Erdoğan Körfez’den umduğunu bulamadı ve bir B planı da yok…

Erdoğan'ın Veliaht Prensi devlet başkanı protokolüyle karşılamasının hemen ardından İsrail Başbakanı’nın tarihinde ilk kez BAE'yi ziyaret etmesi pek tesadüf gibi gözükmemektedir. Arap sokağını popülist söylemlerle etkileme meraklısı Erdoğan’ın sesi ağzına çalınan bir parmak balla kesilmiş gibidir.

ÖMER MURAT 14 Aralık 2021 HABER ANALİZ

İngilizcede kötü bir durumun daha da kötüye gitmesini engellemek için yeterince erken veya yeterince güçlü bir şekilde müdahalede bulunulmamasını ifade etmek maksadıyla “too little, too late”, yani “çok az, çok geç” denilir. Erdoğan’ın Ortadoğu’da giriştiği son açılımlar bu deyimi hatırlatmaktadır.

Erdoğan bir süredir sadece Katar dışındaki Körfez Arap ülkeleriyle değil, İsrail ve Mısır’la da ilişkileri normalleştirme çabasına girmiş durumda. Bunun başlıca nedeni, ABD’de Biden’ın işbaşına gelmesiyle genel olarak Batı’yla ilişkilerin iyice çıkmaza girmiş olması ve Erdoğan’ın bu düğümü nasıl çözeceğini bilememesidir. Otokratlaşma sürecinde geri dönülmez bir yola giren Erdoğan, bunun batılı kurumlarla yol açtığı gerilimi dengeleyebilmek ve Batı’da böyle bir otokratla müttefik olunmasına karşı çıkan insan hakları ve demokrasi konularında hassas kesimlerin aleyhtarlığına karşı kendisiyle çalışmaya hevesli olanları güçlendirmek için Türkiye’nin stratejik üstünlüklerini masaya sürmeyi denedi. Bu çerçevede Erdoğan’ın ABD’nin Afganistan’dan geri çekilme sürecinde Kabil’de üstlenmeye hazır olduğunu ilan ettiği rol hatırdadır. Fakat önceki yazılarımda uzunca ele aldığım üzere, Rus S-400 füzelerini alarak bu kartı etkili şekilde oynayabilmesini imkansızlaştırmış oldu. Türkçemizde “Hem kel, hem fodul” diye bir laf vardır. Önü arkası hesaplanmadan yapıldığı iyice ortaya çıkan S-400 hamlesi sonrası Erdoğan Batı’nın karşısına işte öylece çıkmış oldu.

Erdoğan Batı’yla nasıl bir orta yol bulacağını bilemiyor. Bu nedenle “Ortadoğu’da Batı ittifaklar sistemine entegre olursam, İsrail, Mısır, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi Batı’nın müttefiki olan ülkelerle ilişkilerimi normalleştirirsem, hatta ilerletirsem, acaba Batı’yla çıkmaza giren ilişkilerimde bir çıkış yolu bulabilir miyim?” şeklinde yeni bir yaklaşıma girdi. Ama bu öyle üzerinde etraflıca düşünülmüş bir strateji değil. Erdoğan rejiminin alameti farikası olan, kısa vadeli, köşe dönme odaklı bir yaklaşım… Yani Erdoğan’ın Ortadoğu’daki Batı ittifaklar sistemine iyice dahil olarak S-400 meselesi, AİHM kararlarını uygulamadığı için Avrupa Konseyi’nde başlamak üzere olan ihraç prosedürü gibi krizleri nasıl çözeceğine ilişkin herhangi bir planının olduğunu düşünmek yanlış olur. Burada “Şu seneyi nasıl atlatabiliriz? Seçime kadar olan süreci nasıl ciddi bir krize düşmeden geçirebiliriz? Batı’dan biraz daha zaman nasıl alabiliriz?” tavrı belirleyicidir.

