CHP “helalleşme” siyasetiyle neyi hedefliyor?

Erdoğan'ı yenebilecek güçlü bir muhalif cephe için Babacan ve Davutoğlu'nun da saflara davet edilmesi gerekecektir. İYİ Parti ve Saadet’in de varlığı dikkate alındığında bu, Millet İttifakı’nın giderek daha sağa çekilmesi anlamına gelmektedir.

ÖMER MURAT 22 Kasım 2021 HABER ANALİZ

Anketler muhalefetin şapkasını önüne alıp ciddi bir şekilde düşünmesini gerektiren bir görüntü ortaya koyuyor. Son beş yılda Türk Lirası değerinin dört üçünden fazlasını kaybettiği, işsizlik ve enflasyon rakamları vatandaşı iyice yoksulluk girdabına ittiği bir dönemde iktidar bloğu destek kaybetmekle birlikte, muhalefet saflarına katılım normalde olması gerekenden çok daha düşük seviyede kalmaktadır. AKP’den desteğini çeken seçmenin önemli bir bölümü, muhalefet safına geçmeye ikna olmamaktadır.

Bunun nedenlerinden biri muhalefetin iktidara geldiğinde rövanşist bir siyaset izleyeceğine dair endişedir. Türkiye’de uzun yıllar kendi seçtiği partilere “hükümet ettirmeyen” devlete hakim olma mücadelesi veren geniş muhafazakar sağ, bir süredir artık bu hedefini gerçekleştirmiş olmanın gönenci içinde bulunuyor ve devleti “bir daha kaybetmeyi” kesinlikle istemiyor.

Sıradan bir vatandaş için “kendi partisinin” devlete sahip olmasının ne anlama geldiğini iyi bilmek gerekir. Genelde siyasi yorumcuların, devletten bahsettiklerinde asıl kastettikleri cumhurbaşkanlığı, güvenlik ve istihbarat kurumlarıdır. Oysa daha geniş bir halk kesimi için devletin ifade ettiği anlam çok geniştir: Devlet öğretmen, sağlık çalışanları alımlarını ve tayinlerini yapan, din görevlileri ve orman işçileri gibi illere kadar yayılan geniş memur kadrolarını belirleyen, iş kapısı açan pek çok ihaleyi dağıtan büyük bir iş ve gelir kaynağıdır. Biz siyasi analizlerimizde devletin liderlik kadrosundaki değişimlere odaklanıyoruz, oysa geniş halk kesimi için iktidar değişiklikleri asıl bu kaynaklara yansıyan boyutuyla önemlidir.

Bu nedenle bugün muhalefetin iktidar olması, önemli bir kesimde devleti kaybedebilecekleri endişesine yol açıyor. Bu kesim muhalefetin iktidara geldiğinde adil bir yaklaşım izlemek yerine kendi kadrolaşmasına odaklanacağına inanıyor. İşte Kılıçdaroğlu’nun “helalleşme” çıkışı, öncelikle, bu muhafazakar sağ seçmeni teskin etmek, bir iktidar değişikliğinde korkacakları bir durum olmayacağı havası vermek için geliştirdiği bir taktik olarak gözüküyor.

Bununla birlikte sadece doğru söylemler geliştirerek, özellikle merkez sağda yer alan seçmeni CHP’ye oy vermeye ikna etmek kolay değildir. CHP’nin ilkeli muhalefet etme konusunda pek parlak olmayan sicilini düzeltebilmesi için bu söylemlerini eylemlere dönüştürmesi gerekmektedir ki, bunun için seçimlere kadar yeterli zamanının olup olmadığı da kuşkuludur. Öte yandan bu yeni tavrını partinin bürokrasideki uzantısı olan ve oldukça güçlü olduğu bilinen ulusalcı kanadının tazyikleri altında ne ölçüde devam ettirebileceği de cay-i sualdir.

