Kemal Kılıçdaroğlu ‘toplumsal yangın’ı söndürebilir mi?

İhtiyaç duyduğumuz lider, demokrasi, kuvvetler ayrılığı, laiklik, hukukun üstünlüğü, insan hakları gibi elzem konularda ekibiyle birlikte ve uzlaşarak sorun çözebilme yeteneğine sahip biri olmalı. Peki, böyle biri midir Kılıçdaroğlu?

BERKE KAYA 03 Mart 2023 GÖRÜŞ

Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu

Bir şeyin adını koymayınca her şey ne hoş, ne tatlı, ne kadar da âlâ… Belki de Kızılderili kültürü bu yüzden “ad koymak öldürmek”tir der; yani bir şeyi tanımladığın andan itibaren çürüme başlar.

Yaklaşık 6 saat süren Altılı Masa toplantısından cumhurbaşkanı adayı olarak Kemal Kılıçdaroğlu çıktı. Altı partiden beşi ‘evet’ derken, biri düşünmek için zaman istedi. Kamuoyuna açıklanan bildiride ‘ortak anlayışa ulaştık’ dense de belli ki kırık ses, bir aksi seda var koroda.

O ‘aksi’ sedanın kim olduğu gün içerisinde belli oldu Altılı Masa’nın beşe mi ineceği yediye mi çıkacağı muamma. Ancak Kılıçdaroğlu iradesi net.

Bu, bir anlamda ‘ad(ını) koymak’tır; o andan itibaren çürüme başlayacak. Eğer Kılıçdaroğlu, seçilene kadar ‘taze’ kalmayı başarırsa “iklim değişir Akdeniz olur.” Başaramazsa içine itildiğimiz lağım kaderimiz…

“İnsan ölüm gibi yaşama da hazır olmalı” der bir şiirinde Ahmet Oktay. En çok ölüme hazırız galiba, oysa birilerinin bize yaşamı (da) hatırlatması (mı) gerekiyor.

Kılıçdaroğlu, kendi kendini iknaya çalışan bir kitlenin yüzünü yaşama döndürmeli. Çünkü cehalet fışkırıyor tabanımızı bastığımız topraktan… Kükürdünü soluduğumuz havadan… Üniversiteler liseleşiyor, değerler değersizleştiriliyor… Bilgiye ulaşmak bunca kolayken bilgisizliğin gördüğü iltifat şaşılası… Hiçbir şey kimseye yetmiyor: bir evi olan, site istiyor! Bir eşi olan, dört kadın… Arabası olan, jip… İşsizlik oranı cumhuriyet tarihinin en yükseğinde – çıt yok! Anasına avradına sövülenler, panayır ayısına çevrilenler, sandıkta kendisini buna layık görene oy veriyor.

Evet; “gözümüzü kapadığımızda dünya yok olmuyor!”

Kılıçdaroğlu, er geç çürüyeceğinin idrakinde, mütereddit kitleyi kazanmanın yolunu bulmalı.

‘ÇÜRÜK YUMURTADAN ÇÜRÜK’ HAFIZAMIZ

Farkındayım; belli bir kesim, “Bu toplumsal yangını o söndüremez!” diyor. Umutsuzca, “O kazanamaz!” diyor.

Bunu derken, aslında şunu diyor: “Ben ona oy versem dahi şu ve şu oy vermez.” Daha açık söylemek gerekirse, “Ben bilirim, ama halk bilmez” diyor.

Kabul; aklıselim bir ülke değiliz.

Kabul; fevkalade duygusalız.

Yaklaşık bir aydır çaresizliğin dal budak saldığı ve devletin yokluğunu kahrolarak iliklerimizde hissettiğimiz bir deprem felaketi yaşadık; orada burada kalmış son akıl kırıntılarını da o törpüledi ve duygusal tepkimelerimizi zirveye taşıdı.

Her geçen gün güvendiğimiz kurumların (mesela Kızılay, mesela Ordu) tuğla tuğla çözülüşüne, badanasının dökülüşüne tanıklık ettik, özenle bileylenmiş bıçak kemiğimize dayandı.

Bir taraftar gibi hareket etmeyen herkes iktidardan yıldı. Koltuktan inmeleri gerektiğinde hemfikir. Gelgelelim, bu hemfikirlik zât-ı âlînin karşısında kimin olacağı fikrine takılıyor hep; zira onlarca farklı siyasi görüş ve bakış açısı var.