Özetle dış politikası çıkmaza girmiş, ekonomisi krize düşmüş bir rejimin çıkış arayışı var. Fakat İsrail, Mısır ve Suudi Arabistan gibi ülkelerle ilişkiler o kadar gerildi ki dış politikada başlatılan düzeltme çabalarından hemen sonuç alınamayacağı giderek daha fazla anlaşılıyor. Bir yandan seçim tarihi yaklaşırken ekonomideki yangın büyüyor, alevleri hiç değilse seçime kadar bir nebze söndürecek acilen kaynak bulunması lazım. Uluslararası finansın ihtiyaç duyulan sıcak parayı aktarması için talep ettiği şartlar, ülke ekonomisinin bozulmasına paralel olarak ağırlaştığından Erdoğan için artık bir seçenek olmaktan çıktı.

Erdoğan bu nedenle belki imdadına yetişirler diye Körfez Arap sermayesinin kapısına koştu ama onun ihtiyaç ve beklentileriyle, alabildikleri arasında adeta bir uçurum bulunduğu görülüyor. Yandaş medyada ziyareti öncesi Türkiye’ye “100 milyar dolar” gibi rakamlarla yatırım yapacağı söylenen Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) Veliaht Prensi Şeyh Muhammed bin Zayed El Nahyan sadece 10 milyar dolara ikna edilmiş gözüküyor. Tabiatıyla bu karşılıksız bir para değil. BAE’nin Aselsan gibi stratejik şirketlere talip olduğu anlaşılıyor. Keza Erdoğan’ın Katar ziyareti sırasında da sadece önceki swap (takas) anlaşmasının uzatılması kararlaştırıldı. Bunun pratikte Türkiye’nin borcunu geri ödemesinin bir kaç yıl daha ertelenmesi anlamına geldiği belirtiliyor.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye-Katar 7. Yüksek Stratejik Komite Toplantısı’na katılmak üzere gittiği Katar’da Emir Temim bin Hamed Al Sani ile bir araya geldi.

Erdoğan rejimi tamamen bir kaç yıl daha ömrünü uzatmaya odaklanmışken, ekonomik krize düşürdüğü ülkenin stratejik varlıklarını adeta haraç mezat satmaktan çekinmiyormuş gibi bir görüntü çiziyor. (Pazar yerlerinde malların ucuza satıldığını belirtmek için satıcıların kullandığı “Batan geminin malları bunlar” deyimimiz akla gelmektedir.) Bununla birlikte neticede bahse konu rakamların, iktidarın Türkiye’yi düşürdüğü ekonomik krizden çıkarabilecek büyüklükte olmadığı da aşikardır. Katar ve Türk Dışişleri Bakanlarının basın toplantısı sırasında Katarlı bir gazetecinin “Türkiye’deki ekonomik kaosu aşmak için Katar’a destek istemeye mi geldiniz?” şeklinde soru sorması da manidar ve ülke itibarı bakımından utandırıcı bir sahne olmuştur.

Peki BAE ile yaşanan normalleşmeyi bu tabloda nereye oturtmak gerekir? Bu, dünyada halihazırda yaşanan ve yansımaları tüm stratejik ilişkileri etkileyen iki önemli hadiseyle yakından ilişkilidir. Bunlardan ilki ABD-Çin arasındaki kapışmanın başlamış olmasıdır. Yeni bir soğuk savaşın arefesinde olduğumuz hissini veren gelişmeler yaşanmaktadır. Bu nedenle ABD’nin öngörülebilir bir gelecekte tüm enerjisini ve dikkatini Uzak Doğu’ya, Pasifik bölgesine yönlendireceği görülmektedir. Bunun Ortadoğu’ya etkisi ise şu şekildedir: ABD bölgedeki müttefiklerine “Ben artık eskisi kadar sizinle ilgilenemeyeceğim. Büyük bir kapışmaya giriyorum. Ortadoğu’yla alakam ister istemez oldukça alt seviyelere düşecektir. Bölgeden çıkıp gitmiyorum ama benden beklentilerinizi artık biraz düşürerek kendi ayaklarınız üstünde durmaya çalışmanız ihtiyatlı bir tutum olur” diyor.

