Eskiciler ve Victoria

Yaşadıkları muhtemelen yaşayacaklarından fazla olan eşyaların mekanı, eski hayaller, anılar hatta acılar satılan dükkanlardı bunlar…

ALİN OZİNİAN 04 Haziran 2023 GÖRÜŞ

“Hayatım ne kadar da çabuk
ve istikrarlı bir şekilde tepetaklak olmuştu.”
Açlık, Knut Hamsun

Ülkelerin tarihleri var, şehirlerin hatta kişilerin bile tarihleri var. Eşyaların da…

Babaannemin elini tutarak sokakta yürüdüğüm yaşlarda, arada sırada ziyaret ettiğimiz bir dükkân vardı. Nakışlı kapısından içeri girdiğimizde kapının üzerinde çalan zilin sesi, içeriye girer girmez burnuma gelen “eski zamanların kokusu” sandığım ahşap kokusunu hatırlıyorum…

Babaannemin en çok şamdanlara baktığını, “Madam hoşgeldiniz” diyen, aksansız Türkçe konuştuğu için o yaşta bile Türk olduğunu anlayabildiğim dükkân sahibinin kibar hareketlerini de…

Bir de korktuğumu, eski eşyaların arasında hareketsiz kaldığımı, kıpırdayamadığımı ama bu “sıkışıklıktan” tuhaf bir zevk aldığımı da…

Dükkândan çıkınca, güneşin gözümü acıttığını, içerideki karanlıkla dışarının aydınlığının tezatlığını, hemen akabinde Bakırköy Görgülü Pastanesi’nden bana ısmarlanan limonlu dondurmayı, hatırlıyorum.

O gün bu gündür seviyorum eskici dolaşmayı. Eskici evet, antikacılara da eskici diyorum ben. Her eski antika değil ama her antika eski sonuçta.

Gittiğim her şehirde bit pazarlarını, sahafları, eskicileri, antikacıları dolaşmaya çalışıyorum. Çok uzun zamandır yapıyorum bunu ve içim hüzünle doluyor her seferinde. Bu eşyaların bir kısmı sahibi öldükten sonra boşalan evlerden, memleketini terk eden ailelerden, iflas eden insanlardan yadigâr…

Ailesinin anısını, hatırasını, kısaca “yükünü” anlaşılır sebeplerle nakite çeviren gençler, hali vakti yerindeyken aldığı eşyayı bugün satıp anı kurtarmaya, derdi savmaya çalışanlar…

Türlü sebepler, türlü vedalar, türlü hayal kırıklıkları kısaca… Özellikle İstanbul’daki “eskilere” baktıkça böyle hissederim; sanırım satın aldığım eski kitapların içinden çıkan fotoğraflar, mektuplar, notlar sebep olmuştur bu duyguların güçlenmesine.

Bu dükkanlar benim için, yaşadıkları muhtemelen yaşayacaklarından fazla olan eşyaların mekânı. Eski hayaller, anılar hatta acılar satılan dükkanlar bunlar. Aslında hala korkutuyorlar beni ama bu “sıkışıklıktan” tuhaf bir zevk almaya devam ediyorum, o anlarda ağzımda limon dondurması tadı duyuyorum…

Eve getirdiğim porselen bir çift kahve bardağını, bir salata kasesini ya da bir şekerliği iyice yıkayıp yerine yerleştirdiğimde sıkıntı biraz hafiflese de her baktığımda bu eşyaların ait oldukları ilk mekanlarında neler yaşanmıştır diye düşüncelere dalıyorum. Senaryolar yazıyor, ailelere sohbetler ettiriyor, zenginleri tartıştırıyor, mutlu olmaları imkânsız çiftlere aşkı ilan ettiriyorum…

Geçenlerde yine böyle bir dükkâna gittim, daha önce gittiğim bir yer olmadığı halde dükkân sahibi uzun uzun konuştu, sohbet etmeye çalıştı, durmadan bir şeyler anlattı. Oysa ben tek başıma takılmayı seviyorum bu yerlerde, ses eden, “keyfimi” bozan birileri olmasın istiyorum.

