Berke Kaya yazdı: İşte Kılıçdaroğlu’nu bekleyen asıl büyük sorun…

Kılıçdaroğlu, Erdoğan’ın boşalttığı koltuğa oturunca sistemi değiştirmiş olmayacak. Ne zaman ki, halkın baktıkları ile gördüklerini değiştirmeyi başarır, işte o zaman, sistemi değiştirmeye yönelik bir adım atmış olur. Ve bu, sanılandan çok daha zordur.

BERKE KAYA 12 Mart 2023 GÖRÜŞ

Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Adalet Yürüyüşü'nde

Altılı Masa’nın cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu, son grup toplantısında, konuşmasını yazılı metin üzerinden yaptı. Prompter kullanmadı. Doğaçlama konuşmadı. Söylediği her sözün borsadan sokağa yığınları etkilediğini bilen bir siyasî olarak, onca hengâme arasında dikkatle hazırlandı ve yazdığını satır satır okudu.

Biz neye baktık?

Elindeki kâğıdın kullanılmış olmasına… Buradan da onun ne kadar tutumlu ve mütevazı olduğu kanaatine ulaştık. Gönlümüz okşandı. “Ah…” dedik, “rahmetli İnönü de böyleydi.”

Oysa Kılıçdaroğlu, kendisini soğukta saatlerce tir tir titreyerek bekleyen kitleye mesajı hata yapmadan, eksiksiz vermek adına tercih etmişti yazılı metni. Gel gör ki, kimsenin kulağına, “Bir seçimi kazanmaktan fazlasına adayım!” cümlesi ulaşmadı. Ulaşanlarda da yer etmedi; buruşturulup hafızanın çöplüğüne atıldı.

Biz ne gördük?

Arkası yazılı fotokopi kâğıdına konuşmasını yazan adamda, “İtibardan tasarruf olmaz!” diyen zât-ı âlînin tersini, yani bir fotoğrafın arabını gördük.

KILIÇDAROĞLU YER SOFRASINDA, HALİL İBRAHİM AYAKTA

Çağ, dijital çağ ya… Kılıçdaroğlu’nun eski videoları zincirinden kurtulmuş hayvan misal salındı dolaşıma. Buket Aydın’ın, “İstanbul’u, Ankara’yı kazanacağız” diyen Kılıçdaroğlu’na kahkaha atarak tepki verdiği anlara bir güldük, bir güldük ki, gülmekten karnımıza ağrılar girdi.

Sonra yer sofrasına oturdu Kılıçdaroğlu. Kendisine etli pilav ikram edildi. Daha ilk kaşığını götürmemişti ki ağzına, yanında oturan çocuğa tabağının etli kısmını çevirdi. “Buradan ye” der gibi el hareketi yaptı.

Bu paylaşımla “tam not” aldı sosyal medya kullanıcılarından.

Biz neye baktık?

Bir küçük burjuvanın (petite bourgeoisie) bağdaş kurmayı becerememesine…

74 yaşındaki bir ihtiyarın ne kadar zayıf ve enerjik oluşuna…

İşin tuhafı; misafir olduğu bu ev, Ankara’nın Çubuk ilçesinde, Piyade Er Yener Kırıkçı’nın şehit cenazesinde uğradığı saldırı sonrası sığındığı evdi.

Biz ne gördük?

Belki biraz samimiyet, biraz tevazu gördük. Ama hâkimin, “Olay nasıl oldu, anlat” sorusuna, “Unuttum, çok zaman geçti” yanıtını veren, attığı yumruğun yanına kâr kalacağını bilen Osman Sarıgün’ü değil.

ADALET YÜRÜYÜŞÜ – TUZ YÜRÜYÜŞÜ – BEYNE KANIN YÜRÜYÜŞÜ

Sene 2014… Hatay’ın Kırıkhan ilçesi… Adana’nın Ceyhan ilçesi… MİT’e ait olduğu belirlenen TIR’lar durduruldu. Suriye’ye giden TIR’ların içinde askerî mühimmat – polis raporuna göre; tıbbi ilaçların altına gizlenmiş bin havan topu, bin havan topu mermisi, 50 bin makineli tüfek mermisi ve 30 bin ağır makineli tüfek mermisi…

Belli ki mutfakta biri var. Ocağa, özene bezene hazırladığı bir ‘karışım’ koymuş, tencere kısık ateşte…

Ocaktaki karışıma OHAL dökülüyor. Tadını pekiştirmek adına referanduma gidiliyor. Bu öyle bir referandum ki, pek de hoşnut olmadığımız sistemin dibine kibrit suyu döküyor. YSK, sandıkların kapanmasına 10 dakika kala mühürsüz oyları geçerli sayıyor. Sonuç %51 evet

Hal böyleyken ocaktaki ‘yemek’ hafif hafif fokurduyor. Diri kalmasın diye 15 Temmuz kepçesiyle taneler eziliyor. Barış Bildirisi’ne imza atan üniversite hocaları meslekten uzaklaştırılıyor.