Çünkü uluslararası ilişkilerde yaşanan bu büyük değişimin, Ortadoğu’daki fay hatlarında tetiklemelere yol açmasından endişe ediliyor. Bölgedeki en büyük fay hattı İran ve müttefiki Şii güçlerle, Sünni Arap çoğunluklu ülkeler ve İsrail arasından geçmektedir. İran’ın Irak’ta, Suriye’de, Lübnan’da, geniş Şii toplulukların yaşadığı Körfez ülkelerinde tehditkar bir asimetrik gücü var, bu ülkelerin iç siyasetleri üzerinde varlığını hissetirebilecek güçlü enstrümanlara sahip. Bugüne kadar Körfez Arap ülkeleriyle İsrail arasında zaten resmiyete dökülmemiş bir anlaşmanın bulunduğu, fakat Arap sokağının tepkisinden çekinildiği için bu ittifakın açığa vurulmadığı herkesin bildiği bir sırdı. ABD’nin bölgeden nispeten çekilmeye başladığı ve ortaya çıkacak boşluğu İran’ın doldurabileceği endişelerinin olduğu bir ortamda bu ittifakın, bu modus vivendinin artık örtülü götürülmeye devam edilmesi uygun görülmedi. Bazı Körfez ülkeleriyle İsrail arasında resmen diplomatik ilişkilerin kurulmasını ve ekonomik, ticari alanlarda işbirliği yapılmasını sağlayan İbrahim Anlaşmaları’na yol açan gelişmeler bunlardı.

ABD’nin bölgeden çekilmesinin bir başka sonucu ise, Washington’un yokluğunda İran’la doğrudan bir çatışmaya girmenin öngörülemez sonuçlara yol açabileceğinin farkında olan Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin bu çerçevede Tahran’la ilişkilerde normalleşmeye gitmeye karar vermeleri oldu. Trump Yönetiminin İran karşıtı siyasetine tam destek veren bu ülkeler, ABD’nin yokluğunda bu tür şahin bir siyaseti devam ettirmeyi riskli buldular.

Dünyadaki tüm stratejik ilişkiler üzerinde ikinci bir dalgalanmaya yol açmakta olan hadise ise Covid-19 salgınıdır. En az bir kaç yıl daha süreceği kabullenilmeye başlanan salgının dünya ekonomisine oldukça olumsuz etkilerde bulunacağı her geçen gün daha iyi anlaşılıyor. Nitekim krizin petrol piyasasındaki etkileri nihayetinde Suudi Arabistan ve BAE arasında, OPEC’de petrol kotaları üzerinden yaşanan bir gerginliğe dönüştü. Riyad bu anlaşmazlık sırasında Abu Dabi’nin kolunu açıktan burma teşebbüsü gösterdi. BAE’ye seyahatleri durdurdu, Dubai merkezli uluslararası şirketlerin Suudi Arabistan’da iş yapabilmeleri için merkezlerini taşımaları istendi, Katar ve BAE’nin bölgede hakim konumdaki havayolu şirketlerini zora düşürecek şekilde havayolu taşımacılığı alanına gireceklerini ilan etti. Neticede bu anlaşmazlık fazla büyümeden bir orta yol bulunarak kapatılır gibi oldu. Fakat BAE bütün bu yaşananlardan sonra dış ve güvenlik politikasında bazı değişikliklere gitme zorunluluğunu hissettiğini gösterir şekilde hareket etmeye başladı. Abu Dabi yaşananlardan Riyad karşısında daha güçlü bir konumda bulunması gerektiği dersini çıkardı.

