Erdoğan’ın “Karanlıklar Prensi”

Müsteşar olunca siyasetteki “tilkiliğini” hemen gösterdi: Ulusalcı kliği karşısında değil yanında istiyordu, bu nedenle kliğin tüm taleplerine müzahir bir tutum takındı ve bir yandan da gücünü artırabilmek için AKP liderleriyle ilişkilerini iyice ilerletti. Böylece tüm dizginleri elinde tutan kişi haline geldi.

ÖMER MURAT 31 Ekim 2022 HABER ANALİZ

“Karanlıklar Prensi” lakabı, özellikle dış politika ve savunma alanlarında etkili bir şahsiyet olmasına rağmen işleri perde gerisinde yürüterek kendisini fazlaca ön planda göstermekten kaçındığı için ona takılmıştı. Oğul Bush döneminde, uluslararası hukuk açıkça çiğnenerek tertiplenen Irak işgalinin gerçek mimarıydı. Irak’ı işgale gerekçe uydurmak için devletin istihbarat ve dış politika kurumlarını ustalıklı manevralarla saf dışı edip kendi kurduğu ekiplerin, kendi istekleri doğrultusunda hazırladığı raporlarla hükümetin karar almasını sağladı. Richard Perle ülkesini bugün artık ABD müesses nizamının da büyük hata olduğunu kabul ettiği Irak işgaline böyle karanlık yöntemlerle sürüklemişti.

Dışişleri Bakanlığı’nın 2009-2016 yılları arasında müsteşarlığını yürüten Feridun Sinirlioğlu da Erdoğan rejiminde, Perle’nin Bush yönetiminde oynadığına benzer bir role sahipti. (Sonrasında Türkiye’nin BM Nezdindeki Daimi Temsilcisi sıfatıyla bu rolü ne ölçüde devam ettirdiği tam olarak bilinmediğinden geçmiş zaman kipi kullanıyorum.) Türkiye’nin Suriye’ye BM kararları olmadan askeri harekatlar düzenleyerek orada belirli bölgeleri doğrudan askeri hakimiyeti altına alması sürecinde Sinirlioğlu’nun Erdoğan’a sunduğu hizmetler kritik önemdedir. Fakat o ayrıntılara geçmeden önce, Dışişleri Bakanlığı’ndaki görevi sırasında onu bizzat tanıyan biri olarak Sinirlioğlu’nun karakterine ilişkin bazı bilgiler vermeyi yararlı buluyorum.

Dışişleri Bakanlığı eski müsteşarı Feridun Sinirlioğlu

“Deli” lakaplı emekli büyükelçi Müfit Özdeş’in şöyle bir sözü vardır: “(Dışişleri’nde) kendi aramızda yaptığımız siyaseti, dış politikada da uygulamış olsaydık Türkiye süper güç olurdu.” İşte Sinirlioğlu bu sözün ilk kısmında bahsedilen siyasetin “tilkisidir”, fakat oradaki ustalığını Türk dış politikasının yürütülmesinde gösterememiştir.

Bakanlığı yıllardır yöneten asıl kliğin ayrıcalıklı bir mensubu olduğuna kuşku yoktur. Bununla birlikte, muhtemelen çabuk yükselme hırsı dolayısıyla söz konusu klikteki “kıdemli” diplomatlarla arasında bir gerginlik vardı. Sinirlioğlu müsteşarlık koltuğuna oturabilmek için, AKP iktidarına iyice yanaşarak rakiplerini bertaraf etme kurnazlığı gösterdi. Klik bundan dolayı kendisine kızgındı, müsteşarlığının ilk yıllarında ulusalcı tandanslı muhalif basında aleyhinde yer alan bazı tehditkar haberlerin nedeni buydu. Fakat Sinirlioğlu müsteşar olunca siyasetteki “tilkiliğini” hemen gösterdi: Kliği karşısında değil yanında istiyordu, bu nedenle kliğin tüm taleplerine müzahir bir tutum takınırken, bir yandan da gücünü artırabilmek için AKP liderleriyle ilişkilerini de iyice ilerletti. Böylece Dışişleri Bakanlığı’nda bakanlardan bile güçlü şekilde tüm dizginleri elinde tutan kişi haline geldi.