Kimine göre Ekrem İmamoğlu doğru aday, ‘herkes’in oyunu alır.

Kimine göre Mansur Yavaş, zât-ı âlîyi alt edecek kişi. Ankara’da yaptıkları ortada.

Kimilerine göre Kılıçdaroğlu’na sağ kesim oy vermez. CHP içinde bile ona oy vermeyecekler var.

Lakin biz, ne kadar duygusalsak o kadar da unutkanız. Nâzım Hikmet’in de dediği gibi: “Çürük yumurtadan çürük” hafızamız.

Hatırlar mısınız; bir ‘uzun’ ve ‘yakışıklı’ vardı, hani Barolar Birliği başkanıydı. Gönül okşayan iki söz söyleyince, “İşte cumhurbaşkanı olacak kişi” diye sarılmıştık Metin Feyzioğlu’na.

Feyzioğlu, 2014’te, Danıştay’ın 146’ıncı yıldönümünde yaptığı konuşmayla neredeyse bir siyasî krize neden olmuştu. Sonra sebebini bugün dahi bilemediğimiz bir şekilde zât-ı âlîden yana davranmaya başladı. Şimdi Lefkoşa Büyükelçisi…

Hatırlar mısınız; mal bulmuş Mağribî gibi sarılmıştık Muharrem İnce’ye. Oydu aydınlık Türkiye’nin geleceği. 2018 yılında CHP’nin Cumhurbaşkanı adayı oldu; kaybettiğini anladığında, “Adam kazandı” dedi, “Beni satmışlar” dedi ve Memleket Partisi’ni kurdu.

Anlık reflekslerle hareket ediyoruz; beynimiz değil, kalbimiz düşünüyor; muhakeme yok!

Nitekim bundandır ki, bir ‘kitle süsü’ olan Haluk Levent için bile “Keşke cumhurbaşkanı olsa” diyoruz. Niye? Depremde AFAD’ın, Kızılay’ın yapamadıklarını yaptı diye.

Görünüşe göre demokrasinin ne olduğunu henüz anlayabilmiş değiliz. Oy vermenin anlamını kavramış değiliz.

HER ŞEYDEN YOKSUN KALMAK, YANİ ‘SEÇMEN’ OLMAK

“Klasik çağda ‘evrensel matematik’ fikri”ni yazmış Fransız filozof David Rabouin, Sartre’dan hareketle diyor ki: “Kamusal oylama hakkı bir yutturmacaya dayanır.”

Sonra ekliyor: “Bireyler bu oylamada, aralarındaki herkesi özneye dönüştüren şeyden yoksun oldukları ölçüde eşittirler.”

Hızını alamamış galiba, döktürüyor: “Bundan ötürü kamusal oylama bir ‘yabancılaşma’dır; bu yabancılaşmayla insanlar (…) her şeyden yoksun kalırlar: yani ‘seçmen’ olurlar.”

Bakınız, onun sorguladığı ve bence haklı olduğu şeyden söz etmiyorum; “tüm yurttaşların eşit sayıldığı yönetim biçimi”nden söz ediyorum.

İşte bunu bile tam olarak idrak edebilmiş değiliz; ENSAR Vakfı’nın yurtlarında 45 erkek öğrenciye tecavüz edilmesini, “Bir kereden bir şey olmaz” diyerek savunan Sema Ramazanoğlu’ndan pek farkımız yok aslında – “Bir kere de ona şans verelim” diyenlerin oyuyla zât-ı âlînin iktidara geldiğini unutuyoruz çünkü.

Oy böyle bir şey değil. Ulufe dağıtır gibi ona buna verilmez.

Ne hazin ki, yurttaş olmanın tüm yüklerini birine havale etmeye bayılıyoruz. O kişiyi buldu mu, can simidine tutunur gibi tutunuyoruz. Bir süre, bazen uzunca bir süre her şeyini beğeniyoruz. Sonra sönümleme başlıyor. Eğer benim gibi düşünüyorsa iyi oluyor. Benim yediğimi yiyorsa iyi…

Olup bitmelere biraz geriden bakma, serinkanlı şekilde bakma yok.

