İktidarın âkıbetini kızgın muhâfazakârlar belirleyecek

Türkiye’de Erdoğan sonrasında kaçınılmaz şekilde yeniden kurulması gerekecek devlet rejiminin yapısını muhalif cenahın kızgınlık ve beklentileri kadar, hatta sayıca üstünlükleri dolayısıyla onlardan daha fazla muhafazakarların tepki ve yönelimleri belirleyecektir.

ÖMER MURAT 26 Aralık 2021 HABER ANALİZ

Türkiye’nin tarihinin ender dönemeçlerinden birinde olduğuna kuşku yok. Bu nedenle siyasi hadiseleri analiz ederken neler olabileceğine dair öngörülerimizin gerçekçi olabilmesi için perspektifimizi geniş tutmamız gerekiyor. Erdoğan sonrasına geçişin sanki öncekilere benzer bir “hükümet değişikliği” şeklinde yaşanacağı zannıyla “seçim tahminleri” üzerinden neler olabileceğini anlamaya çalışmak yanıltıcıdır. Türkiye’de 15 Temmuz sonrasında önceki anayasal düzen ortadan kaldırılarak otoriter yeni bir siyasi rejim inşa süreci başlatılmıştır. Fakat tek adama dayanan bu rejim, Erdoğan sonrasında da ayakta kalabilmesi için gerekli olan kalıcı, istikrarlı kurumlar üretememiştir. Bu nedenle Erdoğan’ın gidişi demek kurduğu bu “ara rejimin” de kendisiyle birlikte sona ermesi demek olacaktır. Yani mevzubahis olan bir hükümet değil, bir “devlet rejimi” değişimidir. Bu değişimin ne yönde gerçekleşeceğini öngörebilmek için toplumun kahir ekseriyetinin yönelimlerini dikkate almak gerekmektedir.

Türkiye siyasetinin bazı yalın gerçekleri vardır ve bu gerçekler bize hem “Sünni muhafazakarların” yenileceği bir seçim sonucunun muhtemel olmadığını, hem de Erdoğan sonrasında bu büyük bloğun tercihlerinin belirleyici olacağını söylemektedir.

Dünyadaki her millet gibi Türkiye de yekpare bir bütünden oluşmamaktadır. Toplumu oluşturan farklı unsurların büyüklükleri ve aralarındaki gerilimi anlamadan Erdoğan sonrasına yönelik yürütülen projeksiyonlar başarısız olmaya mahkumdur. 20. yüzyıl Türk siyasi tarihini bu gerilimlerin perspektifinden daha önce başka bir vesileyle özetlemeye çalışmıştım.

TÜRKİYE’NİN KOLAY DEĞİŞMEYECEK GERÇEKLERİ

Türkiye’nin kolay değişmesi mümkün olmayan bu gerçeklerini kabaca şöyle özetleyebiliriz: Yüzde 20 oranında milliyetçi bir kesim vardır, bunlar arasında kasabalı-şehirli, dindar/daha az dindar gerilimleri olmakla birlikte sandığa gittiklerinde “milliyetçiliği” temsil eden bir partinin Meclis’te bulunması konusundaki hassasiyetlerini gösterirler. İYİP ve MHP arasındaki rekabet tamamen bu kesime odaklanmıştır.

Yüzde 20 oranında ise Kürtler vardır, bu kesim arasında da Sünni muhafazakarlar ile diğerleri (sekülerler, Kürt milliyetçileri, Aleviler) arasında bir ayrım vardır. Bugün siyasette nispeten yakın dönemde yaşanan, nüfus artışı ve artan şehirleşmeyle yakından ilişkili bir değişimin sonucu olarak oranları yüzde 12’ye kadar yükselen ikinciler HDP’de toplanırken, ilkler merkez sağ partilere yönelirler. AKP’nin İslamcılığı muhafazakar Kürtleri rahatsız etmezken, milliyetçi aşırı sağa kayarak MHP’yle yakınlaşması ise onlar üzerinde hemen olumsuz etkisini göstermektedir.