Bunu yaparken hangi yöntemleri kullandığına ilişkin fikir vermek bakımından bazı örnekler vereyim: Yedi yıl süren müsteşarlığı boyunca müsteşar yardımcılığı pozisyonlarına hep kendisine rakip olamayacak kapasite, kabiliyet ve kıdemde diplomatlar atandı. Klik içerisinde itibar sahibi, tecrübe ve birikimleriyle Bakanlıkta öne çıkan adayları o koltuklara kesinlikle yanaştırmadı. Böylece diyelim ki, dışişleri bakanlarının, olmaz ya, onun artan gücünden rahatsız olup kendisini bir yere büyükelçi atayarak Ankara’dan gönderip yerine başka birisini atamasını iyice zorlaştırdı.

Recep Tayyip Erdoğan ve Feridun Sinirlioğlu

Normalde kendi adamlarını ve kliğin kendisinden desteklemesini talep ettiği diplomatları sonuna kadar korurdu ama velev ki söz konusu kişilerin AKP idaresi nezdinde “hükümet karşıtı” olduğuna dair bir kanaat oluşmuşsa kendi pozisyonu üzerinde herhangi bir gölge oluşmasını kesinlikle istemediğinden onları “kollamayı” hemen bırakır, ama sanki elinden geleni yaptığı halde başarılı olamadığı havasını verirdi. Bir keresinde bir büyükelçinin bir göreve atanmasını önlemek için epey uğraşmış, ama bunu başaramayınca söz konusu büyükelçiye yeni görevine atandığını bizzat kendisi “Bu görevi en iyi senin yerine getirebileceğini biliyorum, bu nedenle zaten senin oraya atanmanı sağladım” mealinde laflarla bildirmişti. Bunları “dedikodu” kabilinden değil, karakterine ilişkin bir fotoğraf verebilmek için paylaşıyorum.

Sinirlioğlu Bakanlıkta yükselmek için ortaya koyduğu bu beceriyi, Türk dış politikasını yürütürken gösteremedi. Mesela Azerbaycan ve Ermenistan arasında ilişkilerin normalleştirilmesi müzakerelerini bizzat üzerine almıştı. Benim de bulunduğum bir görüşmede ABD Dışişleri Bakanı Kerry’ye Rusya’nın bu normalleşmeye olumlu baktığını ve destek verdiğini, çok yakında netice alacaklarını söyledi. Kerry’nin hemen yanında oturan dönemin ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü, bugünün Dışişleri Bakan Yardımcısı Victoria Nuland “Böyle bir normalleşmeyi Rusya kesinlikle istemiyor, çünkü o çatışma sayesinde Güney Kafkaslar’da kalabiliyor, size samimi davranmıyorlar” tepkisini verdi. Sinirlioğlu bunun üzerine Rusya’nın bu normalleşmeyi neden istediğine dair Nuland’ı ikna etmediği belli olan bir nutuk çekti. Nitekim neticede Nuland haklı çıktı, o süreç başarısızlıkla sonuçlandı, en nihayetinde zaten iki ülke arasında çatışmalar alevlendi.

Feridun Sinirlioğlu ve Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) Müsteşarı Hakan Fidan.

Sinirlioğlu’nun iktidarla kurduğu hususi yakınlık Dışişleri Bakanlığı’nın geleneksel duruşunu, iktidarların dış politikada maceralara atılmasını frenleyen ihtiyatlı tutumunu takınabilmesini imkansız hale getirdi. Sinirlioğlu Bakanlığın tüm birikim ve imkanlarını özellikle Erdoğan’ın gözüne girebilmek, ona ne kadar faydalı olabileceğini ispat edebilmek için seferber etti. Böylece Dışişleri Bakanlığı’nın devlet içindeki özel misyonu onunla büyük bir değişime uğradı ve onun koltuğundan ayrılmasından sonra da Bakanlık bir daha eski konumuna dönemedi.