Kılıçdaroğlu adı giderek daha yüksek sesle dile getirildikçe şeamet tellâlları başladılar tantanaya.

İyi de, Ziya Paşa’nın meşhur Terkib-i Bend’inde söylediği gibi; “Böyle bir gecenin hayr umulur mu seherinde?”

ZÂT-I ÂLÎYİ KENDİ SEÇMENİYLE VURMAK

Siyaset buz pistinde yağlı güreş yapmak gibi bir şey. Rakibinizi tutsanız, ayağınız kayıyor. Ayakta durmayı başarsanız, rakibiniz çift dalıyor.

Misal Ekrem İmamoğlu. Genç, dinamik, manevi yanı olan biri olarak çıktı karşımıza. Cuma namazlarına gidiyor olması merkez sağa sevimli geldi. Bilinen bir ahlaksızlığı yok. Eh, bir de ilçe belediyesinde yaptıkları var.

Bunu yalnız biz görmedik; tabii gören öteki, muktedir olduğundan, görevinden alınarak işlevsiz hale getirilebileceği tehdidini savuruverdi. Yetinmedi üzerine, YSK üyelerinin onur, şeref ve saygınlığını rencide edebilecek şekilde hakaret ettiği gerekçesiyle 2 yıl 7 ay 15 gün hapis ve “belli hakları kullanmaktan yoksun bırakılma” sosu döküldü.

Bu belden aşağı vuruşla ‘yarışma’ dışı kaldı İmamoğlu.

İmamoğlu’nun yerine bu kez Mansur Yavaş’ın ismi kondu. Oysa Yavaş, işini yapmak istiyor sadece. Elbette önüne cumhurbaşkanlığı pastası konursa ‘yemem’ demez. Lakin rengini belli etmemeye özen gösterdi. Zaten Melih Gökçek’in kalıntılarını temizlemek yeterince zordu zira. Ama buna rağmen belediyeye belli bir ahlak getirmekteki başarısı, ‘ondan’ ve temsil ettiği görüşten olmayanların bile takdirini kazandı.

Bir kesimdeki temel endişe şuydu: Acaba Yavaş, belediye başkanlığındaki tarafsız görünümünü cumhurbaşkanı seçildikten sonra da koruyabilir mi? Derin devlet onu kafakola alır mı? Parlamenter demokrasiye geçişi sağlayabilir mi?

Gelgelelim, seçimler öyle bir seviyeye sıçradı ki, kimse (kendini solda tanımlayanlar için söylüyorum) gönlünden geçen ve kendi siyasi görüşüyle paralellik gösteren bir adayı öneremiyor. Şu kişi aday olursa ona bizim dışımızda kimler oy verir hesabı yapıyor. Kazanacak adayın arkasına geçme arzusu…

Farkındaysanız ‘kişi’ ve ‘kazanma’ odaklı tercihler. İdeoloji gibi, devlet gibi, egemenlik gibi, düzen gibi, otorite gibi, meşruiyet gibi, mutabakat gibi, hukuk gibi, insan doğası gibi temel kavramlar üzerinden konuşmuyoruz.

Oysa AK Parti cenahında böyle bir dert yok. Tek adayları var ve hepsi onda birleşmiş vaziyette.

Kılıçdaroğlu uzunca bir süre soldan birinin kazanamayacağını düşündü. Sağın oy verebileceği adayların peşine düştü. Ekmeleddin İhsanoğlu yanlışı böyle bir düşüncenin sonucuydu, Zât-ı âlîyi kendi seçmeniyle vuracağını sandı.

Onlar gibi olarak nasıl farklı bir düzen getirilir – anlamak zor!

İşte bu gaflet, CHP’nin yaralar almasına, beceriksiz görülmesine neden oldu.

KURTLAR SOFRASINDA ‘NAİF’ BİR LEZZET

Bir dönem ‘sakin güç’tü Kılıçdaroğlu. Kurtlar sofrasına ‘naif’ bir lezzet olarak konmuştu.

Sakin güç’ün yanına da şunlar eklenmişti itinayla: Demokrat, üretken, vizyon sahibi, sade hayatıyla bizden, kararlı ve güçlü.

Reklam danışmanları büyük bir maharet göstererek Jacques Séguéla’nın, herhangi bir politikacının değil. François Mitterrand’ın sloganını çalmıştı.