Yüzde 20/25 oranında ise CHP tabanı vardır, bu tabandaki ulusalcı, sosyal demokrat, Alevi gibi bölünmeler de önemlidir. Yıllarca kendisini cumhuriyetin, devletin gerçek sahibi gören bu kesim ile sayısal üstünlükleriyle onların siyasi iktidarlarına en büyük tehdidi oluşturan Sünni muhafazakarlar arasında devamlı bir gerilim mevcuttur. CHP’nin seküler tabanıyla, muhafazakarlar arasındaki gerilimin “sınıfsal” boyutları da öteden beri bilinen bir gerçektir.

Yüzde 55/60 oranında ise “Sünni muhafazakarlar” diyebileceğimiz bir kesim vardır. Öncekilerden farklı olarak Sünni muhafazakarlar milliyetçi ve Kürtlere uzanan kesişim kümelerine sahiptir. Diğerleriyle kıyaslandığında çok daha homojen bir gruptur. Belli oranda Türkler ve Kürtler arasındaki gerilimlerden bahsetmekle birlikte, “din kardeşliği” şemsiyesi altında buluşmak bu kesim için pek zor değildir. Bu kesim Kemalist rejim döneminde devlette hakim olamayışını, başörtüsü gibi değer verdiği dini sembollerin aşağılanmasını kendisinin “öz yurdunda garip” olduğu bir dönem olarak görmektedir. Ve onlar için bu dönemi Erdoğan liderliğindeki AKP sona erdirmiş ve II. Abdülhamid’in devrilmesiyle kaybedilen devlete yeniden kavuşulmuştur.

MUHAFAZAKARLARIN TEPKİLERİNİ BELİRLEYEN “TRAVMALAR”

Bu siyasi tabloda sayıca ezici bir üstünlüğe sahip olduğu görülen muhafazakarlar için önceki rejimde yaşadıkları, seçilmiş başbakanlarının asılması, başörtüsü yasağı nedeniyle üniversiteye girememeleri gibi hadiseler birer “travma” olarak siyasete bakışlarını belirleyici ana etkenlerdir.

Dış politikadan ve ekonomiden pek anlamadığı giderek daha fazla ortaya çıksa da, belediye başkanlığı yaptığı yıllardan beri bir kaç anket şirketine haftalık yaptırdığı kamuoyu araştırmalarıyla iç siyasetin kurdu olan Erdoğan tarafından kurgulanan başkanlık rejimi yukarıdaki toplumsal gerçekler dikkate alınarak kendi iktidarı açısından oldukça sağlam bir zeminde inşa edilmiştir. Öncesinde tüm seçimleri, muhaliflerinin zaaflarına oynayarak çıkardığı siyasi krizlerle “muhafazakarların” kaybedip kaybetmeyeceğinin belirleneceği bir referanduma dönüştürmeyi başaran Erdoğan, başkanlık rejimiyle birlikte artık bunun için fazla ter dökmeye ihtiyaç duymadan artık genel seçimleri bir referanduma dönüştürmüştür. (Son belediye seçimlerini kaybetmesinin önemli bir nedeni de, çok uğraşmasına rağmen bunu ilk kez başaramamış olmasıdır.)

Muhalif cenahın Türk ve Kürt milliyetçileri, sekülerler ve “gayrımemnun, kararsız, tereddütlü” muhafazakarlar arasındaki gerilimler nedeniyle gerçek bir birliktelik gösterebilmesi zordur. Öte yandan muhalif grupların her türlü ortak hareket etme temayülü, muhafazakarlarda seçimi, yani “devleti” kaybetme korkusunu alevlendirmekte ve “birbirlerine kenetlenme” duygusunu tetiklemektedir.

ERDOĞAN ÇEKİRDEK KİTLESİ ÜZERİNDEKİ HAKİMİYETİNİ KAYBEDİYOR

Bununla birlikte derinleşen ekonomik kriz, Erdoğan’ın çekirdek kitlesi üzerindeki hakimiyetinin giderek aşınması sonucunu doğurmaktadır. Fakat özetlemeye çalıştığımız gerçekler ve başkanlık rejiminin kurgulanışı nedeniyle, Erdoğan ve AKP’den memnuniyetsiz olan muhafazakarların sayıları artmakla birlikte bunlar muhalif cenaha geçme temayülü göstermemektedir.

