Demirtaş pası göğsünde yumuşatabilirdi ama…

Ne kadar düz, ne kadar höt bir davranış. Dilin imkânlarından yoksun. Yıllarca tek bir besin yemiş beynin tezahürü… Üzücü. Çok üzücü. Unutmayalım lütfen; bir dilin imkân ve sınırları, o dili kullanan toplumlardaki düşüncenin sınırlarını da belirler.

BERKE KAYA 21 Nisan 2023 GÖRÜŞ

Tuhaf bir çağda yaşıyoruz; bir kesim, “wth” (What the Hell – O ne be), “omg” (Oh my God – Aman tanrım), “R yapmak” (geri adım atmak) gibi sözcük kalıplarını kullanıyor, bir başka kesim “zail” (ortadan kalkan), “amil” (etken, sebep), “feragat” (hakkından kendi isteğiyle vazgeçme) gibi eski dilin imkânlarına sığınıyor.

Herkes bir şeyler söylüyor, ama çoğunluk kimseyi ya dinlemiyor ya da anlamıyor.

Oysa dil, iletişim için gerekli bir araç. Dilin varlık amacı bu: Anlamak,  anlaşılmayı sağlamak.

Ta 18’inci yüzyılda Fransız düşünür Compte de Buffon “Le style est l’homme meme” demiş; Ziya Paşa da bunu “Üslubu beyan, aynıyla insan” diye aktarmış dilimize…

Niçin bunları eveleyip geveliyorum?

Şundan: Dil kişinin aynasıdır. Seçtiğimiz sözcükler, oluşturduğumuz üslup bizi ele verir. Bazen özene bezene dilimizin altına, zihnimizin ardına sakladığımız şeyin bir ucunu dışarıda bırakıverir.

Hal böyleyken, temel mahareti hitabet olan (olması gereken bu değil ama) at terbiyecilerinin (siyaset kelimesinin etimolojik köküne istinaden söylüyorum) bilhassa dile dikkat etmeleri gerekmez mi? Oysa onlar sık sık ‘azar’lamayı, boş zamanlarda da ‘tımar’ etmeyi tercih ediyorlar.

Kendini ‘seyis’ sandıklarından olsa gerek, ‘ayar’ vermeyi görev sayıyorlar. Nasıl ki ata belli komutlarla belli eylemler yaptırılıyor, buna heves ediyorlar. Oysa at zaten evcilleşmiş ve çoğunluğu ‘terbiyeli’… Ama insan öyle mi?

Özkan Ağtaş’ın Guernica’nın İzinde: İnsan, Hayvan ve Şiddet adlı pek hoş bir yazısı vardır. Ağtaş orada sorar: “İnsanda hayvanî olanı yönetme işine kendini adamış ve bundan daha yüce bir değer tanımıyor olan şeye halen siyaset dememiz mümkün müdür?”

Bunu biraz düşünmek gerek.

***

Ağır ağır ve adım adım ilerlemek istiyorum. Kullanılan dilin ve üslubun neye tekabül ettiğini görmek ve anlamak için…

Kemal Kılıçdaroğlu, Çatalca’da. İBB’nin düzenlediği sığır süt yemi ve mazot dağıtımı programında.

Sözü Hüda Par üzerinden Gaffar Okan’a getirip diyor ki:

“Katillerle, teröristlerle iş tutanlar, bize ders vermeye kalkamazlar. Biz, Kuvayi Milliyeciyiz. Onlar Kuvayi Milliye’nin ne olduğunu da bilmezler. Biz her şeyi biliriz. Tarihimizi biliriz, geleceğimizi inşa etmek isteriz.”

Oy getirir mi bu söylem, bilmiyorum. Ama bir huysuz olarak şu cümleye takılıyorum: “Biz her şeyi biliriz.”

Yapmayınız n’olur… “Her şeyi bilmek mümkün olsaydı, ben bilirdim” diyesi geliyor insanın.

Niçin böyle ‘boş’ bir iddianın arkasına saklanır bir siyasetçi? Sanki ‘bilme’nin bu ülkede, bu seçmende bir karşılığı varmış gibi.

Kılıçdaroğlu, “Kürtler” başlıklı video mesajında, “3-5 oy için kardeşliğe kimsenin zarar vermesine asla ve asla izin vermeyeceğim.” diyor, o yumuşak üslubuyla.

Oy getirir mi bu söylem, sahiden bilmiyorum.

Bildiğim şu: Cümle ‘bozuk’…

Ama ben bu bozukluğa değil, şuraya takılıyorum: “3-5 oy için…”

Bunun ‘olur’u nedir?

Kaç oy kardeşliğe zarar verilmesi için yeterlidir?

***

Efendim, elbette anlıyorum; dil sürçer… Bazen yaşlılıktan, bazen yorgunluktan, bazen uykusuzluktan, ağızdan murat edilmeyen sözcükler, cümleler dökülebilir. Bunu anlarım.

