İnsana yalnızca kendi yatağında huzur var

Bazılarının altından, bazılarının ihmali, işbilmezliği yahut aç gözlülüğü sebebiyle huzuru çalındı. Deprem yalnızca binaları yıkmadı; mahremiyeti çiğnedi, özelimize girdi ve biraz çiğnedikten sonra kusup atacak.

BERKE KAYA 19 Şubat 2023 YAŞAM

Sene 2023… Yer: Şişli… Çok katlı iki apartman; birinin katı, diğerinden biraz fazla… Biri, uzun olanı, dimdik duruyor; diğeri, kısa olanı, kedi gibi sokulmuş büyüğünün kıçına…

Bırakın depremde yıkılmasını; biri hapşırsa, diğer apartmandaki hasta olur – dostlukları o kadar sıkı.

İçi, benim gibi biraz küflüler, bu manzarayı görünce, muhtemelen Lüküs Hayat’ı anımsayacaktır. Tabii sözlerini biraz değiştirmek koşuluyla…

Şişli’de bir apartıman
Varsa eğer halin duman

Oysa 1933’te, Cumhuriyet’in 10. yıl kutlamalarına yetiştirilen bu müzikal böylesi bir amaç gözetilerek yazılmamış tabii. Tüm tasası Batılılaşma hastalığına tutulmuş bir kesimi sarakaya almak olmuş.

Ama işte, bazen amacınız zaman içinde uç (sürgün) verebiliyor, dal budak salabiliyor, yaprak döküp çiçek açabiliyor. Sanat sonuçta bu.

İşin tuhafı, kısa sürede ölümsüzlüğe erişen şarkının sözleri, Şişli’de yüksek katlarıyla gökyüzüne uzanan bir apartmanda değil, yüksek duvarlarına rağmen gökyüzüne uzanamayan bir evde, hapishanede yazılıyor. Yazan da Nâzım Hikmet…

Bu hakikat son dönemde dile getirilse de, neredeyse yarım asır kimse bilmiyor. Nâzım’ın hapiste olması sebep buna. Bir müstearın arkasına sığınmaya çalışmış büyük şair ama… O da nasip olmamış. Harala gürele içinde program için basılan broşür ve afişlerde şarkının yazarı Ekrem Reşit Rey olarak duyurulmuş.

Nedendir bilinmez yahut çok iyi bilinir ki, bu yanlışlık düzeltilmez. Bilen biliyordur da, ‘halk’ bilmiyordur. Neyse ki Haldun Dormen basına verdiği bir demeçte ağzından kaçırıverir hakikati.

 

 

BİR YERDE EĞER MAHREMİYET YOKSA…

Şişli’deki bu apartman, tuhaf bir mahremiyet ihlali yaratıyor. Acaba o apartmanın sakinleri hangi duygu haliyle taşıyorlar bu yükü?

Üstünüzü değiştirmeye kalksanız, görülürsünüz.

Gecenin bir vakti horlayacağınız tutsa duyulursunuz.

Ayın başında iki kalem pirzola atsanız dökme tavaya, kokusu ulaşır komşuya.

Ne yaman çelişki, ne tür bir muammadır bu!

Evsiz kalan ve psikolojik desteğe ihtiyaç duyan depremzedelere ‘çadır’ tavsiye edilir. Elbette salt soğuktan koruduğu için değildir çadır tavsiyesi. Çadır, kendini boşlukta hisseden, devlete ve bilumum yüce şeylere güveni zedelenmiş depremzedeye aidiyet hissi verir. Bir yanıyla ayağı toprağa basar, öte yanıyla ‘olay’dan yalıtılmış, kendini dinleyebileceği, içindeki eşyaları gönlünce düzenleyebileceği bir mekânı vardır çünkü. Bir dönem sahip olduğu rutine kısmi da olsa dönüş yapması iyileşmesini hızlandırır.

Çadır aynı zamanda bir mahremiyet alanı da yaratır.

Mahremiyet dediğimiz şey, salt “şer’an nikâh düşmeme durumu” değildir.

Kabul; mahremiyet haram’la sıkı fıkıdır, harem’le de; muharrem yanındadır, ihram da… Hepsi “hrm” kökünden gelir; yani haram…

Mahrem olan, duruma göre ya özeldir ya yakın; ya yasaktır, ya kutsal. Ama hepsinin paydası ‘sınır’dır.