Tüm bunlar Erdoğan iktidarının öngörülebilir bir gelecekte yıkılmayacak kadar güçlü olduğu anlamına da gelmemektedir. Sadece bize Türkiye’de yaşanması mukadder olan değişimin normal bir “hükümet değişikliği” şeklinde gerçekleşme ihtimalinin düşük, hatta belki de imkansız olduğunu göstermektedir.

Erdoğan’ın Türkiye tarihinin belki de en ağır ekonomik krizine yol açması nedeniyle iktidardan düşmesi kaçınılmazdır. Geçen hafta yaptığına benzer hokkabazlıkların güvenini kaybettiği kitle üzerinde etkili olabilmesi pek mümkün değildir. Çünkü ekonomide yapılan illüzyonların, örneğin dış politikada yapılanlarla benzer sonuçlar doğurması beklenmemelidir.

Erdoğan Türkiye sınırını ihlal eden Rus jetini düşürdüğü için Putin’den özür dilemesinde; AB’nin yaptırım sopasını görünce Doğu Akdeniz’e “mehterle” gönderdiği araştırma gemisini geri çekmesinde; ABD Başkanı’ndan bir randevu alabilmek için tabiri caizse kırk takla atmasında; ABD’nin düzenlediği “Demokrasi Zirvesi’ne” davet edilmeyen otokratlar arasında yer almasında; düne kadar türlü hakaretler yağdırdığı Mısır Devlet Başkanı Abdulfettah Sisi’yle ilişkileri düzeltmek için Kahire’ye ilk kendisinin heyet göndermesinde; dün 15 Temmuz’un finansörü, İsrail’le yaptığı İbrahim Anlaşmaları dolayısıyla Filistin davasına ihanet eden ülke olarak ilan ettiği Birleşik Arap Emirlikleri veliahtını devlet başkanı protokolüyle karşılamasında görüldüğü üzere dış politikada itibar ve etkinlik açısından sıfırı tüketmiş olduğu halde tüm bunları kontrolü altındaki medya gücüne dayanarak yürüttüğü propaganda sayesinde birer “dış politika zaferi” olarak takdim edebilmektedir. Kendi devlet başkanlarının dünyada itibar sahibi, güçlü bir lider olduğu iddiası, esasen milliyetçi damarları muhafazakar taraflarından daha baskın olan tabanının “duymak istediği şeylerdir.” TRT dahil yandaş medyada dizilerle pekiştirilen bu söylemler sağ tabanda hamasi duyguların köpürmesine ve gönence yol açar. Bu nedenle benim gibi gerçekleri anlatmaya çalışan muhaliflerin tatlı bir rüyayı bölmeye teşebbüs eden “densizler” olarak algılanabilmesi kolaylaşır.

EKONOMİK SIKINTILARI PROPAGANDAYLA BERTARAF ETMEK MÜMKÜN DEĞİL

Oysa ekonomide yapılan illüzyonların bozulması için muhaliflerin ikazlarına pek ihtiyaç yoktur. Erdoğan ne pahalılık, ne de işsizlik sorununu çözebilmiş değildir, çözebileceğine dair umutlu olmayı gerektirecek ortada veri de yoktur. Geçen hafta olduğu gibi Erdoğan’ın “dış güçlere meydan okuyarak” doları 18 TL’den 12 TL’ye düşürdüğü iddiasını televizyonda dinleyen “kararsız” bir “muhafazakar” vatandaşın duyduğu mutluluk evinde biten temel ihtiyaç maddelerini almak için markete gittiğinde veya zamlanmış elektrik, gaz faturasını aldığında veya paralı köprülerden birinden geçmek zorunda kaldığında veya varsa arabasına benzin almaya gittiğinde sona erecektir. Hele bu kişi işsizse, kendisi ailesini geçindiremezken ilan edilen zaferlere duyacağı kızgınlık artacaktır.

