Eski lezzetler, eski meslekler ve onlarla birlikte hayatımızdan çekilen güzel şeyler

Anın içinden elimi kolumu sallaya sallaya geçerken keşke başımı kaldırsaymışım. O esnada normal gelen nice şeyin zaman içinde anormalleştiğini gördüm şaşkınlıkla… Niçin anormalleştiğini idrakte ise daima zorlandım.

BERKE KAYA 19 Mart 2023 YAŞAM

Galata Köprüsü'nde seyyar satıcılar.

Deli, etrafında olup bitenleri anlamaya başlamış kişiye denirmiş.

Henüz delirmeyi başaramadığım için üzgünüm. Ama vazgeçmiş de değilim. Kim bilir, belki bir gün nasip olur…

Anın içinden elimi kolumu sallaya sallaya geçerken keşke başımı kaldırsaymışım. O esnada normal gelen nice şeyin zaman içinde anormalleştiğini gördüm şaşkınlıkla… Niçin anormalleştiğini idrakte ise daima zorlandım.

Bir şeyin adını koymak bazıları için sahiden müşkül.

Ancak kaybedildiğinde kıymetlenen şeyler vardır ya… Hani sahipken yüz vermediğimiz… İşte öyleydi benim için de yanından yöresinden, içinden geçtiklerim.

YUMURTACILAR VE KIRIŞMANIN O TUHAF HAZZI

Çocuktum… Turhal’da, Şeker İlkokulu’da öğrenciyim. Dedem, şeker fabrikasından emekli. Verdiği üç kuruşla, Murat Alpat’ın ıslah ettiği Yeşilırmak kenarına konuşlanmış gazinolara koşar, yumurta alırdım.

Yemek için değil, tokuşturmak için alırdım.

Gazino önlerinden, üç tekerlekli tabyalarda, koliler içinde satılırdı yumurtalar. Çoğu renkli olurdu. Kimi soğan zarı yahut kabuğuyla renklendirilirdi. Kimi de doğrudan kaynama suyuna gıda boyası katılarak morlaştırılır, pembeleştirilir, sarı sarı yapılırdı.

Pişmiş yumurtalardı bunlar ve birini seçer, bir tanıdığın varsa onunla kırışırdın, yoksa herhangi biriyle… Kimseyi bulamazsan yumurta satıcısıyla…

Tarifsiz bir hazdı yumurta seçmek. İnce ve uzun olanı seçilirdi çoğu kere. Kalın ve sert kabuklu olup olmadığını anlamak için ucunu dişine vururdun bazen. Eline alır, hafifçe tartardın, ağır mı diye. Ağır olanı makbuldü zira.

Kırışmada, taraflar birer yumurta seçer, ya rızayla ya da yazı/turayla biri avucuna aldığı yumurtayı altta tutar, diğeri de o yumurtaya avucundaki yumurtayla vururdu. Yumurtası kırılan kaybederdi. Her iki yumurtanın da parasını öder, elindeki kırık yumurtayı da kırana verirdi.

Bazen yumurtası kırılan mızıklanır ve kırık yumurtanın kıçını çevirir, bir kırışma daha teklif ederdi. Eğer iki tarafı da kırılmışsa mağlubiyeti kabullenirdi.

Masum, lakin eninde sonunda bir kumar bu.

Kaybeden, her kumarda olduğu gibi, bir daha ve bir daha kırışmak isterdi.

Bu tür durumlarda kolisine kırışılırdı. Taraflar bir koli yumurtayı önlerine koyar, teker teker yumurtaları tokuştururdu. En çok yumurtası kırılan, tüm kolinin ücretini öderdi. Galip gelen de koliyi evine götürürdü.

 

DÜDÜKLÜ HOROZ ŞEKERLERİ – HEP ÖTMEYENİ DENK GELİRDİ

Dönüşte, kazanılmış yumurtalardan bazılarını yer, eğer tesadüf edersem de horoz şekeri alırdım, tatlı niyetine.

Renk renk ve düdüklü olurdu horoz şekerleri. Üflediğinizde tuhaf bir ses çıkardı. Nasıl ki vapurların yahut trenlerin sirenlerinde tarifsiz bir haz duyar, içiniz kıpraşır, sebepsiz mutlu olursunuz ya… Bu da öylesi bir histi.

Genelde düdüklü horoz şekerini üretenler satardı üç kuruşa. Ne hazin ki, hevesle aldığınız şekerin çoğu ötmezdi. Sinirden çatır çutur yerdiniz…

Horoz şekerlerinin en çok fillisini severdim. Zor bulunurdu. At, keklik şeklinde olanları da vardı. Artık ustanın paşa gönlüne kalırdı bunlar. Biraz da maharetine…

Kıymıksız ahşap sapa geçirilirdi şeker. Şeker dediğim de sahiden şeker. Turhal’ın o meşhur pancar şekerine vişne suyu, böğürtlen suyu katılırdı zaman zaman.

O glikoz bombasını ağzıma götürdüğümde çıtır çıtır bir ses çıkardı, o sesle nasıl mutlu olurdum, anlatamam.

Bu tadı, bu heyecanı bilmeyenler için Orhan Veli’nin Bayram şiiri anlamsız yahut tuhaf gelebilir. Macunun, simidin, horoz şekerinin rüşvet olarak verildiği günler – ah, neydi o günler…

 

İÇİNDE KIYMADAN ÇOK SOĞANIN OLDUĞU PİS LAHMACUNLAR

Okullar tatile girdiğinde İstanbul’a giderdim. Evet, evet; anneannem beni Topçam’a bindirir, tek başıma gönderirdi. Çocuk demeden…

O dönem Topkapı’daydı otogar. Yolun bir yakasında, minibüs durağının hemen bitişiğinde Anadolu Otogarı, yolun diğer kısmında ise Avrupa Otogarı…

Esenler Belediyesi’nde ebe olarak çalışan teyzem karşılardı beni. Ebelik muteber bir meslek. Dedeme göre varsıl sayılır. İner inmez atlardım kucağına: “Lahmacun yiyelim mi?”

