KHK’lı mimar Alev Şahin, 3 yıldır devam eden direnişini anlattı

Düzce’de başlattığı “İşimi geri istiyorum!” adlı oturma eylemine 1050 gündür aralıksız devam ediyor. Elbette sadece bu kadarla kalmıyor Şahin, haftanın dört günü Düzce’de, kalan günlerde Ankara Yüksel Caddesinde, İstanbul Bakırköy Meydanında, daha doğrusu hakkını arayan, işini isteyen KHK’lıların yanında yer alıyor.

KRONOS 30 Ocak 2020 SÖYLEŞİ

SÖYLEŞİ | YUSUF ASLAN

Alev Şahin. 679. Nolu KHK ile işinden edilen bir mimar… Düzce’de başlattığı “İşimi geri istiyorum!” adlı oturma eylemine 1050 gündür aralıksız devam ediyor. Elbette sadece bu kadarla kalmıyor Şahin, haftanın dört günü Düzce’de, kalan günlerde Ankara Yüksel Caddesinde, İstanbul Bakırköy Meydanında, daha doğrusu hakkını arayan, işini isteyen KHK’lıların yanında yer alıyor. Dayanışmanın çok kıymetli olduğunu düşünen Şahin, “İnsanlar bir yerlerde sizin gibi karda, soğukta, kışta gözaltılara rağmen bir bedel öderken onların yaşadıklarını, onların hissettiklerini paylaşmak benim özgürlük sürecime de çok fazla şey katıyor.” diyor.

“Kendi insanlığımın, var olma sürecimin yeniden inşası aslında.” dediği mücadelesini tanımlarken de şöyle diyor Şahin: “Reddederek başlayan ve bu reddetme süreci ile 1050 gündür halkın içinde, sokağın içinde ve faşizmin tüm baskılarına, yasaklarına, saldırılarına karşı süren dik durma meselesi, aslında bambaşka bir insanın kahramanlık hikayesi değil. Kendi varlığımın yeniden, yeniden ve yeniden her gün inşası demek. Bunu herkes yapabilir diye düşünüyorum.”

Bu direnişlerin iktidarı rahatsız etmesinin nedenini, “Halka umut veriyor olmamız.” şeklinde özetleyen Şahin’e göre, “İktidarın koltuk kaygısına düştüğü, sermayesinin kaybetme kaygısına düştüğü, var olan gücünü kaybetme endişesine düştüğü şu dönemlerde belki de en tehlikeli şey ‘umut’.”

Alev Şahin, 3 yıldır devam eden direnişini Kronos’a anlattı…

Bir Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile işiniz elinizden alındıktan sonra bir mücadeleye giriştiniz: “İşimi geri istiyorum!”. Pek çok kişiye cesaret oldunuz, vazgeçmediniz… 1000 günü aşkın süredir de devam ediyorsunuz. Sizi harekete geçiren şey neydi?

Bir direniş hikayesini anlatmaya nereden başlarız nasıl anlatırız bilmiyorum. Ama insanların direnmek nedir, meselesine biraz kafa yormalarını istiyorum. Çoğu şeyi aslında başka yerlerde söyledim ama biraz daha farklı olsun istiyorum. O yüzden bu röportaja Engels’in bir sözü ile başlamak istiyorum. Engels, özgürlüğü zorunlulukların kavranması, yani zorunlulukların bilince çıkartılması diye tanımlıyor. İşte ancak o zaman özgür olursunuz. Özgür insan yaratmayı, insanın varoluşundan gelen değerlerin yeniden inşasını tarif ederken zorunluluk kavramından bahsediyor. Bu zorunluluk nedir? İnsan ne zaman zorunluluk hisseder; özgürleşmek için? Herkes dönüp yaşantısına bir bakarsa aslında uyandığından yatana kadar, bir çarkın içerisinde olduğunu görecek. Bunun adına yaşam dememizi istiyorlar, yaşamak dememizi istiyorlar: sermayedar ve sahipleri.

‘HER ŞEY DÜZENİN DAYATTIKLARINI REDDETMEKLE BAŞLIYOR’