Olmadı. Ben kaçtım, o kovaladı.

Bir yazı masasının yanına geldik, “İşte!” dedi, “Böyle bir masası olan neler yazmaz ki, yazmak için harika bir masa, düşünmez misiniz bu güzel parçayı, evinizin bir köşesini nasıl da güzelleştir!”

Daha fazla tahammül edemedim çıktım dükkândan. Sinirlendim.

Yazmak ile masa arasında nasıl bir bağ olabilirdi! İnsanın nerede, neyin üstünde yazdığının ne önemi olabilirdi! Yazan, düşünceleri, duyguları, yaşanmışlıkları, yaraları, ümitleri ile yazıyordu! Masanın bu işle ne ilgisi vardı!

Bu saçmalayan adam, önemli yazarların gerçekten “kaliteli bir ahşap yazı masası üzerinde” yazdığını, masalar sayesinde milyonlara dokunabildiklerini mi düşünüyordu!

“Açlık” geldi aklıma! Knut Hamsun’un 1890’de yayınlanan ilk romanı, Açlık’ı…

Hamsun‘un otobiyografisi olduğu da düşünülen eserde sefil, idealist bir genç yazarın “açlığı” anlatılır.

Çok yoksuldur Andreas, gazetede yayınlanan birkaç yazısından aldığı para ancak karnını doyurur. Ev kiralayamaz, kiralasa kirayı ödeyemez, kıyafetlerini satar aç kalmamak için, sokaklarda yatar ama yazmaya devam eder.

Sefilliği, sokakta kurduğu hayat ona bir taraftan da hiç tanımadığı insanlar, hayatlar, hikayeler sunar. Hayal gücü geniştir, yazma tutkusu ise yüksek… ama o kadar aç kalır ki, bazen zihnindeki kurgularla gerçeği birbirine karıştırır. Seçemez.

İşler ters gider, açlık dayanılmaz hale gelir. Başlarda gururundan dolayı hiçbir yardımı kabul etmez, olmadık yollar denese bile, açlık yerde bulduğu bir portakal kabuğunu kemirmeye kadar düşürür onu.

Dilinin altına bir taş koyarak bastırmaya çalışır açlığın…

Kasaptan olmayan köpeği için aldığı kemikleri yemeye çalışır…

Gazete bir yazısı yayımlayınca 2 günlük yiyecek alabilse de yiyince kusacaktır. Yiyecekleri sindiremeyecek kadar uzun süre aç kalmıştır. Para çabuk biter. Yine açlık başlar…

Yazması için gerekli ışık sağlayacak mumu bile alamaz. Açlık dayanılmaz boyutlara gelince parmağını ısırır ve kanını emerek yaşamaya çalışır ama her şeye rağmen yazmaktan vazgeçemez.

Açlığın belki de en iyi anlatıldığı eserdir Hamsun’un eseri. Benzer bir açlığı çektiğinizi hisseder, okurken yutkunur, çaresizlik ile tüm gerçekliği ile karşılaşırsınız.

“Açlık”ı okuduktan sonra, hayata aynı bakamaz insan. Çöpler, ağaç kabukları, mumlar, kasaptaki etler, kemikler, ekmek reyonundaki çeşit çeşit ekmekler anlamlarını değiştirir sizin için…

Tokların doymak için daha ne kadar yemesi gerektiğini düşünür, asla doymayacakları anlayıp isyan edersiniz…

Dönüş yolunda açık hava sahaflarına uğradım, porselen bardak olmadı belki iyi bir kitaba denk gelirim ümidi ile… Knut Hamsun’un Victoria’sının Rusça çevirisi takıldı gözüme, aldım, içinden bir de Rusça yazılmış mektup çıktı.

Behçet Necatigil çevirisi ile lisede okumuştum Victoria’yı. Bu kez ilk sırada mektup vardı, Victoria bekleyecekti…

WP2Social Auto Publish Powered By : XYZScripts.com