‘Depremde ‘yağmacıları’ suçlamak Hitler sonrası fahişelerin saçlarını kazımakla aynı şey’

‘Van Depremi 7.2 Irkçılık 77,2’ kitabının yazarı Tevfik Taş; depremlerin ardından sığınmacılara yönelen linçlerin beslendiği kaynakları Kronos’a anlattı: Hükümeti, belediye görevlilerini, müteahhitleri yargılayacak bir mekanizma var mı elimizde? ‘Yağmacı’ denileni suçlayıp kurtulmak istiyorlar. Irkçılık, yaratılan bir iklim.

ÖZLEM ERGUN 17 Şubat 2023 SÖYLEŞİ

Maraş merkezli 7,7 ve 7,6 büyüklüğündeki depremin 11. gününde resmi rakamlar can kaybının 40 bine yaklaştığını söylüyor. 10 kentte 13,5 milyon insanın dolaysız etkilendiği yıkımdan geriye, ‘mucizeler’ ile hayatta kalabilenlerin yaşama tutunma çabası kaldı.

Depremzedelerin barınma, ısınma, elektrik, su gibi temel ihtiyaçları henüz karşılanamamışken, ‘yağma’ iddialarına linç görüntüleri eşlik ediyor.

Hatay’da, ‘tekel bayinden hırsızlık yaptığı’ suçlamasıyla kardeşiyle birlikte 11 Şubat’ta gözaltına alınan Ahmet Güreşçi’nin jandarma karakolundan cenazesi çıktı. Güreşçi’nin otopsi raporuyla, burnunda kırık olduğu ve beyin kanaması geçirdiği tespit edildi.

‘Yağma’ suçlamalarının muhatapları ise önemli ölçüde Afgan ve Suriyeliler oldu. Açık şiddet ve linç olarak sığınmacılara yönelmiş ırkçılığın videoları, fotoğrafları günlerdir her yerde.

AKP iktidarı tüm bir siyasetiyle yıkılan ne varsa altında kalmış, derde derman olmak bir yana sorunun tam da kendisi olarak işaretlenmişken, bir tür hedef şaşırtmayla tepkinin/hesap sormanın adresinin değiştirilme girişimine tanık oluyoruz.

FOTOĞRAF: METİN YOKSU / KRONOS

BANKA KURMANIN YANINDA BANKA SOYMAK NEDİR Kİ?

Foucault, ‘Hapishanenin Doğuşu’ kitabında despotik devletin güdüklüğünü/aczini işkence ve zorbalık ile kapatmaya çalıştığını anlatır. Mario Puzo’nun Baba romanında geçen, “Eli çantalı bir adam, eli silahlı 15 adamdan iyi soygun yapar” ile Bertolt Brecht’in “Banka kurmanın yanında, banka soygunu nedir ki?” sözleri, daha bir sürü şeyle birlikte despotik devletin ihtiyaç duyup da bulduğu ‘günah keçileri’ne dikkat çeker.

Tüm bunları, 23 Ekim 2011’de meydana gelen Van depreminin ardından ‘Van Depremi 7.2, Irkçılık 77,2’ kitabını kaleme alan, şair-yazar Tevfik Taş’la konuştuk.

Gazete Duvar’daki yazılarıyla süregeldiğimiz hayatın resim yoluyla nasıl ifade edildiğine ve tüm bunları nasıl görüp/okuyabileceğimize ilişkin bir tür pusula sunan Tevfik Taş, depremlerle ortaya saçılan ırkçılığın beslendiği kaynakları ve ‘yağmacılara’ neden ihtiyaç duyulduğunu anlattı.

Sözü, “Deprem açığa çıkartır. Deprem; patlayacak lavı açığa çıkartır, eşitsizliği açığa çıkartır, ezilmiş olanın daha ne kadar ezileceğini açığa çıkartır, dinamikleri açığa çıkartır. Bunları çıplak hale getirir, bütün bir kabuğu soyar deprem. O yüzden depremin kendisi değil, dünyanın kendisi felakettir” diyen Tevfik Taş’a bırakıyoruz.

IRKÇILIK BİR İKLİM; YARATILAN, ÖRGÜTLENEN, EĞİTİLEN BİR İKLİM

Van-Erçiş depremin ardından kaleme aldığınız “Deprem 7.2 Irkçılık 77.2” kitabınızın merkezinde depremle ortaya çıkmış nefret ve ırkçılık var. Deprem acısıyla boğuşan, binlerce ölüsünü toprağa vermeye çalışan bir halka hangi ‘insanlar’ hangi ‘duygularla’ taş, sopa, bayrak, küfür yazılı kağıtlar gönderir? Sizin de yanıt aradığınız, tartıştığınız yerden başlayalım.  Bunu yapabilenler, hangi inanca, hangi ulusa, hangi politik duruşa mensuptur?