Toplumsal Etki Araştırmaları Merkezi’nin (TEAM) geçen ay tarihli, yani henüz Aralık ayında yaşanan kur şoklarından önce hazırlanan raporunun, özellikle muhalif cenahta ciddi bir hayal kırıklığına yol açtığı görüldü. Erdoğan’ın çekirdek destekçilerine, “dindarlara” odaklanan raporda bu seçmen arasında AKP liderine yönelik şüphe ve eleştirilerin artmakla birlikte bunun muhalefet partilerine bir yönelime dönüşmediği açıkça ortaya koyulmaktaydı. Raporun bulguları Metropoll araştırma şirketinin son kamuoyu yoklamalarıyla da örtüşmekteydi.

TEAM raporuna “seçim tahmini” perspektifinden baktığınızda yukarıda özetlemeye çalıştığımız toplumsal gerçekler ışığında Erdoğan’ın seçim kaybetme ihtimalinin düşük olduğu bir kez daha anlaşılmaktadır. Mesele basit bir seçim aritmetiği hesabı olsa, Akşener, İmamoğlu ve Yavaş gibi adayların belki yüzde 51’i bulması mümkündür. Ama otoriter bir rejimin seçim sathı mailinde muhalefete yönelik baskılarını iyice arttıracağı, yüzde 90’ını kontrol ettiği medyayı tamamen kendi lehine seferber edeceği, son olarak “aradaki farkı da” seçim gecesi “atı alanın Üsküdar’ı geçeceği” operasyonlarla kapatacağı hesaplandığında bunun adeta imkansız olduğu maalesef tahmine müsaittir.

Oysa meseleye “seçim aritmetiği” perspektifinden bakmak daha büyük fotoğrafı görmeyi engellemektedir. TEAM raporu Erdoğan’ın çekirdek kitlesinde ciddi çatlamalar olduğunu da ortaya koymaktadır. Ekonomik krizin şiddetlenmesine paralel olarak bu çatlamaların Erdoğan’ın iktidarını sürdürebilmesini imkansız kılacak denli iyice büyümesi de olasıdır. Bu çerçevede raporun çarpıcı bulduğum bazı bulgularını özetleyeceğim:

Dindar seçmenler arasında Erdoğan’a verilen destek 2018’den bugüne yaklaşık yüzde 12 azalmış görünmektedir. Dindarlar, Erdoğan ve AKP’ye yaklaşımları itibarıyla üç gruba ayrılmaktadır: Her koşulda Erdoğan ve AKP diyenler, tereddütlüler & şikayetçiler ve kopmuş ya da karşı olanlar. Bu üç grup içerisinde en büyüğü ise “tereddütlüler ve şikayetçilerdir.” Dindar seçmenlerin sadece yüzde 46’sı Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı görevini iyi yaptığını düşünmektedir. Şikayetçi oldukları ve eleştirdikleri konular: Hayat pahalılığı, ekonomik durumun kötüye gitmesi, Suriyeli ve Afgan mülteciler, kayırmacılık ve israf, tek adamlık, halktan kopukluk, kibir ve sorunlara ilgisizlik. Rapor ekonominin kötüleşmesinin tereddütlü dindarların hızlı bir biçimde Erdoğan’dan uzaklaşmasına yol açabileceğini belirtmektedir.

DİNDARLAR ERDOĞAN’IN “YALAN SÖYLEMESİNDEN” RAHATSIZ

Erdoğan’ın “dini kullanması ve yalan söylemesi, agresifliği, kutuplaştırmacı ve duygusal hareket etmesi” dindar seçmenin beğenmediği yönleri. Orman yangınları sırasında afet bölgesinde vatandaşlara çay dağıtmasını olumsuz karşılayanlar yüzde 58’e kadar çıkmaktadır. Keza Marmaris’te yazlık konut yaptırmasını da dindar seçmenlerin yarısı (yüzde 49) olumsuz karşılamıştır. Bu değişimde Erdoğan’ın son dönemde eski görüntüsünden uzak ve yorgun bir imaj çizmesi de önemli bir rol oynamaktadır. Dindarların yüzde 40’ı “dindarların saygınlığının düşüşünden AK Partinin sorumlu” olduğunu düşünmektedir.