Anlamadığım şu: Dilin ne kadar önemli olduğunun unutulması. Hatta önemsenmemesi…

Eğer kötücül bir niyetle okuma yapsaydım, Freud’un hayli bereketli kapısını aralar, oradan parafaksa (lapsus) uzanırdım. Zira Freud, dil sürçmelerini biraz farklı yorumluyor. Ona göre davranışlarımızın gerçek kaynağı bilinçaltı (bilinç dışı demek gerek aslında) ve bilinçaltı da kendini dilde gösteriyor.

Daha doğru bir ifadeyle: Dil sürçmesi, bilinçaltında sakladığımız kelimelerin ağzımızdan fırlamasıdır. Öyle masum ve basit bir şey değildir yani.

Bunu şu sebeple söylüyorum: Konuşma esnasında dili sürçüyorsa bir siyasetçinin, basın departmanı göreve çağrılmalı. Düzeltilmiş metinleri herkesten hızlı servis etmeli ki, bilinçaltındaki mesaj yaygınlık kazanmasın.

Kılıçdaroğlu, iyi bir hatip (!) değil. Olmak zorunda da değil. Kendi yahut danışmanı konuşma metinleri yazabilir. O metni okur yahut ezberler. Olur biter.

Herkes nasıl olsa övüyor şu sıralar Kılıçdaroğlu’nu. Nahoş şeyleri ben söyleyeyim bari…

***

Güftesini Şafak Atayman’ın yazdığı bir Bilge Özgen bestesi vardır: Gökten yağmur değil sevgiler yağsın.

Bir temenni olarak ne hoş… Ancak siyasi iklim o denli kirli ki, iktidarın belli bir kesime (ki en kaba haliyle ülke nüfusunun yarısı) boca ettiği nefret dili sayesinde, uyuşmuş gibiyiz. Gökten atkı yağsa, biri boynumuza dolanmaz karamsarlığıyla bekliyoruz son demimizi.

Gökten sevgi değil ama, göğe yakın bir yerde duran Saray’dan küfür, hakaret yağıyor üzerimize.

Gezi direnişindeki bazı yurttaşlara yönelik şu sıfatları unutmak mümkün mü: Çapulcu, sürtük, terörist…

Erdoğan’ın küfür lugatı fevkalade zengin. Ettiği hakaretlerden bazıları şunlar: Geri zekâlı, haysiyet fukarası, sefil, zavallı, gafil, eşkıya, çürük, haysiyetsiz, onursuz, sanatçı müsveddesi, edep fukarası, ahlaksız, haysiyet celladı, kan emici…

“Kızılay’ı çökerttiler, AFAD’ı çökerttiler” diyen Kılıçdaroğlu’na bir hitabı var ki, insan düşmanına söylemez: “Be ahlaksız, be namussuz, be adi!”

İşin üzücü yanı, kendilerine ‘imansız’, ‘kitapsız’, ‘komünist’ diyen gazeteciler, medya çalışanları dahi sessiz.

Oysa dil bulaşıcıdır. Bir kere cam fanus kırılırsa hapsedilen pislik, irin, virüs, halka halka yayılır etrafa. Ve bir zaman sonra ‘temiz’, ‘adil’, ‘saf’ bir şey kalmaz elimizde.

Farkındasınız hiç kuşkusuz; tepkisiz kalınan her hakaretin, her küfrün ardından daha fazlasını, daha çirkinini, daha ağırını söylüyor. Halkın, medyanın sessizliğini bir tür onay olarak görüyor. Kabul edildiğini, içselleştirildiğini sanıyor.

***

Öte yandan, birine komünist demenin hakaret sayıldığı belki de tek ülkeyiz.

Komünizmden, ne tuhaftır ki, yıllarca ne olduğu bilinmeden korkuldu. Bir öcü gibi sunuldu daima. Bir öcü gibi de algılandı.

Hiç kimse de sormadı: Komünizm ne vakit iktidar oldu bu ülkede? Dünyada hangi ülkenin rejimi gerçekten komünizm?

Hiç unutmam, Ankara Basın Yayın’dayım. Okula üçüncülükle girmişim. Ayaklarım havada, başım bulutlarda giriyorum derslere.

Siyaset Bilimi dersini Ahmet Taner Kışlalı veriyor. Kampüs tıklım tıklım. Merakla takip ediyoruz dersleri. Diğer zamanlarda kahvede kanlı king oynuyoruz.

İlk vize sonrası Kışlalı tek tek isim okuyup sınavdan kaç beklediğini soruyor. Sıra bana gelince, hiç unutmam, mütevazı davranıp “70 bekliyorum.” demiştim.

Oysa beklentim 100’dü. Kitabını yalayıp yutmuştum çünkü.

“Otuz…” demişti bana. “Otur.”

Tabii oturamamıştım yerime. Zil sonrası odasında bitmiştim. “Hocam…” demiştim. “Dipnotlarınıza kadar her şeyi yazdım. Önlü arkalı üç sayfa. Bana niye 30 verdiniz?”