Sabah uyanmak, işe gitmek, işten geri dönmek, belki dinlenmek biraz, yemek yemek, ailesi ile çok kısa bir vakit geçirmek ve tekrar uyumak ve sabah tekrar kalkmak, uyanmak, yemek, içmek döngüsü içerisinde aslında bize ait olan bir hayatı tüm güzellikleriyle birlikte -en güzel yaşlarımızı, en genç zamanlarımızı, hiç alamayacağımız evlerin ve arabaların hayallerini- onlara satmamızı istiyorlar. Düzen böyle bir döngü içinde milyonları yönetiyor. İşte zorunluluk ve özgürleşmek yani bu çarkın içinden çıkmak, kendini var etmek, varlığına anlam kazandırmak meselesi, var olana, alışılagelmişe direnme yanı ile ortaya çıkıyor. Kısacası bu mevcut çarka direnmek, bu çarkın içinden çıkmak ancak zorunlu hissettiğiniz zaman olabilir. Bunu kavramak, bunu bilince çıkartmak… ama nerede ve ne zaman? Bunu bilemeyiz. Hayatın biriktirdiği nicellerin nitele dönüşmesi kaçınılmaz ama bunu anlamlı kılan, erdemli kılan, insan onuruna yakışır kılan şey aslında düzenin size dayattıklarını reddetmekle başlıyor. Bunu bir kez reddettiğiniz zaman ve onun gücünü hissediyorsunuz zaten. Reddetmenin insana verdiği inanılmaz bir güç var, yasakları reddetmek, o iradeyi reddetmek, o sömürüyü reddetmek, insanın içinde daha önce hiç tanımadığı duyguları harekete geçiyor. Bir kere reddettiğinize yaşadığınız o inanılmaz özgürlük hissi sizi tekrar reddetmeye ve korkularınızı yıkmaya ve sokağa çıkmanızı sağlıyor. Aslında bizim biraz direniş meselemiz de bu zorunluluğumuzu hissedip özgürleşmemizdir.

En baştan başlamak ister misiniz anlatmaya? ‘Özgürleşme’ diye tarif ettiğiniz direniş süreci nasıl ve nerede başladı sizin için?

Bir KHK ile işten atılmamla başladı. Ben 6 Ocak 679 sayılı kararname ile atıldım, 30 Ocak’tan beri de yaklaşık bugün 1050 gün oldu sokaktayım. Tabii ki 1050 gün önceki Alev değilim. Bugün bambaşka bakıyorum hayata. 1050 gündür sokaklarda kendimi harcadığımı, daha başka işler yapabileceğimi düşünenler oldu. Genelde böyle bir bakış açısı var. Ama bu 1050 gün işte biraz önce bahsettiğim kendi insanlığımın, var olma sürecimin yeniden inşası aslında. Reddederek başlayan ve bu reddetme süreci ile 1050 gündür halkın içinde, sokağın içinde ve faşizmin tüm baskılarına, yasaklarına, saldırılarına karşı süren dik durma meselesi, aslında bambaşka bir insanın kahramanlık hikayesi değil. Kendi varlığımın yeniden, yeniden ve yeniden her gün inşası demek. Bunu herkes yapabilir diye düşünüyorum. Ancak o zamana kadar ne biriktirdiğiniz çok önemli. Evet işten atılmak bende sokağa çıkma zorunluluğu yarattı. Ama herkeste bunu yaratmıyor. Burada belirleyici olan şey o güne kadar içinizde, vicdanınıza, yüreğinizde, bilincinizde ne biriktirdiğiniz ile ilgili. Eğer bu döngünün içinde size layık görülen, reva görülen, başkalarının size biçtiği yaşamı, sermayenin size dayattığı hayatı sorgulamadıysanız ve hiç tanımadığımız insanların ölümlerinden etkilenmediyseniz ve hiç tanımadığınız insanların açlığı, yoksulluğu sizi ilgilendirmediyse elbette bir işten atılmakla sıçrama gösteremeyebilirsiniz.

Tabii direnmeyenler için de böyle bir algı yaratmış olmayalım ama ben kendi sürecim açısından değerlendiriyorum. Bu ülkede, bu dünyada o kadar çok acı biriktirdik, o kadar çok ölenlerimiz oldu, gencecik yaşta ölenlerimiz oldu. Çocuklarına doyamadan giden anneler, babalar; bir yârin elini tutmadan hayatını kaybeden oğullar, kızlar; yoksulluk, açlık kıskacı içerisinde intiharı seçenler oldu… ve daha pek çokları da bu özgürleşmeyi seçtiği için katledildi… O kadar çok şey yaşadık ki bunları sanki kendi ailem de yaşanmış gibi hissettim. Che Guevera, “Dünyanın neresinde olursa olsun birine atılmış tokadı kendi yüzünde hissetmektir.” diyor devrimciliği tarif ederken. Belki biz de bir yanıyla her vurulanın yarasını kendi yaramız, her atılan tokadı kendi suratımıza atılmış, her ağız dolusu kahkahayı kendi kahkahamız gibi hissettiğimiz, acıları hüzünleri biriktirdiğimiz için artık dolmuş bir bardaktık. Ve işten atılmak o bardağı taşıran son damla oldu. Direnişe başlama sürecim böyledir.

Biraz mesleğinizden, daha doğrusu KHK’dan önceki Alev’den bahseder misiniz?

Bir mimarım ben. Aslında baktığınız zaman bir mesleğim var, mesleğim alınmış değil elimden. Ama meslek hayatıma da sahip olduğum değerlerle bakıyorum. Düzenin ranttan, talandan, yağmadan yana yetiştirdiği meslektaşlarım gibi olmadım hiçbir zaman. Mesleğimi halktan ve emekten yana nasıl örebilirim, mimarlık mesleği bu topraklarda yaşayan insanlar ve bu vatan için nasıl daha kıymetli hale gelebilir… Hep bunun üzerine yoğunlaştım. Çalıştığım sürece de temel ilkem bu oldu.

