Okul kitapları: Farklı üç yaklaşım

İnsanlar kendi haklarını elde etme mücadelesini verirken “insan hakları"nın savunucuları oldukları vehminde. Demokrasiyi ve insan haklarını savunduklarını sanıyorlar. Oysa “kendi hakkımızı” aramak ile “insan hakları"nı savunmak bütünüyle farklı girişimlerdir.

HERKÜL MİLLAS 24 Mart 2022 GÖRÜŞ

Türkiye’den siyasi mülteci olarak Atina’ya gelip yerleşen bir anne geçenlerde bana çocuğunun okulda karşılaştığı sıkıntısını anlatıyor, ne yapabileceğini soruyordu. Sınıfta Türkler aleyhine konuşuluyormuş.

Bu durumun tam aynısını değil ama benzerini biz de ailece yaşadık. İstanbul’dan Atina’ya göç edip oğlumuz ilkokula başlayınca Türk karşıtı laflar etmeye başladı. Şaşırdık ve bu yeni eğilimin nedenini araştırdık. Meğerse okulda öğrendiklerini aktarıyormuş.

Okul kitaplarına ilgim böyle başladı. Yunanistan’da Türkler hakkında nelerin öğretildiğini inceledim. Sonra acaba Türkiye’de Yunanlılar konusunda neler öğretiliyor diye merak ettim ve bir dosttan okutulan ilkokul kitaplarını göndermesini rica ettim – 1980li yıllardı

Bana ilginç gelen, yayıncı olan bu arkadaşımın kitaplarla beraber gelen notuydu. “Baktım, kitaplarda Yunanlılar aleyhine kötü bir şey söylenmiyor” diye yazmıştı. Her iki ülkenin okul kitaplarını okudum ve okul kitaplarıyla ilgili ilk yazımı Yunanca, Türkçe ve İngilizce olarak yayınladım.[1]

Her iki ülkenin okul kitaplarında komşu halk için çok kötü, aslında feci şeyler söyleniyordu. Yunanca okul kitaplarında Türkler barbardı, Türk okul kitaplarında ise Yunanlılar “bebekleri kundaklarında öldüren kimselerdi”. Her iki yanda bu kitaplarda “bizim millet” yüceltiliyor, “karşı taraf” için iyi tek bir laf bile edilmiyordu.

Aradan kırk kadar yıl geçti. Okul kitaplarında bu çok kötü değerlendirmeleri artık bulamazsınız. Ama yine de “öteki millet” için dolaylı olarak söylenen veya ima edilen olumsuz özellikler pek çoktur. Bu okul kitaplarının böylesine kötü olmamaları için uluslararası alanda ve özellikle UNESCO tarafından, Balkan ülkelerine “telkinlerde”  bulunulmuştu – yani baskı yapılmıştı. Ve aşırılıklar şu an az çok törpülenmiştir.

İlginç bir deneyimimi ilk kez burada açıklamış olayım. Okul kitapları ile ilgili bir İstanbul toplantısında çok iyi bildiğim Türkiye ilkokul kitaplarını elime alıp inceleyince iyice şaşırdım. Ezbere bildiğim Yunan karşıtı cümleleri bulamıyordum. Oysa kitaplar bildiğim eski kitaplardı. Toplantıda bulunan ve Türkiye’deki okul kitaplardan sorumlu olan, tanıdığım Bozkurt Güvenç’e o cümlelere ne olduğunu sordum. Gülerek, “senin eleştirini okuduk, o cümleleri cımbızla çekip çıkardık” dedi. Bu olaydan benim anladığım, eksiklikler gösterildiğinde bazen sakatlıkların düzeltilebileceğidir.

Şimdi bu anlattıklarımdan bazı sonuçlara varalım. Dikkat edilirse okul kitapları konusunda – ki aslında bununla ülkenin “eğitimi” de anlaşılıyor – üç farklı tepki ve yaklaşım görüyoruz. Ve üç farklı insan grubu da söz konusu.

