ABD, Türkiye’nin Suriye’de kalmasını neden önemsiyor?

Türkiye’nin yeni bir askeri harekatla Suriye’de hakim olduğu toprakları biraz daha genişletmesini ABD'nin “büyük bir sorun” olarak görmemesi muhtemeldir. Öyle anlaşılmaktadır ki Washington orta ve uzun vadede Türkiye’nin, İran’la bir kapışmaya girmesini kaçınılmaz görmektedir.

ÖMER MURAT 03 Aralık 2022 HABER ANALİZ

Giderek daha fazla açığa çıkan bir gerçek şu: ABD Yönetimi Suriye politikasını özellikle orta ve uzun vadede Türkiye’yle müttefiken götürme zorunluluğu duyuyor. Bunun nedenlerini anlayabilmemiz için merceklerimizi Türkiye ile YPG arasındaki çatışmadan uzaklaştırıp genel olarak Suriye’deki durumun Orta Doğu jeopolitiği içindeki yerine doğrultmamız gerekiyor. Evet doğru, ABD’nin Suriye’de asker bulundurmasının kendi açıklamış olduğu öncelikli nedeni IŞİD’le mücadeledir. En az bu gerekçe kadar önemli olan, fakat onun kadar seslendirilmeyen bir başka neden ise Suriye’de İran ve Rusya etkinliğinin dengelenmesidir. Çünkü İran Suriye’de gücünü tahkim edip oraya tam hakim hale gelirse bu durumda Maşrik’te, yani Ortadoğu’nun kalbinde, Beyrut’tan Tahran’a uzanan bir Şiî kuşağı meydana gelecektir. Irak’ta ABD işgali sonrası dönemde merkezi hükümetin, büyük ölçüde, çoğu İran’la yakın ilişkilere sahip Şiî’lerin kontrolü altına girdiği ve Lübnan’da yine Şiî Hizbullah’ın ülkedeki en güçlü iktidar odağı olduğu gerçekleri göz önünde tutularak haritaya bakılmalıdır.

Böyle bir siyasi harita, Sünni çoğunluklu Arap ülkeleri ve İsrail bakımından anlaşılabilir bir şekilde güvenliklerini doğrudan tehdit edici bulunmaktadır. Fakat ne Arapların, ne de İsrail’in bu sonucu tek başına engelleyebilme güçleri yoktur. İsrail Suriye’de sık sık bazı nokta hedeflere, temelde İran’ın ülkedeki etkinliğini azaltmak maksadıyla hava saldırıları düzenlese de, sadece böyle hava saldırılarıyla Tahran’ın Esad rejimi üzerinden Suriye’de artan etkinliğinin engellenebilmesi mümkün değildir. Araplar ise Esad’la ilişkileri normalleştirmek suretiyle Şam’ın Tahran’a olan bağımlılığını azaltmaya çalışsalar da bunun yakın vadede hedeflenen neticeleri üretip üretemeyeceği cây-i sualdir.

Suriye’de tutunmak için yerel ortaklara ihtiyacı olan ABD için YPG’yla yürüttüğü işbirliği bazı sorunlar içermektedir. Bunun Türkiye’yle ilişkilerinde yol açtığı sıkıntılar bir yana, YPG’nin Esad rejimine ve İran’a karşı bir pozisyon takınmaktan kaçınması iki taraf arasındaki işbirliğinin stratejik temellerinin zayıflığına işaret etmektedir. Bu da ister istemez karşılıklı bir güvensizliğe sebebiyet vermektedir. YPG silahlı unsurlarına ve Batılı ülkelerle IŞİD’le mücadele kapsamındaki işbirliğine dayanarak kurduğu özerk yönetimin Esad tarafından tanınması hedefini gütmekte, İran’ın ülkedeki etkinliğini kendisine yönelik yaşamsal bir tehdit olarak görmemektedir. Keza PKK’nın bir başka kolu olan YBŞ ile İran destekli Haşdi Şabi arasında Suriye sınırındaki Sincar gibi kritik bir şehirde kurulan ittifak da ABD’de Suriye’deki ortağına ilişkin ayrıca soru işaretleri doğurmuş olmalıdır. Washington’un, Türkiye’de seçim öncesi Erdoğan’a siyaseten oldukça yarayan paslar atan, Kuzey Irak’ta İran’la müttefiklik kurmakta beis görmeyen bir örgütün Suriye koluyla yürütülen ortaklığa dayanarak bölgede temel siyasi hedeflerini gerçekleştirmeye çalışmanın, fay hattına cam fabrikası kurmak anlamına geldiğini düşünmesi kaçınılmaz gibidir.