Meslek etiğimin ana merkezinde insan oldu. Yoksullar ve emekçiler daha iyi yaşam koşullarına layık. Daha iyi evlerde oturmalı, daha kolay ulaşabilmeli tiyatroya, sinemaya, sağlık hizmetine. Dolayısıyla bu tavrım, mevcut organizmaya yani kamunun, devletin yıllardır süregelen bünyesine de çok alışık olmadığı bir yabancı madde gibi algılandı. Çalışırken de bunu hissediyordum. Devlette teamüller var, yaratılmış bir gelenek var. Bunlar dünden gelmiş ve bugüne devredilmiş. Yeni gelen memurlara da öğretilmiş. Öyle devam etmesi yönünde karşı taraftan ciddi bir basınç gördüğünüz bir düzen var yani. Bunun dışındaki kişileri de çok fazla bünyesine kabul etmiyor. Her gün işyerinde mesaisini fiili bir direniş halinde geçiren bir mimardım aslında. Size gelen işlerde kamunun ve sermayenin çıkarları arasında kalıyorsunuz ve hangisini korumayacağınız tamamen sizin elinizde. Yasalar da bu yönde çok ciddi kriterler koymuş değil. Hatta yasalarda olsa bile bir şekilde kılıfına uydurulabiliyor. Eğer sermayeden yana tavır almak istiyorsanız, ki sermayeden yana tavır almak size rahat bir iş hayatı sunar, kimse size karışmaz. Geç gelebilirsiniz, erken gelebilirsiniz, çok sorun değil. Ama sermayeye karşı tavır almak demek dakika dakika gözetlendiğiniz, işlerinizin günü, saatinin didiklendiği, sizi başka bir kıskacın içine sokar. Bir bedel gerektirir yani. Bunu göğüslemek gerekir. Bu da biraz önce tanımladığım yaşam biçimi gibi. Eğer onun dışına çıkmak istemiyorsanız- yatıp kalkıp, yatıp kalkıp, uyuyup uyanıp, yemek yiyip tekrar uyumak gibi bir düzen zincirinin içinden çıkmak istemiyorsanız hatta o zinciri görmüyorsanız, size kamuda sunulan iş ortamı, mevcudun içinde var olmak. Ama mevcudu reddediyorsanız, bu size haklı, meşru gelmiyorsa, yasal olmasına rağmen halktan emekten yana gelmiyorsa, doğru gelmiyorsa işte o zaman çeşitli bedeller ödemek zorundasınız.

Biraz daha açar mısınız? Yani KHK ile atılmadan önce, çalışırken, mevcut düzenin yanlışlarına itiraz ettiğiniz için istenmeyen mimar mı oldunuz?

Benim denetlediğim müteahhitlerle, beton firmaları ile yaşadığım süreç tam da böyle bir şeydi. Yaptıkları işlerdeki usulsüzlükler ya da şantiyede projesine uygun olmayan, oluru olmayan imalatlar yaptıkları zaman aldığım tavır daha öncekiler gibi değildi, alışılagelmişin dışındaydı. Böyle olunca çok sıkı denetlediğime dair amirlerime şikayet edildim. Ya da ceza kestiğim, bir usulsüzlük tespit ettiğim, bir kalitesizlik tespit ettiğim ve bunun karşılığında yasaların öngördüğü çok makul cezaları kestiğim için şikayet edildiğim oluyordu. Hatta bir yıl boyunca hiç dışarda göreve çıkarılmadım. Oturarak yapabileceğim görevler verildi. Bu görevler, bir mimar olma niteliğine sahip olmanızı gerektiren işler değildi açıkçası. Herkes yapabilirdi. Okuma yazma bilen ve memuriyet kazanmış herkesin yapabileceği işler vererek beni aslında bir şekilde kızağa çektiler diyebilirim. OHAL’den çok önce başlayan bir süreçti. Amirlerime kılıçları çektiğimiz bir süreçti. O dönemde müdür, müdür yardımcısı üç şube müdürüne, bana uyguladıkları ayrımcı baskıdan kaynaklı, mobbing davası açtım. O süreçler, OHAL süreçleri, darbe girişimi süreçleri her neyse adı böyle bir döneme tekabül ediyor ve 20 Temmuz’da başlayan KHK’lardan 6 Ocak KHK’sı ile işimden atıldım. Ben tam bir sürgün beklerken -zaten amirlerimi dava etmişim, zaten kılıçlar çekilmiş, işyerinde bir denge hali var her gün- onlar da bunu fırsata çevirmiş oldu diyebilirim.

KHK ile işe işten atılmanın dayandırıldığı bazı kriterler olduğu bilinen bir gerçek… Kimi bir sendikaya üye olduğu için, kimi Bankasya’ya para yaptırdığı için, kimi Barış Bildirisi’ne imza atığı için işinden oldu… 356. oturma eyleminizde yanınıza gelen vatandaşın dediği gibi sorayım: “Bir suçunuz vardır herhalde!”