Dindar seçmenin üçte ikisinin eskiden AKP’yi seçme motivasyonunu “kalbi bağlılık” oluştururken bugün aynı seçmenin yarısı AKP’yi “seçeneksizlik” nedeniyle tercih etmektedir. Dindarların çoğunluğunun katıldığı bazı eleştiriler ise şu şekilde:  Beş sene öncesine göre Türkiye ekonomisi kötüye gitti (yüzde 58). Adalet iyi değil, mahkemeler adil karar vermiyor (yüzde 52). AK Parti döneminde kentler betonlaştı, çarpık kentleşme yaşandı (yüzde 46).

Kararsız ve protestocu dindar seçmenin büyük çoğunluğu muhalefet kadar eleştirel bir tutum içerisindedir ve AKP/MHP’den bir hayli uzakta bir siyasal pozisyonda konumlanmaktadır. Ancak bazı kaygı ve endişeleri bu seçmeni muhalefete destek vermekten de uzak tutmaktadır.

“SAVAŞ VE BARIŞ’IN” BİZE SÖYLEDİKLERİ

Karşımızda “günlük siyasi analizlerle” çözebilmenin mümkün olmadığı enigmatik bir şifre var. Tolstoy “Savaş ve Barış” adlı şaheserinde bize bir ülkeyi idare eden hükümdarların, velev ki tahtını babasından bile devralmış olsa, o halkın arzularını, beklentilerini, karakterini yansıttığını, bu ikisi birbiriyle örtüştüğü oranda o liderlerin müthiş bir güce kavuştuklarını, ama ikisi arasındaki açı arttıkça o liderin devrilişinin, değişiminin kaçınılmaz olduğunu anlatır. (Bir başka yazıda ele aldığım Ropesbierre örneği de esasen bunu teyit eder.) Demokratik rejimlerde bu değişim öngörülebilirdir. Ama Türkiye gibi siyasi rejimin halktaki değişimleri yansıtabilme kabiliyetini yitirmiş olduğu ülkelerde beklenmedik şekilde ve sancılı olur. Türkiye’de Erdoğan sonrasında kaçınılmaz şekilde yeniden kurulması gerekecek devlet rejiminin yapısını muhalif cenahın kızgınlık ve beklentileri kadar, hatta sayıca üstünlükleri dolayısıyla onlardan daha fazla muhafazakarların tepki ve yönelimleri belirleyecektir.


 

Erdoğan’ın kendi yarattığı illüzyona kapıldığı görülmektedir. Tolstoy onun bu halini görseydi müstehzi bir tebessümle Savaş ve Barış’tan “büyük adam, çobanın keseceği için semirttiği koç gibidir” teşbihini hatırlatırdı. Burada çoban hükümdarların kendilerini soyutlayamayacakları tarihi, siyasi, sosyal kanunlardır. Bunu “kimsenin zamanın akışını değiştiremeyeceği, bir nehrin üzerinde gider gibi sadece seyahat edebileceği” şeklinde anlatan Bismarck’a göre lidere düşen sadece “bir kazaya uğramamak için ustalıkla yol almaktır.” Tolstoy gülümsemesini bırakmayarak bize koçun genellikle beklendiği gibi semirdiğini, belki sürünün kösemeni olarak da kullanıldığından ve bundan dolayı diğer koyunlar o nereye giderse itaat edip peşine takıldığından kendini kolayca o sürünün lideri gibi hayal ettiğinden bahseder. Sadece koç değil, sürü de böyle düşünür. Fakat koçun seçilme nedeninin oynadığına inandığı rolle ilgisi yoktur; Ne onun, ne de koyunların tasavvur edemeyecekleri bir niyet söz konusudur; O kesilecektir. Tolstoy için Napolyon böyle bir koçtu ve tarihte onun gibi kendisine muazzam güçler isnat edilen diğer tüm liderler de öyledir.