Mahrem, hane halkı anlamına da gelir ve harem, biraz ev, biraz da oda demektir.

Hadi biraz daha deşelim bunu: Haremlik, hane halkının, ev halkının bulunabileceği yerdir. Özel bir alandır. İhlali zoru gerektirebilir. Daha vahim sonuçlara da yol açabilir.

Bizim haremlik, Eski Yunan’da oikos kavramına karşılık gelir.

Oikos, birbiriyle ilişkili, fakat farklı üç kavramı ifade eder: Aile, ailenin sahip olduğu mal ve ev. Üçü de kutsaldır ve özeldir.

Gelin görün ki, uslu uslu rotasında giden Ro ro’ya burundan çarpan bir yandan çarklı gibi duran bu iki bina, sakinleri arasında mahremiyeti kaldırmaktadır.

Bir yerde eğer mahremiyet yoksa, onun boşluğunu başka şeyler doldurur.

Bundandır ki, selamlık vardı bazı eski hanelerde; namahrem olarak nitelenen yabancıların bulunabileceği bir mekân yani. İki kısma ayrılmış bir mekân; birisi evin özel kısmı, diğeri de evin sanki agorası, kamusal alanı bir anlamda.

Deprem fiziken betonu yıkarken, binaların bu denli yakın olması da mahremiyeti yıkar ve en az hasar görmüş binaların depreme dayanaklı hale getirme süreci denli müşküldür mahremiyeti yıkılanın tekrar huzura kavuşması.

 

BİR ŞEY NEDEN SIR OLARAK KALMALIDIR?

Deprem misali travmalar neticesinde ortaya çıkan ruhsal emarelerden bazıları şunlardır:

– Tekrar yaşama vehmi

– Kaçınma

– Düşüncelerde ve duygulanımda köklü değişim

– Aşırı uyarılmışlık

Neredeyse bu emarelerin tümünü Şişli’deki apartman sebebiyle sakinlerinde görmek mümkün.

Biri boş bulunup küfretse… Ettiği küfür karşı binadaki komşusu tarafından duyulsa… Küfreden, normal koşullarda, küfrü duyanla yolda karşılaşsa, başını hafifçe öne eğer. Küfrü duyan da medeni biriyse başını öne eğer, karşısındakini mahcup etmeme adına.

Bir küçük küfür, her iki tarafta da bir kaçınma yaratır. Ve eden etmeme, duyan duymama yoluna meyleder.

Eğer aman sende’ci bir tavrı tercih ederlerse de düşünce ve duygulanımda köklü değişim yaşanır.

Bir adım ilerisi söylemeye dilim varmıyor; mahrem ve namahremin kapısı çalınıyor çünkü.

Öfke, korku, suçluluk yan yana yahut arka arkaya dizilir ki böylesi anlarda, açılan kapıda kişiyi neyin karşılayacağı bilinemez.

Ortaya saçılan küfür, eden ile duyan arasında bir ‘sır’ olarak da kalabilir tabii. Ancak sır, aynı zamanda sorumluluk demektir.

Ama işte burada iş biraz düğümlenir: Herkese ait olmayan gizli olan mıdır? Bir şey neden sır olarak kalmalıdır? Bir şey neden başkasından gizlenir? Burada zararlı ve kötü olan nedir? O şey zararlı ve kötü ise neden ona sahip olunur? Eğer zararlı ve kötü değilse neden başkalarından gizlenir?

Tam bir yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan hadisesi!

 

MODERN HAYAT MAHREMİYETİN ÖRDÜĞÜ SINIRI ZAYIFLATIYOR

Mahrem, kendisine dokunulması, sahip olunması, bilinmesi yasaklı şeydir. Bir mimarın, bir inşaat mühendisinin, bir müteahhittin, iki binayı böylesine yan yana getirmesi, binalar ‘sağlam’ dahi olsa, şu ya da bu şekilde bir ‘yıkım’a yol açabilir.

Ev hayatı dediğimiz şey, özel bir alanda, kişiye özgü eylemler bütünüdür. Onu kamusal olandan ayıran mahremiyettir.

“Kamu” kavramının anlamsal karşılığı 17. yüzyıl ortalarında filizlenir: “Tiyatro izleyicilerinin oluşturduğu topluluk”… Bir asır sonra ise artık “her yere girip çıkan, rahatça hareket edenler”in karşılığıdır.