Şöyle… Daha sonradan bir cemaat itirafçısı olup yediği içtiği, birlikte iş yaptığı pek çok insanın ismini vererek suçlamalardan kurtulan ve AKP Düzce yönetiminde koltuk kapan bir beton firması sahibi iş adamı vardı. İfadelerinde adımı geçirerek, cemaatle bağını kopardığı için üzerine bu cezalarla gittiğimi iddia etmiş. Böylece işten atılma sürecime nasıl bir kılıf uydurulduğu da aslında ortaya çıkmış oluyor. Az-çok ülkedeki gelişmeleri okuyanlar için bunlar çok şaşılacak şeyler değil. Karşıda bir güç var ve bu güç; kendinden olmayanı, kendi gibi düşünmeyeni, onun kurallarıyla oyun oynamak istemeyeni, kendi kuralları ile mesleğini yapanları -elbette onlardan dürüstçe karşıma çıkıp bunun kavgasını vermelerini hiçbir zaman beklemedim- her zaman arkadan vurmayı tercih etmiştir.

Ekmeğimizle oynayarak bizi terbiye etmek istiyorlar, dediğimiz tam olarak budur. Mevcut çalışma şartları, onların mevcut kurduğu kurulu düzen, aykırı olmak, ayrık otu olmak onların kamuda hiç istemedikleri bir şey. Yani özel sektörde de istemedikleri elbette. Türkiye’nin hiçbir yerinde, bu topraklarda ayrık otlarının yetişmesini istemezler. Ama OHAL onlara şöyle bir keyfilik yarattı. Ayrık otlarını tırpanlama olanağı sundu. Onlarda bu olanağı çok güzel kullandılar. Ama ayrık otları olarak biz mutlaka bir koşulunu bulup, bu topraklardan çıkıp büyüyor ve çoğalıyoruz, bunu da görüyorum.

1050 gün… Dile kolay. Yaklaşık bir ay kadar sonra tam 3 yılınız dolacak… Neler yaşadınız bu süreçte… Biraz bahsedebilir misiniz?

Evet direnme sürecim başlayalı 1050 gün oldu. Düzce’de direniyorum. Gerçi sadece Düzce’de direnmiyorum. Belki öyle bir parantez de açmak iyi olabilir. Haftanın dört günü Düzce’deyim. Üç günümü de diğer direnenlerle dayanışmaya ayırmaya çalışıyorum. Dayanışmanın çok kıymetli bir şey olduğunu düşünüyorum. İnsanlar bir yerlerde sizin gibi karda, soğukta, kışta gözaltılara rağmen bir bedel öderken onların yaşadıklarını, onların hissettiklerini paylaşmak benim özgürlük sürecime de çok fazla şey katıyor. Bu yanıyla hepsini gidip deneyimlemek, o pratikleri de kendi heybeme katmak istiyorum.

Ankara Yüksel Caddesine -KHK’lara karşı ilk direniş Yüksel Caddesindeki direniştir- cuma, cumartesi, pazarımı genel olarak o direnişe ayırıyorum. Oradaki dostlarımla omuz omuza olmaktan onur duyuyorum. Onun dışında İstanbul’da direnenler var. Yine KHK direnişi Bakırköy Özgürlük Meydanında. Zaman zaman onların direnişine destek veriyorum. Mahmut Konuk direniyor Ankara’da. O’na destek veriyorum. İşçi direnişleri var, sayılarını ben bile şu anda bilemeyeceğim kadar yayılmış işçi direnişleri var, onlara desteğe gidiyorum. Ve dediğim gibi her direnişin farklı bir pratiği, farklı bir deneyimi, öğrettiği bir şey var onları da kendi direnişime aktarmaya çalışıyorum.

Düzce’deki pratik biraz daha farklı algılanabiliyor. Taşrada; yani Ankara, İstanbul gibi büyük kentlerde bir direniş değil bu. Taşrada başlayıp taşrada süren ve çok böyle eylemlere alışık olmayan bir kentte başlayıp devam eden bir direniş bu. İlk iki yılında pardon ilk bir yılında hiçbir saldırıyla karşılaşmadım. Ama ne zaman ki yukarda bahsettiğim cemaat itirafçısı beton firması sahibinin, iktidarda bir makamı olduğunu öğrenip onun kapısının önüne gitmeye başladım, son iki yıldır görmediğim baskı türü kalmadı Düzce’de. Evet tek başıma direniyorum. Ama tek başına direniyor olmanız bile karşı tarafın yani sermaye ve onların işbirlikçisi iktidarların tüm yasal ve yasadışı güçleri size saldırmasına bir engel değil. Tek başına bir kadına bu kadar güçle gidilir mi, binlerce polisle gidilir mi? Gidiliyormuş. Tek başına direnen bir kadının adıyla valilik tarafından eylem yasağı kararı alınır mı? Alınıyor valla. Yani bunu da yaşadık. Bunun üzerine de bazen düşünüyorum. Yani siz tek kişisiniz ama iktidar nerdeyse tankı ile toplu ile gelecek benim olduğum yere. Neden diye sorduğum zaman, neden bu meseleyi bu kadar önemsiyorlar, neden varını yoğunu, gücünü, yargısını, polisini, kolluğunu itini kopuğunu -yani faşist saldırılar da oldu- provakasyonları örgütlemek ihtiyacı hissediyorlar? Yani neden bu meseleyi, bu sesi bu kadar kısmak istiyorlar? Çok anayasal, çok sade, çok demokratik ve ayakları yere basan bir talep. Ama bir yasadışılık atfedip onun o meşruluğunu kırmaya çalışıyorlar. Neden yani bu kadar rahatsız oluyorlar? İşimi istiyorum, talebi koskoca bir iktidarı, devleti neden bu kadar rahatsız eder? Baktığınız zaman iktidar talepli bir şey değil yaptığım. Yani gelin siz inin ben oturacağım diyen, bir şey değil. Ama bu kadar tehlikeli görülmesinin ve bastırılmaya çalışılmasının altında hem sizin iradeniz var kıramadıkları, 1050 gündür kıramadıkları bir irade var. Bu doğrudur. Bu zaten birincil temelidir. Hem de bir diğer yanıyla da ülkede faşizm var.

