütecektir. Batı’nın Putin’e mesajı nettir “Ukrayna’yı yerle bir edebilirsin, buna gücün var. Ama biz de senin ekonomini mahvederiz, buna gücümüz var.” Putin bu denklemi bozmak için Rusya’nın Batı’ya doğal gaz ve petrol arzını kesme hamlesiyle ekonomik gerilimi yükseltecektir. Avrupa’nın Rus doğal gazına bağımlılığı yüksek olduğundan böyle bir ambargo zaten yükselmiş olan enerji fiyatlarını artırdığı oranda Batılı hükümetleri zor durumda bırakacaktır. Dünya ekonomisindeki payı küçük olan ve son dönemde yaşadığı ekonomik krizlerle bu payı daha da küçülen Türkiye’nin Batı’nın uyguladığı yaptırımlara katılmaması bugün için sorun olmamaktadır, çünkü bu yaptırımlara katılması halinde bunun Rusya’ya yapacağı ilave baskı, Moskova’nın umursamayacağı kadar azdır. Fakat ekonomik savaştaki gerilim yükseldikçe, Erdoğan’ın “taraflara eşit mesafe” kılıfı altında savaştan iktisaden istifade etme uyanıklığıyla yaptığı teşebbüsler Batı’nın gözüne batacaktır. İkinci senaryonun dünya ekonomisinde yol açacağı “tsunamiler”in altında Türkiye ekonomisinin boğulması, Türk Lirasının serbest düşüşünü sürdürmesi ve ülkenin tamamen hiperenflasyona düşmesi de beklenmelidir. Türkiye’nin bütün ihtiyat akçelerini seçim ekonomisi ve yolsuzluklarla tüketen Erdoğan rejimi böyle bir fırtınaya hiç hazırlıklı değildir.

Üçüncü senaryo ise Putin’in Doğu Avrupa’daki NATO ülkelerine örneğin füze saldırıları düzenleyerek savaşı yaymasıdır. Bu takdirde, NATO üyesi olarak Türkiye’nin tarafsız bir siyaset sürdürmesi tamamen imkansızlaşacak, Türkiye’nin NATO üyesi olarak Batı kampına yanaşmaktan başka çaresi kalmayacaktır. Fakat Erdoğan’ın Putin’e olan bağımlılığı had safhadadır, bu zafiyet Rus askeri jeti düşürüldüğü zaman Putin’in masaya sürdüğü IŞİD petrolünün pazarlanması gibi Erdoğan’ı kişisel olarak zor durumda bırakacak dosyaların varlığından ibaret değildir. Türk ekonomisi, daha önce de vurguladığımız gibi, enerji, turizm ve ticaret gibi alanlarda bugün Rusya’yla bir çatışmayı kaldıramayacak kadar zayıf durumdadır.

Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov ve Ukrayna Dışişleri Bakanı Kuleba, Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun da katılımı ile üçlü formatta gerçekleşen toplantıda Antalya’da bir araya geldi.

Tarafların Erdoğan Türkiyesi’ni gelişmelere etki edebilecek önemli bir güç, gerçek bir müttefik veya ortak görmekten ziyade, karşı tarafa itmemek için “idare ettiklerini” gösteren bir gelişme Rusya ve Ukrayna Dışişleri Bakanlarının dün Antalya’da gerçekleştirdikleri toplantıda yaşandı. Herkes görüşmeden bir ateşkes veya insani koridor kararının çıkıp çıkmayacağı sorusunun cevabını beklerken, Rus Dışişleri Bakanı Lavrov bu iki konunun da hiçbir zaman görüşmenin gündemine alınmadığını, böyle bir planlamanın yapılmadığını açıkladı. Ukrayna Dışişleri Bakanı da Rus mevkidaşının kritik konularda herhangi bir karar almak için yetkilendirilmeden Moskova’dan gönderildiğinin anlaşıldığını belirtti. Bu durumda dünkü görüşmenin niye gerçekleşmiş olduğu sorusu cevapsız kaldı. Anlaşılan Rus heyeti Antalya’ya “turistik bir ziyaret” yapma fırsatını fevt etmek istemedi. İşin latifesi bir yana, Rusya’nın bu tavrını belki şöyle anlamak icap eder: Lavrov Antalya’da düzenlediği basın toplantısında ateşkes ve insani koridor gibi kritik konulardaki görüşmelere ev sahipliği yapma “şerefinin” Belarus’ta olduğunu vurguladı. Putin, Ukrayna’yı işgal ederken Belarus topraklarını kullanarak oradaki otokrat kankası Lukaşenko’yu oldukça zor durumda bıraktı. Bu nedenle şimdi Belarus bir ateşkese arabuluculuk, ev sahipliği yapma imtiyazını elde ederek ve bu konularda ön alarak komşu bir ülkenin işgaline yardım etmenin suçunu hafifletmeye çalışıyor. Bu nedenle Putin, sadece fotoğraf vermek üzere Lavrov’u Antalya’ya göndererek diğer otokrat dostu Erdoğan’ın ağzına da bir parmak bal çalmış oldu.

