Kur’an yakma eylemleri Rusya’nın tezgahı mı?

Kur’an yakma eylemi birçoklarında bu provokasyonun arkasında acaba İsveç’in NATO üyeliğini istemeyen Rusya’nın mı olduğu yönünde soru işaretlerini doğurdu. Acaba öyle mi? Rusya, İsveç ve Finlandiya'nın NATO üyeliklerini gerçekten istemiyor mu?

KERİM HAS 30 Ocak 2023 YAZARLAR

Ukrayna’daki savaşın Rusya’yı yönetenler açısından belki de en beklenmedik sonuçlarından biri ulusal kimliklerini ilki iki yüzyıldır, diğeri de en az 70 yıldır askeri tarafsızlık üzerine inşa etmiş İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya üyelik için başvuruda bulunmaları oldu. Yine ilkinin bir nebze Rus İmparatorluğu, diğerinin ise büyük ölçüde Sovyetler Birliği’nin zorlamasıyla bu tarafsızlık politikasını üstlendikleri dönemin, 24 Şubat 2022’de bu sefer de Rusya’nın Ukrayna’da başlattığı geniş çaplı işgal sonrası ortaya çıkan yeni jeopolitik gerçeklikte NATO’ya giriş süreçleriyle kapanmaya yüz tutması “kaderin cilvesi” olarak şimdiden tarih sahnesindeki yerini aldı.

Aslında objektif bir gözle bakıldığında, NATO ile Rusya arasında yakın gelecekte doğrudan bir askeri çatışma çıkma ihtimalinin Moskova’nın “tarafsız” İsveç ve Finlandiya’yı işgale kalkışma olasılığından çok daha yüksek olduğu rahatlıkla söylenebilir. Ancak paradoks gibi gözüken bu durum aynı zamanda, iki ülkenin 24 Şubat’la birlikte içine girdiği yeni siyasi-psikolojik atmosfere İttifak’a üyelik dışında başka bir yanıt vermelerini de zorlaştırıyor. Veya yine, işgal karşısında Batı’nın ne AB ne NATO üyesi Ukrayna’ya verdiği askeri, siyasi, istihbari, ekonomik vs. desteğin boyutları göz önüne alındığında, İsveç ve Finlandiya’nın kendilerine yönelik böylesi bir tehdit baş gösterdiği takdirde otomatikman zaten bir NATO üyesi gibi muamele göreceğinden de kimsenin şüphesi yok.

Öte yandan, İttifak’a üyelikle beraber NATO’yla bir çatışma çıktığı takdirde, bu iki ülkenin de bu aşamadan sonra artık her halükârda Rusya’nın potansiyel ilk yakın askeri hedefleri arasında olacağı da aşikâr. Bu riskin de tarafsız olmayı sürdürdükleri takdirde daha düşük seyredeceğini söylemek abartı olmayacaktır. Nitekim tüm bunlara gerek Helsinki gerekse de Stockholm’den en üst düzeyde kendilerine karşı -en azından şu an- Rusya’dan doğrudan bir tehdit hissetmedikleri yönünde yapılan açıklamalar da eklendiğinde, meselenin görünene nazaran oldukça karmaşık olduğu anlaşılabilir. Hatta bu iki ülkenin NATO üyeliklerinin, bahsi geçen aktörlerin hepsine bireysel bazda getireceği artılar ve eksiler kadar bölgesel ve küresel güvenliğe olası katkıları veya zararlarının da son derece tartışmaya müsait ve hatta konunun paradokslarla iç içe ve siyaset felsefesini bile ilgilendiren yanları olduğu görülecektir.

BÖLGENİN DEĞİŞEN “JEOPOLİTİK HARİTASI”

Bununla birlikte Moskova açısından Stockholm ve Helsinki’nin NATO üyeliğinin en az üç doğrudan ve somut sonucunun olması bekleniyor.

Birincisi, Rusya’nın NATO’yla ortak sınırı Finlandiya hattı (1340 km) boyunca uzamış ve iki katına çıkmış olacak. Kiev’in olası üyeliği sonucunda NATO’yla ortak sınırının artacağından endişelenen ve bir ölçüde de Ukrayna’da bu güdüyle harekete geçen Rusya, kuzeyinde yaşadığı bu “fiyaskoyla” zaman içinde barışmak zorunda kalacak. Zira ok yaydan çıktı, bu durumun alternatifi yeni bir savaş olur ki, bunu da şu an kimse göze alamaz. Öte yandan, mevcut şartlar ister istemez, uzun yıllardır neredeyse demilitarize haldeki Finlandiya sınırına Rusya’nın yeni birlikler konuşlandırmasına, bölgedeki askeri kapasitesini artırmasına ve haliyle belli bazı kaynaklarını buraya yönlendirmesine yol açacak. Bu da tüm taraflar için Kuzey Avrupa’da gerilimin daha da artması demek.