Erdoğan ile Sinirlioğlu arasında dış politikanın icrasının dışına taşan, farklı, derin, yani karanlık bir ilişkinin kurulduğuna dair açık emareler 2013’den itibaren görülmeye başlandı. Sinirlioğlu’nun AKP liderine ne denli kıymetli hizmetler sunduğunu anlayabilmemiz için o dönemki konjonktürü iyi bilmemiz gerekir. O sırada Erdoğan Gezi olayları, 17/25 Aralık ve MİT Tırları soruşturmalarının etkilerini geçici olarak savuşturduğunu, iktidarı bir an evvel otoriter şekilde ele geçirmezse sonunun hiç de parlak olmadığını görebiliyordu. Erdoğan için kafasındaki “başkanlık rejimini” kurarak devlette bir an önce hakim duruma gelmek öncelikli hedef haline gelmişti. Bunu gerçekleştirmesinin önünde büyük bir engel olarak ise orduyu görüyordu. Çok katmanlı bir oyun planı geliştirmesi gerekiyordu ve Suriye iç savaşı bunu başarabilmesi için ona geniş imkanlar sundu. Bu dönemde Suriye’ye Türk askeri birliklerini sokmak isteyen Erdoğan ile buna karşı çıkan TSK kurmayları arasında dışarıya olabildiğince sızdırılmayan büyük bir gerilim mevcuttu. TSK’ya göre bir BM kararı olmadan Suriye’ye askeri harekat düzenlenmesi ileride Türkiye’nin başını oldukça ağrıtacaktı.

Ergenekon/Balyoz operasyonlarıyla orduda ulusalcı denilen kesimin gücünün kırılmasına paralel olarak Gülen cemaatinin etkinliğinin arttığına dair bir inanç, fazla seslendirilmese de, Türkiye’de tüm siyaset yapıcıların, yazar-çizerlerin kanaati haline gelmişti. Erdoğan devlet içinde orduyu etkisiz hale getirmek için iç ve dış siyasi boyutları olan bir dizi hamle üzerinde çalıştı. 17/25 Aralık sonrası Gülen cemaati düşman kampa geçerken, o zamana kadar Ergenekon/Balyoz davalarının savcısı gibi hareket eden, bu davaların yürütülmesine her türlü desteği veren Erdoğan, o davalarla devletteki gücü belli ölçüde kırılmış ulusalcı denilen kesimle hemen bir ittifak kurdu. Bu ittifakın kuruluşundaki çabukluk ve rahatlık, “derin devlet” denilen yapının yıllardan beri CHP’nin önünü açmak için merkez sağı zayıflatmak maksadıyla Erbakan liderliğindeki siyasal İslamcıları palazlandırdığına dair geçmişi hatıra getirmektedir. Taraflar bir araya gelmekte hiç de zorlanmamıştır.

Feridun Sinirlioğlu 2015’de Dışişleri Bakanlığı görevini yürütürken Avusturyalı mevkidaşı Sebastian Kurz ile ortak basın toplantısı sırasında…

Bu ittifak kurulduktan sonra Erdoğan orduya yönelik bir operasyon için Batı’yı yanına çekmek üzere “yeni” müttefiklerinin yardımına iltica etti. O sırada Obama Yönetimi ile Erdoğan arasında o güne kadar oldukça iyi seviyede giden ilişkilerde ciddi çatlaklar görülmeye başlanmıştı. Ortadoğu’da Erdoğan’ı “Müslüman demokrat” kişiliğiyle önemli bir müttefik olarak belirleyen Obama yönetimi, Gezi olayları ve 17/25 Aralık süreçlerinde bazı acı gerçeklerle yüzleşmişti: Erdoğan demokratik bir kişilik değildi, aşırılıkçı Ahmedinejad liderliğindeki İran’la ABD yaptırımlarını delmesi için yardım edecek kadar muhataralı bir ilişki içerisindeydi. Diğer yandan Erdoğan, Batılı müttefikleriyle koordinasyon yürütmeden Suriye’de El Nusra gibi o sıralar tam olarak ne olduğu bilinmeyen bazı aşırılıkçı örgütleri himayesine almıştı. Obama Yönetimi Suriye’de dost ve düşman örgütleri belirleme sürecinde olduğunu, El Nusra’nın istihbari değerlendirmeden geçtiğini, bu bitmeden bu tür örgütlerin desteklenmesini doğru bulmadığını belirtti. Emevi Camii’nde kılacağı Cuma namazı için sabırsızlanan Erdoğan bu ihtarları kulak ardı etti.

Oysa 2014’e gelindiğinde ABD’nin Suriye’deki önceliği Esad rejiminin devrilmesinden ziyade “IŞİD’ın ülkede zemin kazanmasını önlemek” olarak değişmişti. Bu çerçevede Washington El Nusra’nın da terörist bir örgütlenme olduğunda karar kıldı. Bu kırılma, bugün, dünyanın Suriye’de terörist olarak gördüğü örgütlerin Türkiye’nin müttefiki, Türkiye’nin terörist gördüğü YPG’nin ise IŞİD’e karşı savaşan bir Batı müttefiki olarak görülmesiyle neticelendi. Bugün Türkiye, YPG’nin “terörist bir örgütlenme” olduğunu uluslararası arenada kabul ettiremezken, Türkiye’nin kontrolündeki bölgelerde bulunan irili ufaklı pek çok “selefi/cihadçı” örgüt ya terörist, ya da teröre temayüllü kabul edilmektedir.