Ancak bu, kişiye bu denli hoyratça bir fırsat vermemeli.

Penceresinden dışarıya bakarken ağzına götürdüğü sigarayı komşusu yakmamalı.

Her ne kadar modern hayat anlayışı mahremiyetin ördüğü ‘sınır’ı zayıflatsa da sınır sınırdır. Kamusal alanda kurulun arkadaşlıklarla ev mahremiyeti zaman zaman delinebilir. Evde içilen bir fincan kahve, özelini kamuya açmaktır bir anlamda. Ancak yine de ‘korunan’ şeyler vardır ve bunlar ağırlayan tarafından kendi arzusu oranında paylaşılır.

Oysa Şişli’deki apartman örneğinde olduğu gibi, rıza ve istem dışında da bazı paylaşımlar olur ki, bu artık modernliğin ve kozmopolitliğin de sınırlarını delik deliş eder.

Öte yandan şunu da görüyoruz: Ev dışında kurulan mahrem ilişkiler öyle cazip hale geldi ki, yüzyıllar boyunca harçsız ayakta kalmayı başaran yapı yavaş yavaş çatırdıyor.

Dahası: İktidarlar ev dışında kurulan bu mahrem ilişkilerden son derece hoşnut. Zira bir muktedir ev hayatına öyle fazlaca nüfuz edemez. Lakin kamusal alan sizi korunaksız bırakır.

Birbirine bu denli yakınlaşan binalarda yaşayanlar belki de bilinçsizce evde geçirecekleri zamanı günden güne azaltıp her fırsatta kendilerini kamunun kucağına atacaktır.

Dolayısıyla bu tür binalara ruhsat verilmesinin arkasında belki de bu komplo yatıyordur.

Kuşkusuz bu kadar ileri gideceklerini düşünmek abes. Lakin hakikati anlamak da müşkül.

 

İNSANA YALNIZCA KENDİ YATAĞINDA HUZUR VAR

Şişli’deki apartmanı acının pornosuna dönüştüren fotoğraftan başımı kaldırıyorum ki, bilgisayar ekranında bir haber: “Ünlü psikiyatr Gülseren Budayıcıoğlu, Ceyda Düvenci moderatörlüğünde depremin psikolojik etkilerini giderebilmek için hafta içi her gün Star’da olacak.”

Yani aslında, adına iktidar deyin yahut sistem, sizi sırrı ifşaya yönlendiriyor.

Daha vahimi:  Acınız gösteriye dönüştürerek kamusallaştırıyor.

Böylesi durumlarda en iyi sığınak Georges Perec’in Mekân Feşmekân kitabı sanki. Orada bir bölüm var, ‘yatak’la ilgili bir bölüm. Şöyle diyor Perec:

“… yatak, tercihen kişisel bir mekândır, boğazına kadar borca batmış bir insanın bile sahip olma hakkının bulunduğu, bedenin asal mekânıdır (yatak-monad): İcra memurlarının yatağınıza el koyma hakkı yoktur; bu aynı zamanda -pratikte doğrulanması oldukça kolay olmakla birlikte- her birimizin yalnızca tek bir yatağı olduğu anlamına gelir, işte o yatak bizim yatağımızdır; evde ya da dairede başka yataklar varsa, bunlara misafir yatağı ya da yedek yatak adı verilir. Demek ki insana yalnızca kendi yatağında huzur vardır.”

Bazılarının altından, bazılarının ihmali, işbilmezliği yahut aç gözlülüğü sebebiyle huzuru çalındı. Deprem yalnızca binaları yıkmadı; mahremiyeti çiğnedi, özelimize girdi ve biraz çiğnedikten sonra kusup atacak.

Bu kusup atma, dünyaya fırlatılarak gelmemize benzemiyor. Hem de hiç benzemiyor.

Zira fırlatılıp atıldığımızda bilinç ve idrak zayıf. Oysa kusup atılmada bilinç de, idrak de açık.

Bu acıya bile bile çağırıp alışmamız isteniyor sanki.

Ha depremde ha Şişli’deki apartmanda.

Takip Et Google Haberler
Takip Et Instagram
WP2Social Auto Publish Powered By : XYZScripts.com