İkincisi, İsveç ve Finlandiya’nın da NATO’ya katılmalarıyla Baltık Denizi havzasında NATO üyesi olmayan tek güç Rusya kalmış ve Baltıklar bir anlamda “NATO gölüne” dönüşmüş olacak. Yine Kiev’in Batılı ülkelerle geliştirdiği askeri ilişkilerin ve NATO’yla entegrasyon adımlarının Karadeniz’e “NATO gölü” kimliği kazandırmasından kaygılanan Moskova’nın daha Ukrayna’da savaş bitmeden Baltıklarda benzer bir tehditle karşı karşıya kalması bu süreçte kendi kalesine bu sefer de denizden yediği ve uzun süre hafızalardan çıkmayacak cinsten bir başka “jeopolitik gol”. Bununla birlikte, Baltıklardaki güç dengesinin aleyhine değişmesi de yine ister istemez Moskova’nın buna bir yanıt vermesine ve muhtemelen hem St. Petersburg’da hem de Kaliningrad’da konuşlu Baltık Filosu’nu yeni stratejik silahlarla takviye etmek istemesine neden olacak. Yani sadece kara hattı boyunca değil, deniz havzasında da Avrupa’nın kuzeyi daha sıcak bir döneme girecek.

Üçüncüsü, “dünyanın tepesi” Arktik bölgesinde de güç dengeleri Rusya’nın çıkarlarının aksine değişim gösterecek ve buzullar muhtemelen Moskova-NATO ilişkilerindeki tırmanmaya paralel şekilde “jeopolitik hararetin” etkisiyle daha hızlı eriyecek. NATO’nun İsveç ve Finlandiya’yla genişlemesi Kuzey Kutbu’ndaki etkinliğinin de artmasına yol açacak. Bölgenin uzun süredir küresel jeopolitik mücadelenin doğrudan yeni bir çatışma sahasına dönüşmemesi için çaba harcayan ve belli bazı ekonomik, ekolojik ve kültürel planda yerel halklar arası işbirliklerinin de geliştirildiği 8 üyeli Arktik Konseyi’nde geride NATO üyesi olmayan artık bir tek Rusya kalacağından Konsey’in faaliyetleri muhtemelen ya tümüyle aksayacak ya da formaliteden ibaret olacak.

Önceleri her ne kadar üye devletlerin belli bazı askeri adımlarında ivmeler gözlense de Arktik Konseyi’nde Stockholm ve Helsinki’nin tarafsız statüleri bu coğrafyada yine de Moskova-Batı ilişkilerinde belli bir işbirliğine de imkan tanıyordu. Özellikle Kuzey Deniz Yolu gibi ciddi ekonomik getirileri olan projelere devasa yatırımlar yapan Rusya son yıllarda Arktik bölgesine daha sistemli bir şekilde önem atfediyordu. Ancak mevcut konjonktürle birlikte Kremlin’in 2022 Temmuz sonunda kabul ettiği yeni “Deniz Doktrini” de dikkate alındığında, bölgede silahlanmanın artacağı öngörülebilir. Bu yüzden, bir yandan NATO’nun kutuplara doğru genişlemesi, diğer yandan da Rusya’nın Arktik’teki askeri varlığını artırma kararı pek hayra yorulabilecek gelişmeler sayılmaz.

UKRAYNA, İSKANDİNAVYA ÜLKELERİ GİBİ DEĞİL

Ukrayna’nın NATO üyeliğini veya askeri altyapısının NATO tarafından kullanılıp zenginleştirilmesini kendi güvenlik çıkarları açısından varoluşsal bir tehdit olarak değerlendiren Rusya’nın kuzeydeki bu iki önemli komşusunun yeni stratejik savunma ve güvenlik rotası belirlemelerinden memnun olmamakla birlikte İttifak’a katılımlarına öyle yüksek perdeden ses çıkarmadığı, hatta son derece temkinli ve sakin bir tavır geliştirdiği de gözleniyor. İlk bakışta derin bir çelişki olarak görünen bu tablo aslında pek öyle değil.