Nedir Faşizm?

Bizim ülkemiz yönetimine dair bir tahlil yapacak olursak; çok baskıcı iktidarlar var, çok şiddet uyguluyorlar, çok şöyle böyle bir şey diyemeyiz tek başına. Baskı ve zor değil yani. Bunun adını koymak lazım. Faşizm diye. Faşizm nedir? Sermayenin emekçi halk kitlelerine yönelik uyguladığı bir bastırma hareketi, bir zor hareketi. Yani yönetildiğimiz ülkeyi tahlil ettiğimiz zaman bugün en zengin yüzde 1’i milli gelirin yüzde 55’ini paylaşıyor. Geri kalan yüzde 99 milli gelirin yüzde 45’ini paylaşmak zorunda bırakılıyor. Bu en zengin yüzde 1’in elinde tuttuğu yüzde 55 için yapmayacağı şey yok, işleyemeyeceği suç yok. Bunu görüyoruz. Madenlerde görüyoruz. İş katliamlarında görüyoruz. Bunların yargılamalarında görüyoruz. Aklamaya yönelik yargılamalar yapıldığını görüyoruz.

En zengin yüzde 1, pastanın yüzde 55’ini alıyor ama daha fazlası için yüzde 60, yüzde 70 için işlemeyeceği cinayet yok, çalmayacağı değer yok, yok etmeyeceği hiçbir şey yok. Bu kadar azgın bir sermaye gücünden bahsediyoruz. Bu sermaye gücü tabii ki her zaman iktidarlarla iş birliği halindedir. Sistem böyle yönetilir. Sistem sermaye odaklı döner. Güç oradadır. Peki, bu sermaye yüzde 99’u, bu yüzde 45’e nasıl ikna edecek? Tabii ki baskı ile ikna edecek. Zorla ikna edecek. Polisiyle yargısıyla tutacak. Eğer yüzde 99, yüzde yetmiş benim hakkım deyip sokağa çıkarsa, yüzde yüz benim emeğim diye sokağa çıkarsa, çok tehlikeli bir şey olmuş olur onlar için. Oturduğun koltuk benim, o sıcacık evler bana ait, o altındaki arabayı benim emeğimle alıyorsun der ve bunu almaya kalkarsa, yüzde 1’in yapacağı hiçbir şey yok. Bu yüzde 99’u oturduğu evde tutmak, öfkesini korkuyla, baskıyla bastırmaya çalışmak isteyecektir. Çünkü onların servetleri tamamen emekçilerden çaldıklarıdır. Yüzde 1’in serveti tüm emekçilerden çaldıkları alın teridir. İşte faşizm bunun adıdır. Sermayenin emekçi güçlere karşı uyguladığı terördür. Bunun için de her türlü zoru kullanırlar. Bir gecede yasaları bunun için değiştirebilir, OHAL ilan edebilir, otuz gün gözaltı süreleri koyabilir, işkenceyi yasallaştırabilir, işkence davalarını aklayabilir.

Bakın bugün kayıpların olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Eşlerinin, çocuklarının yanında ya da güvenlik kameralarının önünde kaçırılan polis olduğu söylenen kişilerce kaçırılıp 4,5-5 aydır ortada olmayan insanlar var. Ya da hapishanelerden gelen işkence ve hak ihlalleri ile ölüm haberleri de var. 90’lı yılları aratmayan hikayeler yaşıyoruz. Bunlara yönelik tüm başvurular cevapsız kalıyor. Ama suçu işleyenler, bir şekilde yargı eliyle korunmuş oluyor. Böyle bir süreçte elbette iktidarın ve sermayenin elindekini kaybetme korkusu büyük olacaktır. En güvendiği zamanda zaten iktidarlar halka yönelik çok büyük baskılar uygulamaz. Demokratik haklar varmış gibi, açılımlar yaparak halka şirin görünmeye çalışır ama ne zaman iktidarını kaybedeceğini, halkın yüzde 99’unun yüzde 45’ten fazlasını istediğini hissederse yani korku ve paniğe düşerse işte o zaman saldıracaktır. Biz de böyle günlerden geçiyoruz. O yüzden bir kişiye bin tane polis. O yüzden bir kişi için işi gücü bırakıp yasak kararları alarak, baskının her biçimiyle sizi yıldırmaya çalışıyorlar. İşte 1050 gündür bunu başaramadılar. İşte bunu başaramamalarının sebebi de röportajımızın başına dönecek olursak çok güçlü, çok başka bir dünyadan gelmiş ya da çok kahraman biri olduğumuzdan değil, reddetmenin gücüne varmış olduğumuzdan ve zorunluluğumuzu kavramış olduğumuzdan geliyor.