Kısır ateşte ancak bu kadar pişiyor yemek. Ateşi güçlendirmek adına Enis Berberoğlu tutuklanıyor. Can Dündar soluğu yurtdışında alıyor.

Fevkalade özet geçtiğim tüm bu sürecin ardından yürümeye karar veriyor Kılıçdaroğlu. İlk adımı Ankara’da, Güvenpark’ta atıyor. Son adımı da İstanbul’da, Maltepe’de… 420 kilometrelik yolu 25 günde yürüyor.

Biz neye baktık?

Giydiği beyaz gömleğe…

Sol elinde taşıdığı ‘adalet’ yazılı dövize…

Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlunun Adalet Yürüyüşü 13. Gününde Düzce’nin Kaynaşlı İlçesinde. (Fotoğraf: Ziya Köseoğlu)

Times, Adalet Yürüyüşü’ne yer verdiği haberinde, “Yürüyüş CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu için zaferi resmediyor” diyor.

Adalet Yürüyüşü’nün Gezi Parkı protestolarından beri en yoğun katılımlı muhalif hareket olduğunu söylüyor.

Bir şey daha yazıyor Times; başörtüsü takan ve hükümetteki işinden Fethullah Gülen hareketi destekçisi olduğu iddiasıyla atılmadan önce Erdoğan’ı destekleyen bir katılımcının, “En azından ülkede hâlâ birilerinin adaleti umursadığını görmek ümitlerimizi canlandırdı” şeklindeki sözlerini aktarıyor.

Biz ne görüyoruz?

Bahçeli’nin, enfes bir “değildir, hiç değildir” retoriği geliyor; “Ankara-İstanbul arasında değildir. Yolda bulunmayı bekleyen cevher hiç değildir.” sızlanmasını görüyoruz.

Özgür Özel’in, muhakkak derin anlamlar taşıyan, lakin cüz’i irademizle kavrayamadığımız şu izahını görüyoruz: “Gandhi’nin ‘tuz yürüyüşü’ rekoru kırıldı!”

***

Kitle zihni üzerine çarpıcı satırlar yazan Jean Baudrillard, şu topraklarda yaşasa, şu bakılan ve görülenlere tanık olsa, nasıl ki güncel siyasi ve ideolojik akımları reddederek üne kavuşmuşsa, hiç kuşkusuz, kendini de reddederek ücra bir yerde ölmeye yatardı.

Ölmeye yatardı, diyorum; zira bu ülke, “kankalarla cenaze namazı keyfi” diyerek selfie çekenlerin ülkesi. Zira bu ülke, elinde, “Kemal Bey, hadi aynı anda gelelim” dövizini sırıtarak taşıyan kadınların ülkesi.

Bir şeylerin değişmesini isterken kendimize bakmıyor, kendimizi görmüyoruz. Değişme talebinde bulunanın, artık değiştirilemeyecek kadar sertleşmiş, kırılgan bir yapısı olduğunu da sık sık unutuyoruz.

Oysa biliyoruz ki, “eleştirel bilinç”in uyandırılması gerekiyor. Ama eleştiri denince, kankalarla cenaze namazı selfiesi çekmek yahut “hadi aynı anda gelelim” Kemal Bey gibi şeyler gelmemeli aklımıza.

Eleştirinin bir ayağı Kant’ın şu sözüne dayanmalı sanki: “Görüsüz (deneysiz) kavramlar boş, kavramsız (aklın kalıpları dışında) görüler kördür.”

Diğer ayağını isteyen Karl Popper’in üzerine koyar, “yanlışlanabilirlik ölçütü”yle şenlenir ortalık; isteyen Hegel’in Kant eleştirileri üzerine koyar ve “Neden hâlâ Hegel?” ile oyalanır. O oynak ayağın nereye konduğu kişinin kendiyle ilgilidir.