Bunu şu sebeple söylüyorum: Her ne kadar koltuğa tek kişi de otursa, aslında iktidardaki kişi yatağa yüzlerce kişiyle girer. O yataktan ertesi günün sabahına sağlam kalması için ortak akılla hareket etmesi gerekir.

Tercihler kişinin geleceğini belirler.

O tarihten bu yana, köprünün altından çok sular aktı.

Pek çok şey söyleyebiliriz Kılıçdaroğlu için. Ama hiçbiri onun demokrasi ahlakından kuşku duymamızı sağlayamaz.

Bu bir meziyet midir?

İçinde bulunduğumuz koşullarda, evet, meziyettir.

Kimileri onu çekingen, beceriksiz, elini masaya vuramayan olarak gördü. Zât-ı âlînin karşısına çıkanın kınadığımız, utandığımız, ayıpladığımız davranışlarını sergilemesini arzuladı. Yani zât-ı âlîyi ancak bir benzerinin yenebileceğini düşündüler.

Oysa ihtiyaç duyduğumuz lider, demokrasi, kuvvetler ayrılığı, laiklik, hukukun üstünlüğü, insan hakları gibi elzem konularda ekibiyle birlikte ve uzlaşarak sorun çözebilme yeteneğine sahip biri olmalı.

Peki, böyle biri midir Kılıçdaroğlu?

Eh, CHP’de onca hengameye, muhalefete rağmen başkan kalabilmesi bir gösterge olabilir belki… Zira CHP, İstanbul gibi; her renk var. İYİ Parti de, HDP de kendi izdüşümlerini görebilir burada. Dolayısıyla Kılıçdaroğlu’nun parti içindeki uzlaşmacılık becerisi bir şeyler söylemeli bize.

Ayrıca Altılı Masayı kurması ve şu vakte kadar da devirmemesi de mühim.

Kılıçdaroğlu’nun iktidar karşısında tek aday olarak çıkması zât-ı âlîye hezimeti tattırır mı, bilmiyorum.

Ancak şunu diyebiliriz: Altılı Masa dik durduğu sürece, Kılıçdaroğlu’nun adaylığı yaklaşık 30 milyona yakın Alevi nüfusunun oylarının bütünleşmesini, yaklaşık 15 milyon civarındaki Kürt nüfusunun oylarının HDP desteğiyle büyük oranda Altılı Masa’ya kaymasını sağlayabilir.

ŞİMDİ ‘SON UMUT’ ZAMANI

Kılıçdaroğlu, “kodu mu oturtan” bir lider olmaktan uzak durdu. Zaten anladığım kadarıyla ne koymak ne oturtmak derdinde.

Gönlüm istiyor ki, aslında CHP-TİP-TKP ve HDP bir araya gelebilse… Gençlere ve sol kesime umut olsalar…

İYİ Parti de masadaki diğer partilerle ortaklığa gitse.

Ama bu pek mümkün görünmüyor.

Öte yandan Altılı Masa’nın Kılıçdaroğlu’na ihtiyacı var. Kılıçdaroğlu’nun Altılı Masa’ya değil. Çünkü ne geçmişi puslu Meral Akşener, ne de vaktiyle AK Parti’nin eski ileri gelenleri bize arzuladığımız şeyleri vaat ediyor.

Keşke 1965’te TİP’i meclise sokan ve şu ana kadar en adaletli oy dağılımını sağlayan “Milli Bakiye Sistemi” uygulanabilse… Her siyasi eğilim mecliste temsil edilebilse.

Olabilse’yle, yapılabilse’yle olup yapılmıyor maalesef. Şimdi artık ‘son umut’ zamanı.

Hazin olan şu: “Sandıkta yerle yeksan olurlar!” diyemiyoruz gönül rahatlığıyla; sıfırlanmayan paralara, makara kukaralara (!) rağmen…

Nasıl bir bağsa zât-ı âlîyle seçmeni arasındaki…

Oysa insan sevdiğine sadık değildir bazen bu kerte!

İyisi mi sözü Attilâ İlhan’a teslim edip çekilelim, Kılıçdaroğlu’nun da şimşek çakmasını umarak:

bana bir şimşek çak

ortalık fena karanlık

yüreğim örtülüyor

ağır bir dalgınlığa genişliyorum

Takip Et Google Haberler
Takip Et Instagram