Zira gerek Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in gerekse de dışişleri bakanı ve diğer yetkililerin konu hakkındaki görüşlerine bakıldığında, Moskova’nın hem İsveç hem de Finlandiya’nın NATO üyeliklerini Ukrayna’daki savaşın uzayacağını anladığı ilk andan itibaren, yani 2022 Mart sonrası, deyim yerindeyse, zaten tümüyle satın almış olduğu rahatlıkla görülebilir. Belli bir arka plana da sahip bu ülkelerin NATO üyeliği meselesine Kremlin’in mevcut yaklaşımının temelinde haddizatında belli başlı bazı nedenler mevcut.

Birincisi ve belki de en günceli, Batı’nın Rusya’ya karşı her anlamda desteğini artırarak sürdürdüğü Ukrayna’daki savaş daha da tehlikeli bir hale bürünmüş şekilde devam ederken, Moskova’nın İsveç ve Finlandiya’nın bu kararlarını engelleyebilecek güç, niyet ve iradeye sahip olmaması. Rusya eğer Ukrayna’da istediğini bir-iki hafta içinde alabilmiş olsaydı, çok büyük ihtimal, zaten ne İsveç ve Finlandiya NATO’ya üyelik başvurusunda bulunurdu ne de NATO bu iki ülkeyi saflarına katmak isterdi. Şu ankinden çok farklı bir dünyaya uyanmış olurduk ve yine muhtemel ki Kremlin yönetimi Aralık 2021’de ilan ettiği güvenlik garantileriyle ilgili taleplerini NATO’nun gündemine daha güçlü bir şekilde sokmuş ve Avrupa güvenlik mimarisinde Transatlantik ittifakın varlığının azalacağı bir sürece girmiş olurduk. Ancak Ukrayna’da topyekûn Batı blokuna karşı bir çeşit “varlık-yokluk savaşı” da veren Rusya’nın şu sıralar cephe sayısını artırması hiç akıl karı değil.

İkincisi ve birçokları için gözden kaç(ırıl)an tarafı, bu iki ülkenin de gerek AB gerekse de NATO gibi Batılı kurumlarla zaten en az çeyrek asırdır entegre halde olmaları. 1995 yılında AB üyesi olan İsveç ve Finlandiya yine o tarihlerden bu yana NATO’yla da “de facto” bütünleşmiş, hatta standartlar açısından da birçok NATO ülkesinden daha kalifiye ordulara sahipler. 1994’te NATO’nun “Barış İçin Ortaklık” programına dahil olan iki ülke de İttifak’la ortak tatbikatlardan istihbarat paylaşımına, askeri standartlarını uyumlulaştırmaktan Afganistan, Bosna, Kosova, Libya gibi coğrafyalarda NATO’nun barış gücü misyonlarına katılıma kadar önemli görevler üstlendiler.

Buna ek olarak, İsveç ve Finlandiya’nın her ikisinin de kendi gelişmiş askeri-sanayi kompleksleri ve ekonomik kalkınmışlık durumları da dikkate alındığında, bu iki ülkenin üyeliğinin NATO’ya ekstra bir maliyet getirmekten ziyade, katma değer sağlayacakları bile söylenebilir. Bu anlamda, NATO’nun İsveç ve Finlandiya’yla 9. genişleme süreci aslında öncekilerden nispeten ayrışıyor. Eski Varşova Paktı üyesi Polonya 1999’da veya Baltık ülkeleri 2004’te NATO’ya üye kabul edilirlerken, ne İttifak’la şu anki İsveç ve Finlandiya kadar entegre haldeydiler ne o derece yüksek askeri standartlara sahip idiler ne de bu ölçüde NATO’ya yük olmaktan ziyade katkı sağlama potansiyeline hakimdiler.

Dolayısıyla ortada Rusya açısından bir realite var. Halihazırda “fiiliyatta” zaten NATO ülkesi durumundaki İsveç ve Finlandiya’nın “hukuki” üyeliklerini Ukrayna’da yaptığı gibi “sert güç” enstrümanlarına başvurup işgalle engellemeye çalışmaktan ziyade bu iki ülkenin NATO veya ABD’nin stratejik saldırı silahlarına, nükleer füzelerine veya genel anlamda askeri kapasitesine ne ölçüde ev sahipliği yapacağını görerek bir strateji geliştirmesi daha mantıklı, rasyonel ve çıkarlarına uygun duruyor ki, nitekim yapılan da biraz bu.