Lakin ben, sözü Francisco Weffort’a getirmek istiyorum. Onun, Paulo Freire’in Educaçao Como Prâtica da Liberdade (Özgürleşme Pratiği Olarak Eğitim; Rio de Janerio, 1967) adlı kitabına yazdığı önsözdeki cümlesine…

Weffort diyor ki: “Eleştirel bilincin uyanması, sosyal hoşnutsuzlukların ifade edilmesinin yolunu hazırlar, çünkü bu hoşnutsuzluklar baskıcı bir durumun gerçek bileşenleridir.”

Burada iki anahtar kelime var; biri “eleştirel bilinç”, diğeri “sosyal hoşnutsuzluk”…

ERDOĞAN’IN HASTA ETTİKLERİ

Hadi gelin, somut (pratik) bir örnekle ilerleyelim.

Başı kapalı genç bir kadınla konuşuluyor. Bir sokak röportajı. Kadın, “Ülke diye bir şey kalmadı, çocuklarımızın geleceği kalmadı, eğitim kalmadı, vallahi Yahudi gelsin, Papa gelsin, oyumu ona vereceğim. Yeter ki şu ülkeyi artık Müslümanlar yönetmesin.” diyor.

Bu sözlerde eleştirel bilincin ‘eleştiri’ kısmını görüyoruz. Bilinç, belki bir gün eşlik eder kendisine…

Ama “sosyal hoşnutsuzluk” puslu da olsa orada, o dolu ağızla söylenen sözlerin içinde.

Osmanlı için ‘Avrupa’nın hasta adamı’ (Sick man of Europe) deniyordu ya… Bizim için de “Erdoğan’ın hasta ettikleri” dense, çok da yanılmış olmazlar korkarım ki…

Hükümetten o kadar bezmiş, o kadar yılmış ki hanım kızımız, bunlar gitsin de, yerine (kendince en kötüsü dâhil) kim gelirse gelsin diyor.

“Gelecek olan(lar) da ondan çok farklı değil” deseniz, cevap hazır: “Olsun; bunlar gitsin de… Sonra onların da icabına bakarız.”

Örgütlü mücadele, sınıf bilinci, eşitlik ve özgürlük falan deyince de ezber yedekte: “Bunlar hele bir gitsin; hepsini yaparız”

Yani insanlar fena halde illallah etmiş durumda. Kardeşinin (MHP) elinden tutan ağabey (AK Parti) bir an önce gitsin isteniyor.

Şu noktadan sonra, “Erdoğan kazanacak” nakaratını, bu şarkıyla yatıp kalkanlar dahi pek mırıldanmıyor artık.

Demem o ki, yeni döneme hazırlanmak gerekiyor.

HUZURSUZLUK YAHUT HOŞNUTSUZLUK

Dilimize Uygarlığın Huzursuzluğu olarak çevrilen bir eseri vardır Freud’un. Oradaki ‘huzursuzluk’, aslında ‘hoşnutsuzluk’tur. Nedense çevirmen ve yayıncı huzursuzluğu seçmiş.

Bu eserde, şöyle bir bölüm geçer:

“İnsanlar mutluluğun peşindedir, mutlu olmak ve öyle kalmak isterler. Bu çabanın iki yönü, bir olumlu bir de olumsuz hedefi vardır. Bir yandan acı ve keyifsizliğin yokluğunu, öte yandan da yoğun haz duyguları yaşamayı ister.”

Zâtî âli bunu bilerek mi yapıyordu, emin değilim; ancak sıkı bir Freud hayranı gibi davranıp, halkın bir kesimini boğulana kadar ‘acı’ya batırıp, bir kesimi de ‘keyifsizliğin yokluğu’na mahkûm etti uzunca bir süre. Dengesiz bir haz paylaşımı oldu.

Şimdi acıya doyanlar hazzın peşinde.

Kılıçdaroğlu, Erdoğan’ın boşalttığı koltuğa oturunca sistemi değiştirmiş olmayacak. Ne zaman ki, halkın baktıkları ile gördüklerini değiştirmeyi başarır, eleştirel bilinci uyandırır, işte o zaman, sistemi değiştirmeye yönelik bir adım atmış olur.

Ve bu, sanılandan çok daha zordur.

Takip Et Google Haberler
Takip Et Instagram