Muhalif bloğun Erdoğan karşısında başarılı olacak “kritik kütleye” ulaşabilmesi için sadece merkez sağ değil, Kürt seçmeni de safına çekmenin bir yolunu bulması gerekmektedir. Oysa Suriye’ye askeri harekatlara onay veren tezkere oylamasından sonra, ulusalcı olarak bilinen yapılanmaya mensup eski bir CHP milletvekili “Meclis’ten geçmeme ihtimali olsaydı, biz devreye girer CHP’nin destek vermesini sağlardık” dedi. CHP liderliği bunu yalanlamaktan özellikle kaçındı. Kimse “Siz kimsiniz? Nasıl devreye giriyorsunuz? Neden siz devreye girince CHP’li vekiller hemen pozisyon değiştirebiliyor?” demedi, bunlar hiç konuşulmadı bile…

CHP’deki ulusalcı etkinliği 15 Temmuz’dan sonra çok daha belirgin bir şekilde görüldü. O tarihten itibaren, siyasi literatürdeki adıyla Türkiye’de bir “terör rejimi” kuruldu. Bu muhalefeti sindirmek, ekarte etmek için şiddet kullanmak, onu “hain, dış güçlerin maşası, devlet düşmanı” gibi yaftalamalarla geniş çaplı kovuşturmalara tabi tutmak demektir. CHP’nin bu rejimin oluşumuna verdiği örtülü, açıktan destekler Erdoğan’ın yürüttüğü terörü meşrulaştırmasını kolaylaştırdı. CHP eliti böylece kendilerini avantajlı bir yerde konumlandırdıkları fikrindeydi. “Aynı gemideyiz” oyununda güdümlü muhalefet rolü üstlenerek hem AKP’ye ve terör rejimine karşı yükselen rahatsızlığı belli ölçüde de olsa seslendirebiliyor, hem de bürokraside boş kağıtlara atılan imzalarla çıkartılan KHK’larla tasfiye edilen Erdoğan rejimine muhalif muhafazakar bürokratların yerine ulusalcılara yakın Kemalist memurlar yerleşiyordu.

CHP tabanının da bu işte rızasının alınabilmesi için “Önce cemaat tasfiye edilecek, sonra AKP” söylemi (hayali) kullanıldı. Bu yaklaşım şu fikre dayanıyordu: “AKP’nin yetişmiş elemanı yok, fırsattan istifadeyle bürokrasideki muhafazakarların veya bizimle çatışanların büyük bölümünü bu vesileyle tasfiye edersek meydan bize kalır. Çünkü o takdirde Erdoğan iktidarı bürokraside başka alternatif bulamayacak, mecburen bizimle çalışacaktır. Yeterince kendimizi güçlü hissettiğimizde de bu kez AKP iktidarını tümüyle tasfiye edecek konuma ulaşacağız.”

Bu çerçevede ulusalcı bürokratlar, 15 Temmuz terör rejiminin inşasına aktif destek verdiler. Hatta Dışişleri Bakanlığı gibi bazı kurumlarda tasfiye listeleri bizzat onlar tarafından hazırlandı, yürütülen operasyonların ayrıntıları onlar tarafından belirlendi.

Fakat Erdoğan’ın da kendi hesabı vardı, dikkatli bir taktik izledi. Bir yandan ulusalcılara belirli alanlar açarken diğer yandan TÜGVA gibi yapılanmalar aracılığıyla bürokraside kendisine doğrudan bağlı bir memur kadrosu oluşturma çalışması yürüttü. Terör rejiminin kendisine sağladığı olağanüstü güç sayesinde, hukukun askıya alınmasından istifade ederek, kendisi dışında hiçbir parti tarafından temsil edilmesine kesinlikle müsaade etmeyeceğini belli ettiği bir sağ tabana dayanacak şekilde devleti yeniden kurgulamaya başladı.

Son belediye seçimlerinde Yüksek Seçim Kurulu’nun Anadolu Ajansı’nı yalanlaması, devletteki ittifakta yeni bir çatlamayı haber veriyordu. Önceki yıl düzenlenen, Türkiye’ye başkanlık rejimini getiren kritik referandumda, seçim günü, sandık kurulu mührü taşımayan oy pusulası ve zarfların sayılması kararını alacak denli rejimin suyuna giden YSK’nın tavrındaki bu değişiklik Erdoğan’ın ağır bir seçim yenilgisi yaşamasına neden oldu. Bu kırılma sonrası Erdoğan’ın bürokraside TÜGVA üzerinden yürüttüğü kadrolaşma muazzam boyutlara ulaştı. Tüm bunlar neticesinde ulusalcılar devlette hedefledikleri ölçüde hakimiyet kuramadı, bürokrasideki güçlerini eski düzeye ulaştırma hayalleri suya düştü, kendilerine verilen payla yetinmek zorunda kaldılar.