2014’e geçmeden yine 2013’te yaşanan ve o zaman yakından şahit olduğum bir başka gelişmeyi de hatırlatmak gerekmektedir ki bu bize Suriye meselesinin Türkiye’de iç siyaseti ne denli şekillendirdiği gerçeğine de biraz daha yakınlaştıracaktır. 2013’te ABD, Esad üzerindeki baskıyı arttırmak ve sanki Suriye’ye gerçekten müdahale edecekmiş havası vermek için Türkiye ile birlikte bir askeri ihtimaliyat planı hazırlamak istedi. Bu şu demekti: Türkiye ve ABD, Suriye’ye yönelik ortak bir askeri harekata karar verirse ellerinde bu harekatın nasıl yürütüleceğine dair bir plan hazır olacaktı. Erdoğan o zaman ABD’yle böyle bir harekata girmek istememekle birlikte, ABD’nin teklifini reddeden bir konumda bulunmak da istemiyordu. Bu iş öyle bir şekilde kotarılmalıydı ki ABD ortak bir harekat düzenlenmesine kendisinin değil TSK’nın karşı olduğunu düşünmeliydi. Sadece orada da kalınmamalıydı: Obama Yönetiminde özellikle Suriye’deki aşırılıkçı grupları desteklemesi yüzünden Erdoğan’a ilişkin bir şüphe doğmuştu. Bu şüphe de izale edilecek şekilde Beyaz Saray’ın Suriye’deki El Nusra gibi aşırılıkçı örgütlere destek verilmesinin asıl müsebbibi olarak TSK’yı görmesi sağlanmalıydı. Özellikle bu son husus TSK’nın Erdoğan’ın otoriterleşmesini önleyecek bir güç olarak ortaya çıkmasını engelleyecek şekilde tasfiye edilebilmesinin de önünü açacaktı.

Sinirlioğlu ve Ahmet Davutoğlu

Erdoğan Washington’da gerçekleşecek bu zorlu operasyonu yapabilecek kabiliyet ve kapasitede adamlara sahip değildi, ona bu hizmeti yeni müttefikleri verdi. Burada kilit isim Sinirlioğlu’dur. Sinirlioğlu konuya ilişkin gerçekleşen üst düzey toplantılarda Türkiye’nin Suriye’ye müdahale etmesi için bir BM kararına ihtiyacı olmadığını iddia ederek TSK komutanlarına karşı Erdoğan’ın yanında saf bağlamıştı. ABD Yönetimi bir ihtimaliyat planı hazırlanması meselesini ilk kez ona açtı. Sinirlioğlu bu teklifin Dışişleri Bakanlığı’nda ve Washington Büyükelçiliği’nde teamüle aykırı olarak TSK’ya iletilmesini önledi. Bu nedenle ABD ihtimaliyat planına hazırlık için önce alt düzey bir heyeti Ankara’ya gönderdiğinde TSK durumdan tamamen habersizdi. ABD heyeti döndüğünde TSK’nın bir ihtimaliyat planı hazırlama konusunda isteksiz olduğu izlenimi edindiğini rapor etti. ABD’li üst düzey yetkililer konuyu Sinirlioğlu’na açtıklarında, Erdoğan’ın TSK’nın bu direncini kıracak şekilde gerekli talimatı vereceği yanıtını aldılar. Bu arada Beyaz Saray’ın bilgi notlarına mealen şu cümleler girdi: “Ergenekon soruşturmaları kapsamında Türk ordusu seküler yapısını kaybettiğinden yeni TSK, Suriye’de aşırılıkçı örgütlenmeleri desteklemeyi sorun olarak görmemektedir. TSK’nın onayı olmadan Türkiye’nin bu örgütlere destek vermesi mümkün değildir. TSK bu nedenle ABD’yle işbirliği yapmaktan kaçınmaktadır.”

