Okul kitaplarına farklı bir açıdan bakmak

Çok kullanılan “farklılığa” ve “hoşgörü” kavramlarına gelince. Uyumlu bir toplum farklılığı normal karşılayandır. Farklılığı fark bile etmeyendir. Böyle toplumlarda “hoşgörüye” de ihtiyaç duyulmaz. Hoşgörülecek bir durum yoktur çünkü.

HERKÜL MİLLAS 06 Nisan 2022 GÖRÜŞ

Herkes gibi ben de şimdiki görüşlerimi sistemli bir biçimde geliştirerek oluşturmadım. Şuradan buradan rastgele gelen bilgileri, haberleri, teşvikleri ve olayların korkulu veya hoş yanlarını yavaş yavaş içime sindirerek büyüdüm. Nasıl oluşmakta olduğumun bilincinde de değildim. Öğrenerek büyüyordum; bildiğim buydu.

Çok sonraları, ileri bir yaşta nasıl büyüdüğümü değil nasıl büyütüldüğümü merak ettim. Okul kitaplarına bu gözle baktım. Okumuş olduğum kitaplara acaba ne tür “bilgiler” içeriyormuş diye yeniden baktım. Çevrem bana neyi aşılamış, neyi aşılamak istemiş, bunu ne derecede başarmış, ben hangi oranda “onların ürünüyüm” diye araştırdım. Aslında araştırdığım kendimdim. Ve böylece, bu kez, görüşlerimi daha sistemli bir çerçeveye yerleştirmeye başladım.

Okul kitaplarına da farklı bir açıdan baktım. Aslında okul kitapları sanıldığından çok daha az önemli ve etkileyicidirler. Bize aşıladıkları, bütün öğrendiklerimizin çok küçük bir oranını oluştururlar. (Buna aslında çok sevinmeliyiz, çünkü benim bildiğim okul kitapları yararsız değil, üstelik zararlıdırlar da!)

Ama okul kitaplarının önemi başkadır. Devletin ve hükümetlerin ne tür vatandaş oluşturmak istediklerini gösterirler. Bize aktarılan “bilgiler” özeldir. Benim okul kitaplarına yönelttiğim eleştiri, “bizden olmayan” çevrelere karşı tutumları olmuştur. Bizden olmayanlar, komşu milletlerdir, ülke içinde yaşayan “farklı” etnik veya dinsel gruplardır, “farklı” siyasi ideolojiyi izleyen kimselerdir. Peki ama, farklı olanlar neye göre farklıdır? İşte okul kitaplarının rolü “farklı olmayanı” bize aşılamasıdır; bizim neyi “normal” saymamızı öğretirler.

Okul kitaplarının ne yapmak istediklerini anladığımızda milliyetçi denen ideolojiyi de anlamaya başlarız. Okulda olaylara taraflı olarak, her şeye belli bir açıdan bakmamızı öğretirler. Bu konuda çarpıcı bir örnek vereyim.

1994 yılında “Bir İhtilalin İmajı” başlıklı ve 1789 yılındaki Fransız İhtilalini konu edinen Fransız-Alman işbirliğiyle hazırlanmış olan bir kitap yayınlandı. Konusu bu tarihi olayın çeşitli ülkelerin okul kitaplarında nasıl anlatıldığıydı.

İlginç olan, daha dün gibi yakın bir tarihte, Avrupa’nın ortasında, yüzlerce insanın gözleri önünde yer alan, sonsuz kaynaklarda en ufak ayrıntısına kadar anlatılmış olan bu ihtilalin kırk kadar ülkenin okul kitaplarında farklı farklı anlatılmış olduğudur. Her milli eğitim bakanlığı ülke çocuklarına farklı bir “doğruyu” ve “gerçeği” öğretiyor: kimileri olayı olumlu, kimileri olumsuz sayıyor, başkaları olayda katliam, başkaları demokrasinin kuruluşunu görüyor, birileri parlamenter rejimi, kimileri krallığı övüyor.  Milli anlatıya göre “gerçeklik” böyle bir şeydir; evrensel değil, “bize özeldir”.

Bu kitaptaki katkım Türkiye’deki anlatıyı yazmaktı. Türkiye bu kırk farklı anlatının içinde özeldi. Bir bölümde Fransız İhtilali “İnsan haklarını” gündeme getirdiği için övülmekte, sonraki bir bölümde ise, bu ihtilal Balkanlara milliyetçiliği getirdiği ve Osmanlı Devletine sorun yarattığı için olumsuz gösterilmekteydi. Tam bir kafa karışıklığı, yani.