Aslında bu manzara dünyada otokratik rejimlerde gördüğümüz genel bir yapıyı yansıtır. Otokrat aşırılıklarını dizginleyebilecek, onun gücünü sınırlandırabilecek veya ona darbe yapabilecek bir güç odağı oluşmasını engellemek için bürokrasiyi parçalı tutar, özellikle güvenlik ve istihbarat kurumlarını birbirinden farklı kesimlerin kontrolüne vererek aralarındaki rekabetlerden istifadeyle denge sağlar. Böylece bu kesimlerin hiçbiri tek başına otokratı devirme planları kurmaya cesaret edemez. Çünkü bu planların karşı kesimler tarafından keşfedilmesi halinde başlarının büyük belaya gireceğini bilirler. Herkes daha fazla güç toplamak için sadece otokratın gözüne girmeye odaklanır.

Erdoğan da bu taktiği uyguladı ve beş yılın sonunda iyice anlaşıldı ki ulusalcılara ve MHP’ye bürokraside verilen “küçük ortak” rolüdür. Tasfiye edilen 150 bine yakın yetişmiş kamu görevlisi yerine alınan kişilerde tecrübe, eğitim, donanım gibi vasıflar pek aranmadı. Bu vasıfsız kişilerin atanabilmesi için kanunlar hallaç pamuğu gibi atıldı. Cemaatten sonra AKP’nin tasfiye edilemeyeceği, aksine bu yaklaşım sayesinde AKP’nin rahatça bürokrasideki tüm kritik konumları liyakatsiz yandaşlarıyla doldurduğu giderek daha iyi anlaşıldı.

Bu hikayede orduda kimin hakim olacağı kritik bir soruydu. Erdoğan orada da SADAT gibi yapılanmalar üzerinden ulusalcı ve/veya Kemalist subayları peyderpey etkisiz hale getirdi. Ulusalcı yayın organlarının Yüksek Askeri Şura kararlarına yönelik gösterdikleri tepkilerden özellikle 2019’dan itibaren artık orduda yeniden hakim konuma gelebileceklerine dair umutlarını büyük ölçüde yitirdikleri görülebiliyordu.

Bürokraside vaziyet buyken toplumsal planda CHP tabanı “gitmeyen AKP” gerçeğiyle her gün daha fazla yüzleşti. Erdoğan’ın resmi ideolojiyi daha fazla sağa kaydırması, yakında yeniden devlette hakim olacaklarına dair hayaller kurdurulan bu tabanda büyük rahatsızlıklara yol açtı. Türk toplumu ve bürokrasisi giderek daha muhafazakar ve sağ değerlere yaslanıyordu. Devletin neredeyse tüm imkanları AKP’ye yakın kesimlere akıyordu. CHP bunu çaresiz bir şekilde izlemekten başka bir şey yapamıyordu. AKP’nin tasfiyesi ne zaman gerçekleşecekti? Beş yıl geçmişti üzerinden ve bu yönde ortada hiçbir emare görünmüyordu.

Ulusalcılar devlette tutunmaya, bazı kritik yerlerdeki koltukları bırakmamaya odaklanmışken, CHP tabanı AKP’nin kendi dünya görüşünü empoze ettiği bir sosyal dünyada yaşama zorunluluğunun baskısını her geçen gün daha fazla üzerinde hissediyor. CHP “cemaatten sonra AKP’nin tasfiye edilerek devlette yeniden hakim olunacağı” hayalinin gerçekleşmeyeceğini tabanına anlatması meselesiyle yüzleşmiş bulunuyor.

Ama tabiatıyla bu hiç kolay bir iş değil, çünkü şu soruya ister istemez cevap verilmesi gerekiyor: Madem böyle bir netice mümkün değildi, neden Erdoğan’a otoriterleşmesi için kritik destekler verildi? Acaba o destekler verilmeseydi Erdoğan bu kadar güçlenir miydi? Mesela unutmayalım ki Erdoğan Selahattin Demirtaş’ı CHP’nin Meclis’te dokunulmazlıkların kaldırılmasında verdiği destek sayesinde tutuklatabilmişti.

Ulusalcı siyasi projenin bu şekilde başarısızlığa uğraması CHP’nin zayıf sosyal demokrat kesiminin güç ve cesaret kazanmasına yol açtı. CHP’nin bir süredir “gerçekten” muhalefet yapmaya başlamasından Erdoğan’ın ne denli rahatsız olduğunu görebiliyoruz. Bu bile başlı başına bize şunu söylüyor: CHP son beş yıldır, Erdoğan’la ulusalcılar üzerinden örtülü bir ittifaka girmek yerine ilkeli muhalefet yapmaya odaklanmış olsaydı, Türkiye’de bu kadar otoriter bir rejim kurulamazdı.