ABD’nin Suriye’ye yönelik ikircikli ve bolca yanıtsız sorular barındıran siyasetini daha iyi anlayabilmek için şöyle bir farazî sorunun cevabını bulmaya çalışalım: Diyelim ki Türkiye yarın Suriye’den tamamıyla çekilmeye karar verirse, onun bıraktığı boşluğu kim dolduracaktır? Ankara’nın böyle bir seçeneği olup olmadığı çok su kaldıracak başka bir hamurdur ama bunun ancak Esad rejimiyle YPG’ye karşı bir ittifak kurulmasıyla gerçekleşmesi beklenir. Esad rejiminin mevcut yapısıyla Suriye’de yeniden hakim olması ise Batı’nın tamamen dışlandığı ülkeye İran ve Rusya’nın muzaffer bir şekilde yerleşmesi demektir. Böyle bir manzaranın ABD’nin genel stratejik çıkarlarıyla, en hafif tabiriyle, uyumlu olacağını söyleyebilmek zordur.

Suriye’de özelde ABD, genelde Batı açısından hiç de arzulanmayan bu neticenin önlenebilmesi için Türkiye’nin Suriye’de kalmayı sürdürerek Esad karşıtı muhaliflerin hamiliğini yapması önemli gibi gözükmektedir. Çoğu itibariyle, özellikle de HTŞ (Heyetu Tahriru’ş Şam) gibi etkili savaşan birliklere sahip olanları “aşırılıkçı” tabir edilen, terörizme (bulaşmış sayılmıyorsa) temayüllü kabul edilen bu örgütlere Batı’nın doğrudan destek verebilmesi pek mümkün değildir. Oysa Erdoğan rejiminin, adeta Taliban’ın Afganistan’da hakim duruma gelişinden bazı dersler çıkarmış gibi, bu örgütlenmelerin belli ölçüde ehlileştirilmesinde etkin rol oynadığı bilinmektedir. Nasıl ki Taliban, El-Kaide ve IŞİD gibi temelde Batı karşıtı olan ve uluslararası çapta faaliyet gösteren terörist örgütlere desteklerini çekerek, hatta bu örgütlere karşı silahlı mücadele yürüterek kendi hedefinin sadece Afganistan’da hakim olmakla sınırlı olduğunu “ispat etmişse”, İdlib’de hakim HTŞ de Türkiye’nin aracılığında benzer bir süreçten geçmektedir. Malumunuz IŞİD’ın son lideri El-Kureyşi, ABD özel kuvvetlerinin düzenlediği bir operasyonla geçen Şubat’ta İdlib’de HTŞ’nin kontrolü altındaki bir kasabadaki evinde öldürüldü. Normalde bunun HTŞ’nin IŞİD’le ortaklaşa hareket ettiği sonucunu doğurması beklenirdi ama öyle olmadı. Tersine bu tür operasyonların muhtemelen HTŞ üzerinden “temin edilen” istihbaratlar sayesinde gerçekleştirildiğine dair işaretler zayıf değildir.

Böyle bakıldığında ABD’nin Türkiye’nin yeni bir askeri harekatla Suriye’de hakim olduğu toprakları biraz daha genişletmesini “büyük bir sorun” olarak görmemesi muhtemeldir. Öyle anlaşılmaktadır ki Washington orta ve uzun vadede Türkiye’nin, Suriye ve Irak’ta hakimiyetini devamlı genişleten İran’la bir kapışmaya girmesini kaçınılmaz görmektedir. Maşrik’teki Şiî kuşağını Sünni Araplar ve İsrail kadar Türkiye’nin de tehdit edici bulması beklenirdi. Nitekim Erdoğan’ın son Tahran ziyareti sırasında kendisini adeta azarlayan Hamaney’in bu “cesareti” nereden aldığını sorgulayan bir analizin Anadolu Ajansı tarafından yayınlanmış olduğu hatırlardadır.