Siz oturma eylemi yapıyorsunuz… Harbiyeli Annesi Melek Çetinkaya yürüme eylemi yapmak istedi ama engellendi. KHK’lı Cemal Yıldırım var, Acun Karadağ var… Muhtemelen sesini duyurmaya çalışan daha çok KHK’lı var… Ne tavsiye edersiniz?

Sürecin geçmesini bekleme hayalleri ile evlerinde oturan ve evde oturdukça korkusu ve kaygısı büyüyen insanlara bir öneri olarak; bu nasıl oluyor, nasıl başarıyor sorusuna onlardan farklı olmadığımı, sadece yaptığım şeyin, böyle bir süreçle zorunluluğumu kavrayıp özgürleşme sürecimi yeniden tanımlamamla ilgili olduğunu söyleyebilirim. Tabii bu bir bilinç meselesi. Sürekli olması yani 1 gün 2 gün değil 1050 gündür sürüyor olması, bütün baskılara rağmen sürüyor olması bir kararlılık meselesi. Bir ısrar meselesi. Bilinç, ısrar, kararlılık, vazgeçmemek bu işin aslında reçetesi, alfabesi. Çok da karışık bir mesele değil. Göze alıp çıkmak.

Evet insanlar bu kadar zulmü görüyorlar, belki de yaşıyorlar. Ama bana, “yani evli değilsiniz, biz evliyiz sorumluluklarımız var.” diyorlar. Ya da evli olanlar, “çocuğun yok en azından, bizim çocuklarımız var.” diyor. İşte bakıyorum, “Bizden geçti, yaş kemale erdi, bayrak sizde.” filan gibi söylemler. Aslında böyle bakmamak gerekiyor. Direnenler arasında çoluğu çocuğu olan, evli barklı insanlar da var. Acun Karadağ’ın kızı var örneğin. Mahmut Konuk’un da kızları var… 55-65 yaşında direniyor o insanlar. Saçları bembeyaz olan ağabeylerimiz, ablalarımız direniyor. Kiminde kalp pili var. Mesela Nuriye Gülmen 324 gün açlık grevi yaptı ve vücudunda hayatı boyunca yaşamak zorunda olduğu kas ağrıları var. Ama ona rağmen sokakta. Yapabildiğiniz kadarını yaparsınız, benim gibi yedi gün yirmi dört saat bu işle yatıp kalkmak zorunda değilsiniz. Örneğin Mahmut Konuk haftada 1 gün direniyor. Çıkıyor işyeri önünde bir gün direniyor. Diğer iki gün Yüksel Caddesine geliyor. Mesela Bakırköy Direnişçileri yine haftada bir gün çıkıyorlar. Ama diğer günlerini, direnişin diğer yanlarına gazetecilere, basına gidiyorlar, kendilerini anlatıyorlar, yazıyor çiziyorlar. Yani direnişin tek meselesi sokağa çıkıp polisle çarpışmak değil. Bunu her gün yapmazsınız da bir gün yaparsınız. Siz yeter ki yapamam değil, nasıl yaparım diye bakın. Nasıl yaparım dediğiniz anda zaten kendi cevabınızı bulabilirsiniz. Benim gibi 5 saat sokakta oturmak zorunda değilsiniz. 1 saat, yarım saat bile oturabilirsiniz. Bunun yol ve yöntemini bulabilirsiniz. Ama kesinlikle evde oturmak, çürümek, korkuyu büyüten kaygıyı büyütmekten uzak durun. Hele KHK’lılar.

İlk defa KHK yayınlanmıyor bu ülkede… Ama haksız yere işinden atılan binlerce masum, yargıda hakkını bile arayamıyor. Bugün artık KHK’lı olmak diye bir kavram var… Sizce nedir KHK’lı olmak bu ülkede?

KHK’lı olmak meselesi bambaşka bir şey. Sadece işsiz bırakılmak, açlıkla terbiye edilmek meselesi değil. Bir sürü yanı var. Başka bir işte çalışamıyorsunuz, sağlık hakkınız yok, pasaport yok. Yurtdışına çıkma hakkınız yok. Zaten sizi terörle ilgili diye atmışlar. Pek çok yanıyla sizi toplumdan tecrit etmek istiyorlar. Bakın üç yıl geçti, hastalıklardan ölenlerin sayısı o kadar arttı ki yani artık kanser arttı, kalp krizleri arttı. İnsanlar ölüyor. Bir yanda böyle bir kesim var. Bir yanda ise açlık yoksulluk ve borçlar yüzünden ölümü tercih edenler var. Kendini yakanlar, asanlar, vuranlar. Yani bir insan ölümü göze alıyorsa ölümü göze alan insanlar çok rahat direnebilir aslında. Ama çaresizlik var, umutsuzluk var.