Bu meseleye ilişkin Putin’in “Rusya’nın İsveç ve Finlandiya’yla bir sorunu yok, NATO’nun askeri kapasitesini bu ülkelerde ne şekilde genişleteceğine bağlı olarak duruma göre bakacağız” mealinde ifadeler kullanması, Lavrov’un da bu iki ülkenin zaten uzun süredir NATO’yla hayli güçlü ilişkilerinin olduğuna vurgu yapması Kremlin’in nihai stratejisini sahadaki gelişmelere göre belirleyeceğine işaret ediyor. Öte yandan, aslında benzer temkinli tavrı Helsinki ve Stockholm yönetimleri de sergiliyor. En azından şu an için ülke topraklarında nükleer silahlar konuşlandırmayacakları veya yabancı askeri üslere ev sahipliği yapma niyetinde olmadıkları yönünde verilen mesajlar hep bu meyanda değerlendirilebilir.

Üçüncüsü ve büyük bir reel ve sosyo-psikolojik geçmişe dayananı da Ukrayna’nın milyonlarca etnik Rus nüfusa sahip, şu an bile en az yüzde 80 oranında vatandaşlarının birinci anadilinin Rusça ve yüzlerce yıldır da Ruslarla ortak tarihi-kültürel kaderi paylaşan eski bir Sovyet cumhuriyeti olması. Ve pek tabii tüm bunlara Kırım’ın ilhakıyla birlikte Rusya’nın Ukrayna’yla ilişkilerinde bir de “toprak aidiyeti” sorununun eklenmesi ve meselenin bu askeri boyutunun her geçen gün içinden daha da çıkılmaz bir hal alması. İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliklerinde Rusya açısından böyle komplikasyonlar söz konusu değil.

Tüm bu hususlar Ukrayna’nın NATO’yla gelişen ilişkilerini Moskova’nın İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliklerinden ayırmasına ve bu iki olguya karşı farklı refleksler geliştirmesine zemin oluşturuyor. Kremlin ilk olguyu kabul edilemez bulurken, ikincisini Ukrayna’daki çatışmaların uzaması ve kendi yaptığı “hesap hataları” sonucunda artık “kaçınılmaz bir kader” olarak görüyor. Bir başka deyişle, Ukrayna’daki savaşın zamana yayılması nasıl Rusya’nın Güney Kafkasya’daki nüfuzunda sorgulanmaları, Orta Asya’daki etkinliğinde aşınmayı, Erdoğan üzerinden Türkiye’ye artan bağımlılığında yeni riskleri, Çin’le ilişkilerinde çeşitli ikilemleri beraberinde getiriyorsa, kuzeyinde de İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyelikleriyle Moskova’ya bu tarz bir “jeopolitik fatura” çıkarmış durumda. Bahsi geçen nedenlerle yapacak da çok bir şey olmadığından, en azından şu an itibariyle Rusya’nın bu faturayı göğüslemeye hazır olduğu söylenebilir.

MUHALEFET, KUR’AN VE RUSYA

Moskova’nın İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliklerini kabullenmesi bir yana, son iki haftadır Danimarkalı aşırı sağcı Stram Kurs partisi lideri Rasmus Paludan’ın önce İsveç’in başkenti Stockholm’de, ardından da Kopenhag’da Kur’an yakma eylemi, yine de birçoklarında bu provokasyonun arkasında acaba İsveç’in NATO üyeliğini istemeyen Rusya’nın mı olduğu yönünde soru işaretlerini doğurdu. Ancak bu ihtimalin en baştan çok düşük olduğunun altını çizmek gerek.

En az 20 milyon Müslüman nüfusa sahip, hele de şimdilerde Ukrayna’da on binlerce Çeçen ve diğer Müslüman topluluklardan askerlerin Rusya saflarında savaşa katıldığı dikkate alındığında, Kremlin’in Kur’an-ı Kerim üzerinden bilhassa da şu sıralar böyle bir provokasyona girişmesi kendi çıkarları açısından “ateşle oynamak” anlamına gelir.

‘YAŞANANLARDAN ERDOĞAN VE RUSYA FAYDA SAĞLIYOR’ EZBERİ

Öte yandan; dini, İslam’ı ve Kur’an’ı kendi siyasi emelleri için son derece seviyesiz ve işlevsel amaçları istikametinde zaten yıllardır kullanan Erdoğan yönetiminin haddizatında kendi iktidarının devamı bağlamında Batı’yla pazarlıklarda bir koz olarak istismar ettiği İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliklerini bu tarz bir eylemle veto etmeyeceği çok açık iken, Paludan’ın da bu “provokasyonu” resmi izinleri alarak polis koruması altında yaptığı ve bunu da zaten yıllardır tekrarladığı biliniyorken, Türkiye’de muhalefetin de bu eyleme karşı iktidarla yekvücut olduğu ortadayken, tek başına “yaşananlardan Erdoğan ve Rusya fayda sağlıyor” gibi bir söylem üzerinden olayın -hatta Batılı aktörlerden önce- Türkiye’deki veya yurtdışındaki Türkiyeli muhalifler tarafından Moskova’nın üzerine “yıkılması” en azından nedensellik ilişkisi bağlamında başlı başına büyük bir çelişki.