CHP liderliği tabanının hayal kırıklıklarını kontrol altında tutabilmek için ona yeni bir umut aşılamalıydı. Bu umut da “ilk seçimde iktidar olacağız” şeklinde verilmektedir. CHP’nin oy oranları artmadığına göre iktidara gelebilmenin tek yolu, kendisine merkez sağdan epey koalisyon ortağı bulmasından ve Kürtlerin bir başkanlık seçiminde çıkarılacak ortak adayı desteklemesi için ikna edilmesinden geçiyor. Hatta belki bu da yetmeyeceği için, KHK mağdurlarına da seslenilmesi, onların sorunlarının gündeme getirilmesi de yararlı bulunmaktadır. Çünkü yüzde 50+1 alanın kazandığı ve tarafların oy oranlarının birbirine yakın olduğu bir seçimde her destek önemlidir.

Bu, Babacan ve Davutoğlu gibi isimlerin muhalefet cephesine davet edilmesi demektir. İYİ Parti ve Saadet’in de varlığı dikkate alındığında Millet İttifakı’nın giderek daha sağa çekilmesi gerekecektir. Böyle bir neticeyle karşılaşmaya pek hazır olmayan CHP tabanına tüm bunların anlatılması meselesi de bulunmaktadır. O yüzden Kılıçdaroğlu diyor ki “Eski defterleri kapatmamız lazım. Yeni defterler açıp, başına da “helalleşme” yazmamız lazım. Böyle yaparsak ilk seçimde bir koalisyonun parçası olarak da olsa iktidar olacağımız garantidir. AKP’ye belediye seçimlerinde olduğu gibi bir yenilgi yaşatabilmemizin yolu da buradan geçmektedir.”

Bu plan akıllı bir stratejidir, ama uygulamaya konulmakta çok gecikildiği için başarıya ulaşma şansı düşüktür. Gelinen noktada Türkiye’de iktidarın yumuşak bir geçişle, yani seçimle değişme ihtimalinin kalmış olduğundan bahsedebilmek zordur. Bugüne kadar pek çok suça, hukuksuzluğa ve yolsuzluğa bulaşmış bu rejimin koltuğu seçim kaybederek bırakacağını düşünmek hiç gerçekçi değildir. Nitekim muhalefetin seçimle iktidara geleceğine dair artan umutlarına ilişkin yorum yapması istenen bir Batılı diplomat, bir kaç hafta önce, Financial Times gazetesine “Sadece hayal görüyorlar. Görevini sorun çıkarmadan bırakan kaç tane otokrat sayabilirsiniz ki?” demişti. Tarihi tecrübeler de maalesef Batılı diplomatın bu tepkisini doğrular mahiyettedir. Otokratik rejimlerde iktidar değişiklikleri seçimlerle değil, daha çok sosyal bir patlamayı andıran beklenmedik gelişmelerle yaşanır.

Bu nedenlerle bugün Türkiye’de iç siyaset konuşulurken tartışmaların devamlı olarak muhalefetin yüzde 50+1’i nasıl bulacağına odaklanmış olması bana hayli trajikomik gelmektedir. Sanırsınız ki Türkiye değil, Fransa siyaseti üzerine konuşulmaktadır. Türkiye’de hukukun üstünlüğünün geçerliliğini yitirdiği, kuvvetler ayrılığı ilkesinin tamamen rafa kalkmış olduğu gerçeği belli başlı tüm uluslararası örgütler tarafından açıkça ve ayrıntılı raporlarla ilan edilirken, Türkiye’de siyasi rejimin akibetinin muhalefetin seçimde yüzde 50+1’i alıp almayacağı meselesine düğümlendiğini sanmak yanıltıcıdır. İktidara bağlı gazetecilerin “CHP’nin kapatılmasından” bahsedebildiği bir rejim söz konusudur.

Tabiatıyla tüm bunlar, ağır bir ekonomik krizin pençesine düşürdüğü halkın desteğini iyice kaybetmeye başlamış, yaşlı ve hasta bir lider tarafından idare edilen bir otokrasinin ömrünün epey kısalmış olduğu gerçeğini değiştirmemektedir. Bir toplum onu idare eden siyasi rejimden memnun değilse, onu bir şekilde değiştirmenin yolunu mutlaka bulur. Muhalefetin bundan sonra atacağı doğru adımlar bu sonu çabuklaştıracak olması bakımından önemli olmakla birlikte, maalesef artık bize öngörülebilir yumuşak bir geçiş temin edebilme imkanından mahrumdur.