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Abu Dabi Veliaht Prensi Muhammed bin Zayed Al Nahyan görüşmesi sonrası iki ülke arasında anlaşmaların imza töreninden…

Böylece aslında BAE, Katar’a benzer bir dış politika izlemeye yönelmiş oldu. Katar muazzam enerji zenginliklerine sahip olmakla birlikte küçük bir ülkedir, ABD’nin desteğinin ortadan kalkması veya iyice zayıflaması halinde etrafındaki daha büyük ülkeler tarafından “yutulması” tehlikesini her zaman hissetmektedir. Bu nedenle diğer Körfez ülkelerinden farklı olarak İran’la ilişkilerini yakın tutmakta, böylece Tahran’ı dengeleyici bir güç olarak yanında tutmaya çalışmaktadır. İki ülkenin Basra Körfezi’nde büyük bir gaz sahasını paylaşıyor oluşu Doha’yı Tahran’la yakın ilişkiler yürütmeye götüren bir başka nedendir. Katar’ın Türkiye’yle kurduğu stratejik ortaklığın arka planında da bu tür endişeleri yatmaktadır.

Bu arka planda BAE, Batı’da zemin kaybetmiş, bölgede yalnızlaşmış, ekonomik kriz nedeniyle iyice zayıf duruma düşmüş Erdoğan’ın “tüm tükürdüklerini” yutarak gösterdiği yakınlaşma çabasını bir fırsat olarak görerek, pek bir tavizde bulunmadan Türkiye’yle ilişkilerini normalleştirmeyi tercih etti. Erdoğan’dan sonra gelecek hükümetler iktidarın Türk kamuoyuna lanse ettiği BAE imajını dikkate alarak belki ilişkileri normalleştirme sürecinde sıkıntılar hissedebilecekti. Bu itibarla Abu Dabi, Türkiye’yle stratejik açıdan gerekli gördüğü yakınlaşmanın Erdoğan rejimi döneminde başlatılmasını yararlı bulmuş olabilir. Veliaht Prensin Erdoğan tarafından devlet başkanı protokolüyle karşılandığı görüntülerin hemen ardından tarihte ilk kez bir İsrail Başbakanı’nı ülkesinde ağırlaması da pek tesadüf gibi gözükmemektedir. Arap sokağını popülist söylemlerle etkileme meraklısı Erdoğan’ın sesi ağzına çalınan bir parmak balla kesilmiş gibidir. Hatırlatalım ki daha geçen yıl Erdoğan, Abu Dabi’ye İbrahim Anlaşmaları nedeniyle (içi boş) tehditler savuruyordu.

Erdoğan rejiminin BAE ile yaşadığı normalleşme, bu itibarla, kendi diplomatik becerisinden ziyade buraya kadar özetlemeye çalıştığımız küresel ve bölgesel stratejik gelişmelerle ilgilidir. Nitekim Kahire ve Riyad’la yürütülen normalleşme görüşmeleri, tavizkar ve talepkar taraf Erdoğan rejimi olduğu halde somut neticeler hala elde edememiştir. Türkiye’ye bölgede farklı bir güç ve ağırlık veren Batı’yla kurmuş olduğu özel ilişkileriydi. Batı nezdinde Türkiye’nin itibarı arttıkça bölgede de tabiri caizse herkesin ceketlerini önünde iliklediği bir ülke oluyordu. Batı’yla ilişkileriniz bu kadar çıkmaza, ekonominiz de bu kadar krize girdiğinde bugünkü gibi girişimleri fazla etkili olmayan bir ülke durumunuza düşmeniz de kaçınılmaz oluyor.

ABD’nin bölgeden çekildiği bir ortamda, bir NATO üyesi olarak bunun yol açtığı boşluktan en fazla istifade edebilecek ülke konumunda bulunan Türkiye, Erdoğan idaresinde hem Batı’yla ilişkilerini düzgün götüremediği için, hem de ekonomik açıdan iyice zayıflamış duruma düştüğü için bu fırsatı maalesef değerlendirememekte, aksine küçük Körfez ülkelerinin kapılarında “para dilenir” bir görüntü çizerek dünyada zaten iyice azalmış itibarından biraz daha olmaktadır.

WP2Social Auto Publish Powered By : XYZScripts.com