Bizim direnişlerimizin bir yanı da iktidarı rahatsız etmesi, halka “umut” olma meselesi. Yani direnilebilir, yapılabilir, karşı durulabilir olduğunu halkın hafızasına kaydetmesi. Belki de en tehlikeli buldukları şey bu. Halka umut veriyor olmamız. İktidarın şu koltuk kaygısına düştüğü, sermayesinin kaybetme kaygısına düştüğü, var olan gücünü kaybetme endişesine düştüğü şu dönemlerde belki de en tehlikeli şey “umut”. Bizim direnişlerimizin de halkın umudu olduğunu düşünüyorum.

Peki, KHK’lıların terörle ilişkilendirilmesine ne diyorsunuz?

Terör nedir. TDK’yı açıp bakalım. Ben merak ettim ve baktım, terörle ilgili diye işimden atıldıktan sonra. Nedir terör gerçekten? Terör nedir, terörist nedir? TDK şöyle tanımlıyor: “Halkı silah ve baskı zoruyla korku ve paniğe sevk etmek.” Silah ve baskı zoruyla halkı korku ve paniğe sevk etmek. Yani bu çok açık bir tanım aslında. Direnişler halka yönelik korku ve panik yaratan değil, aksine halkın ekmeğine, aşına, toprağına, birbirine, vatanına sahip çıkması bilincini yükselten ve umut veren yarınlara dair umut veren fiiller diyelim. Halkı korku ve paniğe sevk etmek bir kenara dursun umut veriyor yani direnmek. Ama iktidarın ona karşı çıkana terörist demesi, ona oy vermeyene terörist demesi, daha önce onunla yan yana yürüyüp sonra yollarını ayıranlara terörist demesi, yani kendinden olmayan tüm kesimleri terörle itham etmesi aslında bir acizliktir. Yani iktidara muhalif olmak, karşı olmak terörle eşdeğer tutuluyor günümüzde ama halkı korku ve paniğe kim sevk ediyorsa -silah ve baskı zoruyla- terörist odur. TDK böyle söylüyor. Direnişler ise halkın umududur. Halkın yarınıdır, geleceğidir. Biz böyle bakıyoruz.

Benim eylemimin biçimi oturma eylemi. (Dolayısıyla terör kavramının içerisine, terör ve direnişi yan yana koyamayız. Terör başka bir şey. Terörü kim yapar, nasıl yapar, terör nedir, meselesi bu röportajın dışında bir konu.) 1050 gündür de aynı şekil de devam ediyor. Pazartesi, Salı, Çarşamba en işlek caddedeyim Düzce’de. Perşembe günleri AKP binası önünde. Bu biçimiyle devam ediyor. Ve birinci günden 1050. güne kadar halklaştığını söyleyebiliriz rahatça. Çünkü bu bizim kendimizi halka anlatabildiğimiz, direnişimi anlatabildiğimiz, meselenin tek başına iş meselesi olmadığı, iktidarın terbiye politikasına karşı, “Hayır terbiye olmayacağım, ıslah olmayacağım. Çünkü…” dediğimiz ve bunu anlattığımız ve bire birde, yüz yüze, göz göze, bir çay eşliğinde anlattığımız çok kıymetli bir alan aslında. Tek arayüzümüz bizim halkla. Bizi öyle büyük basın falan yazmıyor, 1050 gündür süren bir direniş haber değeri taşımıyor bu ülkede. Nelerin haber değeri taşıdığını siz daha iyi biliyorsunuz. Hangi sanatçının kiminle ne yaptığı meselesi kadar bir değerimiz yok. 1050 gündür sokakta bir kadın hikayesi çok değerli bulunmuyor.

Neden? İktidara karşı direniyorsunuz. Herkes dikensiz gül bahçesi istiyor ya da eli dikene değsin istemiyor. Dolayısıyla tek arayüzümüz oturma eylemimiz. O yüzden çok kıymetli, düşman için de iktidar için de o yüzden çok önemli. O yüzden oraya o kadar çok saldırıyor. Ama biz orayı bir mevzi savaşına dönüştürdük ve irademizle faşizmi gerilettiğimizi düşünüyorum. Devam ediyoruz.