1- Ülkenin yurttaşları okul kitaplarının eksikliklerini ne görebiliyor ne de bunlardan şikâyetçi oluyor.  Okutulanların sakat, zararlı, yanlış, hatta ayıp olduğunun farkında değil. Devletçe öğretilenlerin eksikliklerini göremeyenlerin oranı hemen hemen yüzde yüzdür. “Öteki” tarafın kötülenmesi, “bizim” tarafın hakkaniyetli, hep haklı ve üstün olarak yüceltilmesi çok normal sayılıyor. Yazılanlar akli selim sayılıyor: herkesin bildiği gerçekler yani! Bu duruma, yıllardır süregelen beyin yıkamanın  toplumca içselleştirilmiş olduğunun işaretidir diyebiliriz.

2- Bir şeylerin sakat olduğu sezmeye başlayanlar, çoğunluğun içinde bulunan (etnik, dini, yöresel vb) azınlıklar ve diasporadır.  Ben İstanbul’da ilkokuldayken Rumlar ve Yunanlılar konusunda söylenenlerin pek de doğru olmadığını küçük yaşıma rağmen bilirdim. Yazının başında sözünü ettiğim Türk anne de Atina’da okul kitaplarının eksikliklerini görebilmektedir. Türkiye’deyken Türkiye okul kitaplarından – “öteki” konusunda söylenenlerden söz ediyorum –  büyük bir ihtimalle şikâyetçi değildi. Yani azınlıklar ve diaspora eksik olanın yalnız bir yanını görüyor diyebiliriz: kendilerine karşı olanı, kendilerine zarar vereni görebiliyorlar.

3- Bir de üçüncü ama sayıca çok sınırlı olan bir grup var. Bu grup yalnız “kendilerine” yöneltilen önyargıları  ve kalıpyargıları değil, genel olarak var olan – bizden olmayan ötekine de yöneltilen –eksiklikleri görebilmekte. Bu gruptaki kişiler genellikle de karşılaştırmalı yaklaşımlardan yanadırlar. Kendimi bu grupta sayarım.

Bu üç farklı grubun oluşmasına neden olan ortam ise, sanırım şöyle. Birinci kalabalık grup farklı görüşlerle pek karşılaşmamış, milli ve milliyetçi söylemle eğitim görmüş kimselerdir. Devletlerin merkezi eğitimin amacı da zaten bu tür vatandaş yetiştirmektir: Yabancıları potansiyel düşman ve göreceli olarak “bizden” kötü sayan;  “bizim milleti” ise üstün, hep haklı ve hele alçak gönüllü olduğuna inanan vatandaşlar yetiştirmektir. Bunlara inanmış bir kimse tabii ki okul kitaplarında okuyacaklarını da doğru ve mantıklı sayacaktır.

“Eğitim” derken yalnız okul kitaplarını kastetmiyorum. Siyasi söylemlerden tarihçiliğe, spordan şiire ve müzelerden resmi törenlere toplumun pek çok yanı bu milli söylemde katkısı var. (İlerde bu konulara değineceğim.)

Azınlıklar ve diaspora, yani ikinci grup üyeleri, farklılığı bir biçimde yaşamalarının bir sonucu olarak, bir şeyleri görür gibi oluyorlar. Ama eksik; yalnız karşı tarafın önyargılarını görebiliyorlar. Bir önceki yazımda kendi önyargılarımızı göremediğimizi anlatmaya çalıştım. İkinci grubun durumu bir “yarı uyanma” aşamasıdır.

Bu “yarı” dediğim durum Türkiye’de son on yıllarda yaşanan sözde “demokratik” ve “insan hakları” arayışları yanıltısını hatırlatıyor. İnsanlar kendi haklarını elde etme mücadelesini verirken “insan haklarının” savunucuları olduklarının vehmindeydi. Demokrasiyi ve insan haklarını savunduklarını sanıyorlardı. Oysa “kendi hakkımızı” aramak ile “insan haklarını” savunmak farklı, hatta bütünüyle farklı girişimlerdir.