Yüzüme anlamlı anlamlı bakmıştı. “İyi de…” demişti, “Papağan da kendisine ezberletileni söylüyor. Sen üniversite öğrencisisin. Kendine ait bir fikrin yok mu?”

İşte o an anlamıştım; üniversite öğrenciliği, sandığım şey değildi.

***

Çok oylumlu, çok civcivli bir konu bu dil meselesi. Ancak hafifsenecek, göz yumulacak bir mesele de değil.

Dil, her karışını savunduğumuz vatan toprağı kadar mukaddestir. Dilini kaybeden özgürlüğünü de kaybeder. Emperyalizm önce dilden sızar, sonra için için sömürür.

Dili doğru kullanmak, iyi kullanmak gerekir.

Lakin halkın idrak seviyesini, bilinç seviyesini de yukarı çekmeli. Mizahı, ironiyi anlamalı, tatmalı. Hazzını almalı.

Ne ki sürekli kıymık yediğinden unutmuş vaziyette kaybettiği güzellikleri.

Bu böyledir; maruz kalınan şey süreklilik arz edince bir alışkanlığa dönüşür ve insanlar alışkanlıklarından kolay kolay vazgeçmezler. Ve bir kere ‘normal’i bu olunca da yukarı, çitin ötesine doğru kimse başını uzatmaz.

Vaktiyle “Halk bunu istiyor, bunu seviyor!” diye ucuz, niteliksiz nice film arz edildi seyirciye. O dönem dağıtım kanalları sınırlıydı. Film ithalatı yasak yahut sınırlı.

Ama görece özgürleşince, sınırlar hafifçe açılınca, görüldü ki, o halk, Tarkovski de seviyor, Bunuel de… Rus sinemasına da ilgili, Güney Kore sinemasına da… Sadece o vakte kadar böylesi lezzetlerin varlığından mahrumdu. Sofrasına konunca, birer kaşık aldı ve karar verdi neyin kendine göre olduğuna.

Benzer süreç arabesk için de yaşandı. “Başka tür sevmez bizim halk” dendi. Acısızını servis ettiler ilkin. Sonra pop girdi devreye. Derken her türlü müzik.

Gördük ki, rock seven de var, reggae seven de… Caz seven de var, türkü seven de…

Demem o ki, alışkanlıklar fırsatlar sunuldukça değişir zamanla. Halkı bunca küçümseme, hakir görme, pek hayra alamet bir şey değil.

Onu küfürlerle, hakaretlerle besleme de öyle.

Lakin öyle bir hal almış ki bu, dildeki incelikler yalnız tabanda değil, tavanda da kaybolmuş.

Soyadı benzerliğinden ötürü sık sık ‘başı belaya giren’ finans profesörü Özgür Demirtaş’a, eski HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, akrabalık göndermeli bir yanıt verdi: “Niye böyle olduk amca oğlu? Sen özgürsün, ben rehineyim diye mi?”

Dil ironik. Üslup hoş.

Özgür Demirtaş, Marie-Curie Avrupa Araştırma Fonu’nu kazanan bir akademisyen. 2010 yılında ABD, İngiltere, Kanada ve İskoçya’da 10 milyonu aşkın öğrencinin değerlendirmeleri sonucunda, öğretim alanında 1 milyon profesör arasında ilk 20 içerisinde gösterilmiş biri. Sabancı Üniversitesi’nde Finans Kürsüsü Başkanlığı yapmış.

Kendisine atılan bu pası göğsünde yumuşatabilir, aynı yahut benzer incelikle topun yönünü değiştirebilir, belki de kaleye dikine gidebilirdi.

Peki, o ne yaptı?

“Selahattin Demirtaş burada bir MİZAH fırsatı yakalayıp bu twiti atmış. Selahattin Demirtaş’ın bile dayanamayarak ESPRİ konusu yaptığı bu asılsız iddiadan hareketle bir kere daha hatırlatmak istiyorum: Benim hiçbir siyasetçiyle yakından veya uzaktan akrabalık bağım YOK.” yanıtını paylaşıyor sosyal medyada.

Ne kadar düz, ne kadar höt bir davranış. Dilin imkânlarından yoksun. Yıllarca tek bir besin yemiş beynin tezahürü…

Üzücü. Çok üzücü.

Yalnız tek kolunu geliştirmiş bir vücutçu demek ki Özgür Demirtaş. Oysa itibar tüm uzuvlarında benzer gelişme olanadır.

Nasıl ki hakaretlere halkın itiraz etmemesine kızıp köpürüyorsak, Özgür Demirtaş’ın yanıtına da kızıp köpürmeliyiz. Zira buralarda uç vere vere hayatın içine kadar sokulup kök salıyor tatsız tuzsuz, anlamsız, verimsiz, nahoş şeyler. Bu kökün meyvelerinden de yenir yutulur bir şey yeşermiyor ne yazık ki…

Unutmayalım lütfen; bir dilin imkân ve sınırları, o dili kullanan toplumlardaki düşüncenin sınırlarını da belirler.

Takip Et Google Haberler
Takip Et Instagram