Nasıl devam ediyoruz peki? Bu kadar insan sürekli geliyor-gidiyor. Çünkü hayatlarındayım ben o insanların. Onlar benim hayatımda, ben onların hayatındayım. Düğünlerindeyim, derneklerindeyim, cenazelerindeyim. Çocuklarının doğum günündeyim. İyi günde, kötü günde meselesi vardır ya tabii ki bir evlilik akdi değil bu ama aramızda başka bir hukuk var. Ben aileden biri gibi hissediyorum. Onlar da benim aileden biri olmamı, çocukları ile sohbet etmemi, eşleri ile sohbet etmemi kendilerinin hayatlarında var olmamı istiyorlar. Onlar benimle paylaşmak, benimle sohbet etmek istiyor. Acılarını dertlerini paylaşmak istiyor. Gerekirse birlikte ağlıyoruz, gerekirse birlikte gülüyoruz. Bunu yakalamak mevzusu. Dolayısıyla çok halkın içindeyim. Savunduğum sosyalist değerler gereği de emekçi halk kitlelerinin içinde bu kadar olmak, ayağımın evinin kapısındaki çamura, çamur varsa çamura değiyor olması o gecekondunun, o yoksul semtlerin çamurlarında geziyor olmak, onların sofrasında ne varsa onu yemek, daha fazlası ile ilgilenmemek onu paylaşmak bunlar benim için de çok değerli şeyler. Bir diğer yanıyla da kendinizi dört duvar arasına, evinize kapattığınız zaman oradaki sevgi çok bencilce bir sevgi oluyor. Bunu izleyenler belki hemen anlayamayacaklar ama Marx, eğer sevgi emekçi halk kitlelerine, doğaya, insana dönük değil sadece bir eşe ve evininizdeki çocuklarınıza ise, bu tür sevgiyi “genişletilmiş bir bencillik” olarak tanımlıyor. Yani o sevgi bir mülkiyet ilişkisi içerisinde olmuş oluyor. Eğer siz hiç tanımadığınız insanlara, onların sömürülmesine, onların, emekçilerin yarattığı değerlere, aynı sınıftan olduğunuz insanların yaşantılarına, duyduğunuz bir sevgi, bir duygu yoksa sadece evinizin içinde akrabalık ve kan bağından doğan, düzenin de size bir mülkiyet ilişkisi içerisinde yarattığı şeyin adına sevgi diyorsanız burada bir eksiklik var. Bir bencillik olarak tanımlıyor bu sevgiyi. Tabii ki eşimiz, çocuklarımız, ailemiz ve onlara duyulan sevgi çok değerli. Ama işte insanlar o kadar çok evlerine kapanıyorlar ki konu komşusundan bihaber yaşıyorlar. Bir güven ilişkisinden kopuk yaşıyorlar ki iktidar da tam böyle bir bölünmüşlük ve parçalanmışlıktan besleniyor. Artık Kürt – Türk, Alevi – Sünni meselesini çarpıştırmak yetmiyor ona. Yani evlerimizin içinde, milyonların içinde yapayalnız dört duvar arasında kendimizi, kendi anahtarımızla kapının arkasına kilitlediğimiz kentlerde yaşar hale geldik. Böyle olunca da dayanışma bitiyor, komşun aç mı, tok mu bilmiyorsun, öyle yatıyorsun yani. Ve intiharların artma sebebi de bir yandan bu. Birbirimizi bilmiyoruz, tanımıyoruz ne derdi var ne sorunu var hiçbir fikrimiz yok. Dolayısıyla sevgi birbirimizin elimizden tutmak bir yanıyla da. Ben şimdi sadece eşimin, dostumun, arkadaşımın değil halkın elinden tutuyorum. Onlar da benim elimden tutuyor ve çok güçlü eller o eller. Bu direnişin belki de öngöremediğim yanlarından bir tanesi bu.

Bir birikimin sonucu olduğunu söylemiştiniz en başta… Peki bu direnişin size kattığı şeyler de var mı?

İktidarla bir irade savaşı olması yanında halkın da bana öğrettiği, bende yeniden ve yeniden her gün bıraktığı değerler var. Bunu kitaplar yazmıyor. Bunu filmler göstermiyor. Bunu ancak yaşayarak hissedebilirsiniz. Dediğim gibi, hayata sorarak başlamak, “neden” diye olaylara yaklaşmak sizi zaten doğru cevaba götürecektir. Nedenin karşısına da ama-fakat-ancak gibi köşeler çizmeden, ama ben evliyim ama şöyle ama bu var filan demeyip nedeni görmek, gördükten sonra sizi götüreceği cevapta, peki o zaman nasıl olmalı? Yani sormamız gereken şey “nasıl” sorusu olmalı. Neden’den sonra? Bunları sormak ve buna göre hayata bir tavır almak inanın. Ayrıca direnmek sadece biz solcuların görevi vazifesi değil. Ya da biz solcu-sosyalistlerin yapması gereken bir mesele değil. Bu ülkedeki hatta bu dünyadaki her onurlu insanın görevi. Ona karşı dayatılan onursuzluğa karşı, ekmeği ile terbiye etme politikasına karşı, boyun eğme ve yıldırma politikalarına karşı her onurlu insan direnebilir.

https://www.youtube.com/watch?v=php1hQeFgmk

 

 

Takip Et Google Haberler
Takip Et Instagram
WP2Social Auto Publish Powered By : XYZScripts.com