Suriye’ye ilk TSK harekatı (Fırat Kalkanı) 24 Ağustos 2016’da başlatıldı. Yani 15 Temmuz sonrası TSK komuta kademesi büyük ölçüde tasfiyeye uğratılarak Erdoğan’a karşı hiçbir direnç gösteremeyecek bir yapıya kavuşturulduktan ve ona biat eden komutanlarla doldurulduktan sonra… Erdoğan artık TSK bağından kurtulmuştu, Suriye’deki gelişmeleri iç siyasi hedeflerini gerçekleştirmek üzere sonuna kadar kullanacaktı.

Verdiği bu tür kritik hizmetlerle, kamuoyu tarafından pek bilinmese de, Erdoğan’ın “Karanlıklar Prensi” haline gelen Sinirlioğlu Türkiye’nin Suriye’ye askeri harekat düzenlemesini neden böyle hararetle desteklediğini Dışişleri Bakanlığı’ndaki “astlarına” açıklamakta zorlanıyordu. Bir keresinde bir Dışişleri yetkilisinin kendisine “Suriye’ye girmek çok riskli, siz buna rağmen bu fikri neden savunuyorsunuz?” diye sormaya cesaret ettiğinde şu cevabı aldığını duymuştum: “Bizim telkinimizle Suriye’ye girilirse ve askeri açıdan başarılı olunursa biz de zafere ortak oluruz. Yok eğer başarısız olunursa, işin sonrasını diplomasiyle kotaracak olan da biziz. Her iki durumda da kazançlıyız.”

Görüldüğü üzere Sinirlioğlu için “kar-zarar” hesaplamasında dikkate aldığı asıl husus, kendisi (ve parçası olduğu klik) için o fiilin ne tür sonuçlara yol açacağı meselesidir, burada Türkiye’nin bir ülke olarak çıkarlarının ne olduğu sorusuna, kimsenin umurunda olmadığı gereksiz bir ayrıntı olarak yaklaşır.

Amerikalı tarihçi Timothy Snyder Irak işgalinin ABD için sonuçlarını şu çarpıcı sözlerle tenkit eder: “Irak, Amerika’nın Amerikan Yüzyılını bitirdiği yerdir. 20.yy’ın Amerikan yüzyılı olduğunu düşünmüyorum, ama 21.yy olabilirdi ve biz bu fırsatı muazzam büyüklükte ahlaki, siyasi ve finansal sermayeyi işgal için harcayarak feda ettik. Bunu nasıl bertaraf edebileceğimizi bilmiyorum, ama bugün karşı karşıya olduğumuz sorunlar o aptalca karardan kaynaklanmaktadır.”

Maalesef benzer bir durum Türkiye’nin Suriye’ye girmesi için de geçerlidir. Türkiye’nin kucağında bugün adeta bir saatli bomba bulunmaktadır. Bu kördüğümü açmanın veya bu bombadan kurtulmanın yolu, bazılarının iddia ettiği gibi, öyle “Ben Suriye’den artık tamamen çekiliyorum” demekten geçmemektedir. Diyelim ki yarın Erdoğan rejimi biter de, ülkeyi idare etmeye başlayan yeni iktidar “Suriye’den tüm askeri birliklerimizi hemen Türk sınırına çekiyoruz” derse, böyle bir yaklaşım on yıldır Suriye politikasında yapılan yanlışlara bir yenisinin daha eklemlenmesi anlamına gelir. Çünkü böyle bir adım Türkiye’deki 3-4 milyon Suriyeli mülteciye bir kaç ay içinde milyonlarcasının daha eklenmesi sonucunu doğurur. Bu neticeyi de kimse önleyemez. Bunun Türkiye’deki siyasi, sosyal ve ekonomik yapıda oluşturacağı dalgalanmalar bir yana, bu yeni mülteci dalgasının içinde “selefi, cihadçı” gibi tanımlamalar getirilen, Esad rejimine karşı savaşan, şiddet temayüllü, aşırılıkçı on binlerce kişi de bulunacaktır. Türkiye’nin onları diğerlerinden tefrik edebilmesi imkan ve ihtimali de kalmayacaktır. Bu ise Türk şehirlerinde ciddi güvenlik sorunlarının ortaya çıkmasıyla neticelenecektir.

Sinirlioğlu bu vahametin asıl sorumluları arasındadır. Bu gerçek peşini hiçbir zaman bırakmayacaktır.

  • Ömer Murat, Dış Politika ve Siyaset Uzmanı, Eski Diplomat