Otogarda, koluna hasır sepeti takmış seyyar lahmacuncular dolaşırdı. Motosikletle sokak sokak gezenler de vardı tabii… Motosikletin arkasında “özel lahmacun” yazardı çoğu kere.

Motorcuları sevmezdim, ama sepetçilere bayılırdım.

Şöyle lahmacunu yağlı kâğıdın üstüne koyar, üzerine domates söğüş, biraz yeşillik ve kimyon serper, itinayla sararlardı ya, içim geçerdi.

Gerçi içinde kıymadan ziyade soğan bulunurdu. Şimdi tarif dahi edemeyeceğim, ancak ‘değişik’ diyebileceğim bir tadı olurdu. Satıcı da, sepet de pisti. Göl gör ki iştah açıcı ve nefisti.

Bir taneyle karnım doyardı. Doyardı da, gözüm açtı. İki tane söylerdim hep. Bir buçuğunu yer, kalan yarımı sokak köpeklerine, kedilerine verirdim.

TURŞUCULAR – ACI MI OLSUN

Çocuktum, mocuktum, ama fena oburdum. Son lahmacun lokması henüz mideme ulaşmadan çekiştirirdim teyzemin eteğini: “Turşu suyu içelim mi?”

Minibüs durağının orada, bilhassa Esenler sırasına yakın yerde turşucular olurdu. Üç tekerlekli, üstü açık bir araba… Arabanın üç kenarında boy boy cam kavanozlar; plastik kapaklı. Kimilerinin kapağı açık, içinde ahşap kepçe…

Kavanozlarda turşular olurdu; lahana, hıyar, yeşil domates… Bazen havuç ve sarımsak…

Arabayı kuşatan o üç kenarın tam ortasında, üstü kapalı bir kazan bulunurdu. Arabanın gövdesine gömülü olduğundan görülmezdi. Turşu suyu oradan verilirdi.

Günde kim bilir kaç kez sorardı turşucu: “Acılı mı olsun?”

Acıyla aram hoş değildi o vakitler, ama inadına, “Çok acılı olsun!” derdim. İki yudum içer, gerisini teyzeme verirdim. Ağzı, boğazı yanmadan son damlasına kadar içer, kalan taneleri yemem için bana uzatırdı bardağı.

Lahanaya bayılırdım. Azıcık acı bulaşsa da tane bırakmazdım bardakta. Kütür kütürdüler. İçimde duyardım o sesi.

Ne vakit Neşeli Günler’i izlesem, gülerim. Hani Münir Özkul, en iyi turşunun sirkeyle olduğunu iddia eder de Adile Naşit limonla diye karşı çıkar ya…

O vakitler en iyi turşunun neyle yapıldığı üzerine hiç kafa yormazdım. Tüm turşular güzeldi sanki. Ve fark yoktu aralarında…

Çok sonra öğrenmiştim ki, aslında sattıkları turşunun suyunu dökmüyor, meğer maya olarak kullanıyorlarmış. Tattaki istikrar bundan geliyormuş.

 

YILMAZ GÜNEY, CÜNEYT ARKIN VE FATMA GİRİK’Lİ SEYYAR FOTOĞRAFÇILAR

Şimdi var mı, bilmiyorum; gitmeyeli yüz yıl oldu Esenler’e…

Dörtyol diye bir mevki vardı ve biz hep orada inerdik. Sonra eve kadar yürürdük.

Dolmuşlar da orada ayrılırdı zaten. Bazıları teyzemin evinin önünden geçerdi, bazıları ise teyzemin çalıştığı belediye binasının önünden…

Neden Dörtyol’da indiğimizi şimdi şimdi sezinliyorum: Fotoğraf çekinmek!

Ben oldum bittim fotoğraf sevmem. Fotoğrafın kendisini değil, çekinmeyi sevmem.

Lakin teyzem sever.

E, bana lahmacun almış, turşu suyu içirmiş, bir fotoğraf ricasını niye kırayım. Yüzümü somurtarak poz verirdim sokak fotoğrafçısına.

Üç ayak üzerine kurulurdu makine. Genelde, kutunun yan taraflarına fotoğraflar asılırdı. Fotoğrafçının çektikleri değil; Cüneyt Arkın’ın, Fatma Girik’in siyah beyaz fotoğrafları. Bazen de Yılmaz Güney…

Niçin bunlar, bilmezdim; üzerinde de pek düşünmezdim.

Nedense Dörtyol’daki seyyar fotoğrafçının her şeyi kırmızıydı. Tripodun ahşap ayakları kırmızı… Makinenin gövdesi kırmızı… Ama makineyi mavi bir naylon korurdu. Vizörün orda da siyah bir perde… Elini sokar, bir şeyleri kurcalar, “Geçmiş olsun” derdi.

Ben yıllarca “geçmiş olsun”un fotoğraf çekildikten sonra söylenen bir şey olduğunu sandım. Ancak yaş ilerledikçe, etrafımdaki insanlar hastalanınca fark ettim ki…

Bir düşünün lütfen, nasıl somurtuyormuşum ki, “geçmiş olsun” deme gereği diyor fotoğrafçı. Sahiden bu denli Nemrut muydum acaba?

Takip Et Google Haberler
Takip Et Instagram
WP2Social Auto Publish Powered By : XYZScripts.com