Pek tabii kimse Rus istihbaratına kefil olamaz, bu eylemde Rusya’nın olası rolüne dair de kesin ve net bir şey söylenemez. Ancak bu eylemin direkt “faili” olarak işaret edilen Rusya’yla, yani bizzat “özneyle” eylemin kendisini doğrudan ve güçlü argümanlarla temellendirmek yerine, tamamen çeşitli “iltisak” iddiaları veya “dıdısının dıdısı” üzerinden söylenti ve duyumlarla ilişki kurarak yargılayıp nihai hükmü vermenin de her şeyden önce bu muhalif kesimlerin birçoğunun Türkiye’de bizatihi kendilerinin “terörle iltisak” gibi asılsız suçlamalarla muhatap oldukları düşünüldüğünde, son derece “ironik” kaçtığını da belirtmek gerek.

Ukrayna’daki savaşa rağmen Avrupa’da belki milyonlarca insan hala Moskova’yla yakın ilişkileri savunurken, Rusya’yla en ufak bir angajmana sahip herkesi “Rus faşisti”, “Rus ajanı” vs. olarak yaftalamak en hafif ifadeyle “nefret suçu”. Kaldı ki kişi, Rusya’ya yakın duran bir aşırı sağcı bir siyasetçi de olsa suçlanan eylem neticede bu ülkelerde ifade özgürlüğü kapsamında yer alıyor. Bu çerçevede, asıl suçlanan özne (Rusya) ile eylemi gerçekleştiren ve Kur’an yakma fiili arasında güçlü irtibatlar tespit etmeden, bu muhalif isimlerin daha ziyade algı ve sezgilerine dayalı olduğu anlaşılan tepkilerini Rusya’ya yönlendirmeleri kendi güvenilirliklerine de zarar veriyor.

Muhtemelen muhalif kesimlerin bu çıkarımları, kısmen otoriter rejimiyle nam salmış Kremlin hakkında zaten uzun süredir var olan negatif algı, bir ölçüde Erdoğan ile Putin arasında seçimler öncesi daha da artan yakın temaslar, ama en çok da Türkiye’de yıllardır süregelen devasa hukuksuzluklarda empatinin şimdi Ukrayna’daki savaşla birlikte tümüyle Ukraynalılara hasredilmesi ve buna paralel Erdoğan rejimine yönelik öfkenin de toptan Rusya’ya boca edilmesi gibi etkenlere dayanıyor. Ancak bu, hakkaniyetli bir tavır olmadığı gibi hiç iç açıcı bir psikoloji de değil.

Öte yandan, Erdoğan iktidarda kalacaksa, bu, İslam karşıtlığıyla tanınan bir aşırı sağcı İsveç’te Kur’an yaktı diye veya İngiliz yayın organı The Economist “Türkiye diktatörlüğün eşiğinde” başlığını attı diye veyahut da Alman dergisi Stern “Kundakçı Erdoğan” kapağıyla çıktı diye gerçekleşmeyecek. Muhalefetin veya muhaliflerin Erdoğan’a sanki “Kadir Gecesi’nde doğmuş” bir siyasetçi muamelesi yapmayı bırakmaları şart.

Her şeyin Erdoğan’a yaradığı algısı doğru olmadığı gibi bu çaresizlik hem muhalefetin cesaretini kırıyor hem de iktidara geldiği takdirde dış ilişkilerinde işini zorlaştıran bir zemin oluşturuyor. Nasıl ki Erdoğan kendilerini terörle suçlayacak (sun’i) korkusuyla muhalefet doğru düzgün Kürtlerle bir yakınlık kuramıyor veya KHK gibi hadsiz hudutsuz hukuksuzluklara ses çıkarıp milyonlarca insan için gerçek bir umut olamıyorsa, seçimleri de bu eylemini gelenek haline getirmiş bir “manyak” İsveç’te Kur’an yaktı diye kaybetmeyecek. O yüzden bir provokasyonda tepkinin nereye yönlendirildiği kadar, hangi olaylarda nasıl yanıtlar verildiği de son derece önemli.