Bugün Erdoğan rejimi, Suriye’de (ve hatta belli ölçüde Irak’ta) birbiriyle savaşan, çatışan karşıt grupları desteklemelerine rağmen İran’la stratejik bağlamı açıklanması pek kolay olmayan yakın bir işbirliği yürütmektedir. Bu işbirliğini birarada tutan kilit taşı, iki ülkenin de, farklı Kürt örgütlenmeleriyle ne kadar özel ilişkiler kurarsalar kursunlar, temelde bölgede bağımsız bir Kürt devletinin oluşumunu ulusal çıkarları bakımından büyük bir tehdit olarak algılamaları ve bunun gerçekleşme ihtimalinin yükseldiği anlarda ortaklaşa hareket etmekten kaçınmamalarıdır.

Bu demektir ki, Suriye ve Irak’ta bir Kürt devleti oluşma ihtimali yükseldikçe Türkiye ve İran birbirine yaklaşacak, o ihtimal azaldıkça ise Sünni-Şiî çekişmesinde karşı kampları destekledikleri için ister istemez rekabete düşeceklerdir. Bu takdirde Erdoğan’ın Tahran’la kurduğu özel ilişki bile muhtemelen böyle bir rekabeti önlemeye yetmeyecektir. Kaldı ki Kürt meselesi, Türkiye ve İran’daki otoriter iktidarlar için sadece bir dış politika değil, güvenlikçi rejimlerinin meşruiyetlerini dayandırdıkları Batı karşıtlığını devamlı besleyebilmelerine imkan sağlayan elverişli bir araç olması bakımından önemli bir iç siyaset konusudur. Bu itibarla, iki ülkenin de temelde iç siyasi dürtüler, aciliyetler nedeniyle (Erdoğan’ın seçim hesapları, İran’da haftalardır devam eden protestolar) aynı anda kendi Kürt bölgelerine komşu ülkelere yönelik hava operasyonları başlatması hiç de tesadüfi değildir.

Rusya ve Çin’le kapışmalarına odaklanmak zorunluluğu hisseden ABD, Ortadoğu’da İran’ı Türkiye’yle dengelemeyi elverişli buluyorsa, Ankara’nın PKK ve uzantılarına ilişkin tüm tehdit algılamalarını, inandırıcı veya gerçek olup olmadığına bakmayarak ciddiye almak durumundadır. Bunu yaptığı oranda Ankara’nın Kürt meselesinde Tahran’la ortak hareket etme arzusu azalacaktır. Halihazırda Erdoğan rejiminin Batı’yla ilişkilerinin çok kötü durumda olması, AKP Genel Başkanı’na Batılı başkentlerde tabiri caizse zerre kadar güven duyulmaması, keza İran’la ve aşırılıkçı gruplarla yakın ilişkilerinin yapısına dair ciddi şüpheler taşınması ve Türkiye’yi giderek daha fazla Ortadoğu otokrasilerine benzetmiş olması Batı’nın Türkiye’yle Suriye’de ortak hareket ediyormuş algılamasını vermek istememesine yol açmaktadır. Fakat Erdoğan sonrasında gelecek bir hükümetin, rengi ve ideolojisi ne olursa olsun, Batı’yla ilişkilerinde acilen bir düzeltmeye gideceğini, yani Batı’yla ilişkilerin az çok AKP öncesi döneme, hatta AKP’nin ilk dönemlerine benzer bir rotaya tekrar gireceğini de herkes görmektedir. Zaten Erdoğan daha gitmeden bu mecburiyeti hissetti, Türk dış politikasının iki yüzyıllık temel parametrelerinin dışına fütursuzca çıkmasının cezasını bölgede yalnızlaşması nedeniyle yediği tokatlarla ödeyince hemen “normalleşme” adını verdiği bir, -af buyurun- “tükürdüklerini yalama” süreci başlattı. Bu çerçevede bölgede Batı’nın stratejik ortaklarıyla – Suudi Arabistan, İsrail, Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri – ilişkilerini düzeltme çabaları “son hızla” sürüyor.

Uzun lafın kısası, Erdoğan iktidarda kaldıkça ABD’nin Suriye’de bir yandan sahada fiilen Türkiye’ye yer açarken, diğer yandan da kendisini Erdoğan rejimiyle ittifaken hareket ediyormuş gibi bir pozisyona düşürmekten de özenle kaçınması beklenmelidir. ABD’li eski bir generalin şu vecizesini hatırlamamak ne mümkün: “Büyük güçlerin oyununda Kürtler piyondurlar, bu uzun zamandan beri böyledir.”

WP2Social Auto Publish Powered By : XYZScripts.com