Türkiye’de Bilgi Üniversitesi’nde Türk-Yunan ilişkileri dersi verirken okul kitapları çok yardımcı olmuştu. Özel bir biçimde. İki ülke ilişkilerini ele alan pek çok çalışma var. Bunları farklı gruplara ayırabiliriz. Kimileri kin ve fobi söylemiyle düşmanlığı körüklemekte. Başkaları olaylara oldukça tarafsız ve “bilimsel” bir yaklaşımla bakarlar. [1]  Hemen hepsi ilişkilere tarihi göndermelerle başlarlar. Kimileri yakın tarihle sınırlı kalırken, başkaları orta çağlara uzanırlar. Ben okul kitaplarıyla yola çıktım.

Öğrencilerime, “hele bir bakalım, siz nasıl bir ortamda büyüdünüz;  anneniz babanız bu alanda neler biliyordu, neler öğretmişlerdi onlara okulda, bebek yaşınızdan beri neler duyardınız evinizde, yakın çevrenizde” diyerek başladım derslerime. Ve anne babalarının okul yıllarında Türk-Yunan ilişkileri konusunda öğrendiklerini araştırdık. Daha sonra eski kuşağın roman olarak neler okuduğunu, film olarak ne seyrettiğini, milli törenlerde neler duyduğunu inceledik.

Bir soru otomatik olarak gündeme geldi: Böyle bir ortamda büyüyen bir Türk veya bir Yunanlı belli bir yaşa gelince artık “tarafsız” düşünebilir mi? Böylece, uluslararası bir sorun söz konusu olduğunda farklı milletten insanların, hemen hemen yüzde yüz oranında, neden kendi taraflarının hep haklı gördüğünü anlamaya başlıyordu üniversite öğrencilerim.

Yani düşünmek, anlamak ve değerlendirmek öylesine tuzaklarla karşı karşıyadır. Bu tuzakları görmeyenler tabii ki çevrelerini anlayamaz; kendi dar dünyalarının içinde taraf olurlar. Hem yalnızlaşırlar, hem çevrelerine küserler. Ve mağdur hissederler. Karşılarında “farklı” düşünenleri ve davrananları gördükçe haksızlığa uğradıklarına inanırlar. Oysa karşılarındakilerin yaptığı genellikler kendilerinin de yaptığından farksızdır: Dar milliyetçi bir dünyada yaşamaktadırlar.

Gelecek yazılarımda bizi karanlık dolaplara hapsetmiş olan önyargıları yaratan başka kaynaklardan da söz edeceğim: edebiyat metinlerinden en başta. Ve pek çok başka günlük etkilerden. Bunların bilincinde olmadan “düşünmek” olanaksızdır. Bu “anlama” sağlanmadan insan huzura da erişemez.

Çok kullanılan “farklılığa” ve “hoşgörü” kavramlarına da değineyim, kısaca. Uyumlu bir toplum farklılığı normal karşılayandır. Farklılığı fark bile etmeyendir. Böyle toplumlarda “hoşgörüye” de ihtiyaç duyulmaz. Hoşgörülecek bir durum yoktur çünkü. Yasal her davranış normaldir ve haktır. Kendim için söyleyeyim, hoşgörülecek davranışlarımın olmadığına inanırım. Yalnız yasal haklarım vardır. Yapmamın yasak olduğu davranışlar ise yasalarla belirlenmiştir; bunların dışında yaptıklarım hakkımdır. Hoşgörü, üstünün aşağı olana gösterdiği “anlayıştır”; demokratik ve eşitlikçi ortamlarda bu tür ilişkilere gerek duyulmaz.

“Hoşgörü” kelimesine “hak” anlamı verilmek isteniyorsa, neden “bunu yapması, böyle olması hakkıdır” demekle yetinmiyoruz? Sanırım kendimizi üstün vehmedip ötekine bir lütufta bulunduğumuzu hatırlatmak için “hoşgörüden” söz ederiz. “Hoşgörülüyüz” söylemi bir tür övünmeyi içerir. Hak kazanılan ve esirgenemeyendir; hatta kimi zaman birilerinin zorla aldıklarıdır, kazandıklarıdır.  “Hoşgörü” sunulandır; bağıştır ve bizi yücelten bir âlicenaplıktır. Bu yüzden bizim ötekine gösterdiğimiz “hoşgörü” bizi yüceltir, ama ötekinin kazandığı haklar bize gurur sağlamaz.

Hoşgörü feodal toplumları hatırlatır; hak demokratik ülkelerin terminolojisidir. Zamanımızda haklarımıza sahip çıkmalıyız.

*

[1] Bu konuda bakınız: H. Millas. “History for Nation-building: The Case of Greece and Turkey”, Palgrave Handbook of Research in Historical Culture and Education, (Edit.)  M. Carretero, St. Berger, M. Grever, Palgrave Macmillan, 2017 adlı yapıtta.