Avrupa’nın Rusya’ya enerji alanında bağımlılığını azaltma zorunluluğunu duyması ve acilen harekete geçecek olması Doğu Akdeniz’de keşfedilen zengin enerji kaynaklarının önemini artık daha da fazla yükseltmiştir. Daha önce de yazdığım gibi, bu doğal gazın Avrupa’ya ulaşması için en ekonomik yol Türkiye üzerinden geçmektedir. Fakat Putin Rusyası’na bağımlılığı azaltırken, Erdoğan Türkiyesi’nden medet ummanın “çarpıklığı”, ister istemez gündeme gelecektir. Bu nedenle Avrupalı liderler, Doğu Akdeniz doğal gazı yerine LNG alımına ağırlık vermesi ve belki Doğu Akdeniz’de çıkarılan gazın Avrupa’ya ihracını kolaylaştırmak üzere bölge ülkelerinde LNG terminalleri kurulmasına finansal destek vermeyi muhtemelen tercih edeceklerdir. Görüldüğü üzere Erdoğan’ın kurduğu otokratik rejim, Türkiye’nin potansiyel avantajlarını değerlendirebilmeyi imkansız kılmaktadır.

Erdoğan, İsrail Cumhurbaşkanı Isaac Herzog’u resmi törenle karşıladı.

İşte tüm bu açmazlar nedeniyle Erdoğan rejimi için, Biden yönetimiyle arayı düzeltmek her zamankinden çok daha fazla önem kazandı. Fakat içeride popülerliği düştükçe otoriterleşmenin dozunu artıracağının sinyallerini veren Erdoğan, hukukun üstünlüğünü tesis eden ve otoriterleşme sürecini tersine çeviren adımlar yerine, ABD ve dünya siyasetini yüzeysel algılamasının bir yansıması olarak özellikle İsrail’le ilişkileri normalleştirmeye odaklanmış görünmektedir. İsrail tarafı ise normalleşme arzusunun Erdoğan’dan kaynaklandığını ve AKP liderinin bu konuda ne kadar hevesli olduğunu herkesin görmesini temin edecek şekilde hareket etmeye dikkat etmektedir. Erdoğan, İsrail Cumhurbaşkanı Herzog’un Şubat ayında geleceğini duyurmasına rağmen, Herzog Türkiye ile normalleşmenin Yunanistan ve Güney Kıbrıs’la son dönemde ilerletilen yakınlaşma pahasına gerçekleşmeyeceğini vurgulamak için önce Atina ve Lefkoşa’ya gitmeyi tercih etti ve Ankara ziyaretini Mart ayına erteledi. Yine Erdoğan’ın Herzog’un ziyaretini, dış dünyaya doğru parlatırken, içeride perdeleme arzusuna hizmet edecek şekilde Antalya Diplomasi Forumu kapsamına alma teşebbüsüne de İsrail tarafı yanaşmadı. Erdoğan, İsrail’in sembolik yetkilere sahip cumhurbaşkanına Ankara’da şaşalı bir karşılama merasimi düzenledi.

Bu görüşmenin hemen ertesi günü Erdoğan “muradına nail oldu” ve Biden’la uzun zamandır yapmayı beklediği telefon görüşmesi gerçekleşti. Bu zamanlamanın AKP liderinin ABD ve dünya siyasetine ilişkin “inanışlarını” güçlendirmesi beklenmelidir. Nitekim Beyaz Saray’ın görüşmeye ilişkin yaptığı yazılı açıklamada, İsrail Cumhurbaşkanı’nın Ankara ziyaretiyle, Biden’ın telefon görüşmesini birbirine bağlayan bir atıf dikkat çekiciydi. Açıklamaya göre Biden, Erdoğan’a “bölge liderleriyle son zamanlardaki angajmanlarından” (onlarla ilişkileri düzeltmesinden) duyduğu memnuniyeti dile getirdi ve bunun barış ve istikrara katkı sağlayacağını söyledi. Bakalım Erdoğan’ın İsrail’le ilişkileri düzelterek etki etmeye çalıştığı ABD’deki Yahudi lobisi, ona Batı’yla hayal ettiği yeni bir başlangıcı temin edebilecek mi?

Erdoğan içeride otoriterleşmeyi daha da artırırken, dış politikasında yaptığı bu U dönüşleri sayesinde Batı’yla ilişkilerinin daha da fazla gerilmesini bu şekilde önleyebileceğini, hatta Batı’yla ilişkilerini düzeltebileceğine inanıyor. George Orwell insanoğlunun doğru olmadığı belli şeylere inanma konusundaki eğiliminden bahseder. Bu insanlar inandıkları şeyler yanlış çıkınca, kendilerinin haklı olduğunu göstermek için küstahça gerçekleri çarpıtırlar. Peki onların gerçekle yüzleşme ihtimali yok mudur? Orwell bunu şöyle cevaplar: “Er ya da geç, yanlış bir inanış, saf hakikate çarpar… ve genellikle bu, bir muharebe alanında gerçekleşir…”

  • Ömer Murat, Dış Politika ve Siyaset Uzmanı, Eski Diplomat
WP2Social Auto Publish Powered By : XYZScripts.com