Tarih içinde insanlar zaten her zaman haklarının savunucuları olmuşlardır. Tabii yaşadıkları dönemin kabul ettiği ve tanıdığı hak sınırları çerçevesinde. Köleler de, serfler de, azınlıklar de, farklı dinsel ve etnik gruplar da, kimi zaman yalvararak, bazen baş kaldırarak, bazen üçüncü bir taraftan yardım dileyerek bazı haklarını elde etmeye çalışmışlardır.

Ama demokratik ve insan hakları savunucusu olmak farklı bir aşamadır: Yapılan, kendi değil, ötekinin (de)  hakkını tanımak ve korumaktır. Daha doğrusu, insan haklarının savunulmasını bir ilke ve ahlakî bir ihtiyaç olarak benimsemektir. Ve bu yapılırken kendi beğenilerimiz, tercihlerimiz, inancımız ve tabularımız, doğrunun ve “kabul edilebilirliğin” kıstası tabii ki değildir.

Kendi özel haklarını savunanlar iki (zararlı) yanlışı yaptıklarının farkında bile değillerdir: Birincisi, böyle davranırken başkalarının özel haklarını savunmadıklarını, hatta zaman zaman bu haklarına karşı çıktıklarını görememekte; ve ikincisi, kendilerini hak savunucusu olarak algıladıklarından vicdanlarını da rahatlatarak demokratik ve insan haklarından yana tutum sergilememektedirler.

İnsan haklarından yana yaklaşım dünyamızda çok yenidir. İnsanın doğasında bu anlayışın bazı izlerini görüyoruz. Örneğin, empati böyle bir kaynaktır. “Ortak dayanışma” olarak algılanabilecek empati pek çok canlıda görülebilir. (Bu konuya ilerde yeniden değinmek isterim.)

Okul kitapları ve önyargılar çerçevesinde ele aldığım üçüncü grup dediğim insanlar, çevrelerine bakarken ve karşılaştırmalarını yaparken milli bir temel üzerinde biz-öteki kavramlarıyla düşünmüyorlar. Onların biz-öteki anlayışı başka bir temel üzerindedir. İnsanlığı bir bütün olarak algılıyorlar. Konumuzla sınırlı kalarak bir örnek vermek gerekirse, biz-öteki ayrımı, “insan haklarını tanıyan” ve “tanımayan” temelinde olabiliyor. Bu durumda da karşılaştırmalar “Türkler ve Yunanlılar” veya Doğu ile Batı veya bizim dinden olan ve olmayan olarak değil, “insan haklarından yana olanlar” ile “insan haklarına saygısız olanlar” olarak ele alınıyor. Etnik ve milli kimlik hatırlatılır ama bu kimlikler ikincildir ve kararlaştırıcı değildir.

Üçüncü grup farklı bir toplum tasavvurunu gündeme getirmektedir. İlk iki grupla arasındaki fark siyah-beyaz kadar farklıdır. Buna farklı paradigma da derler. Bu noktada, birinci ve ikinci grubu etkilemekte olan milliliğin ve milliyetçiliğin ne olduğu konusuna girmiş oluyoruz. Ama millilik konusunu ele almadan önce önyargıların tuzakları ve bu tuzaklarla nasıl baş edileceğinden biraz daha söz etmek gerekecek.


[1] Yazının İngilizcesi için “History textbooks in Greece and Turkey” diye yazarsanız bu eski yazımı internette bulabilirsiniz. Siteme baş vurursanız – herkulmillas.com, makaleler/okul kitapları  – bu yazımı ve okul kitapları konusunda ayrıca başka 12 Türkçe yazımı bulabilirsiniz.