Van depreminin ardından 20 gün Van’da kaldım; kurtarma çalışmalarına katıldım, çadır kurdum, 20 gün çadırda yaşadım, 20 gün taş kaya taşıdım insanlarla konuştum ve yardım kolilerini açtım. Taş ve sopadan daha da beteri vardı, kirlenmiş kadın pedi… Düşündüm, bunu yapabilmek nasıl bir şeydir? Kavga çıkartırsın, dövüşürsün falan ama felakete uğramış bir insana bu felaketten daha beterini söyleyecek ne düşünüyor olabilirsin?

Ben bunun doğrudan doğruya yaratılmış bir iklim olduğunu düşünüyorum. İnsanlar, onları yönetenler tarafından bir iklim yaratılırsa ırkçı olabiliyorlar. Bir hastalığa doğru iteklenip, hasta ediliyorlar. Ve bu hastalık dünyanın normaliymiş gibi gösteriliyor onlara. Dünyanın normaliymiş gibi gösterilen hastalık bir zaman sonra yaşama biçimi haline geliyor.

Mesela, Rumların Ermenilerin sürüldüğü, öldürüldüğü mallarının yağmalandığı, 6/7 Eylül olaylarını düşünelim. 6-7 Eylül öncesindeki olgulara bakarsak, 2510 sayılı bir yasa çıkartılıyor. Bu yasa insanları, ‘Türk kültürüne mensup olanlar’ ve ‘olmayanlar’ diye ikiye ayırıyor ve Trakya, Çanakkale gibi sınır bölgelerindeki Rum’u Ermeni’yi sınır dışına kaydırıyor, göç ettiriyor. Bu insanlar yağmaya da uğruyor.

Yağmalayanlar arasında vali, belediye başkanı var çünkü bunların evinde piyanolar, tablolar, kuyumcu ziynetleri gibi yağma eşyalar bulunuyor. Zevahiri kurtarmak için göstermelik teftişler gibi bir takım işler dışında yağmalayanlara herhangi bir şey olmuyor. Çünkü devletin yarattığı bir meşruiyet zemini var, duruma uygun bir yasa çıkartılmış zaten. Yağmacı, ‘Ben yağmalayabilirim” diyor, dolayısıyla bu bir iklim.

Ve bu yeni değil, 100 yıldır yaratılmış bir durum. Van’da deprem olmuş ve orada sadece Kürt yaşamıyor. Türkmen’de yaşıyor, Irak-Suriye Türkmen’i de yaşıyor fakat adam Kürt’ü görüyor. Bunu gönderen insanı, onu yaratan koşullara bakmadan anlayamayız. Bu bir iklim… Yaratılan, örgütlenen, eğitilen bir iklim…

EŞİTSİZLİKLER DÜNYASINI DOĞRU TARİF ETMELİYİZ

Bu iklimin sonucudur ki Van depreminde, 100 yıllık cumhuriyetin ‘Kürt sorunu’na bakışının bir anlamda tezahürünü gördük.

Bir kere öncelikle şunu söylemek isterim. Bizim ülkemizde ‘Kürt sorunu’ yoktur yani Kürtler sorun çıkardığı için bir sorunla karşı karşıya değiliz. Tam tersine Türk ırkçılığı yapıldığı için sorunumuz var. Şimdi biz gidip CHP’de, MHP’de Deva Partisi’nde diyebiliyor muyuz, “Sen de biraz Kürt ol. Bak bu kadar da Kürt yaşıyor” ama sabah kalkıp diyoruz ki, “Kürt biraz daha Türk olsun.”

Şimdi bu bir sorun ama Kürdün çıkardığı bir sorun değil. Ya da ‘alevi sorunu’, ‘kadın sorunu’… Kadın sorun çıkarttığı için Alevi sorun çıkarttığı için sorunumuz yok. Sorunumuz, cinsiyet ve inanç eşitsizliği aslında. Eşitsizlikler dünyasını tarif ederken doğru tarif etmeliyiz, önce sorunların adını doğru koymak gerekiyor. Tüm bunları doğru düzgün tanımlamazsak iklimi anlayamayız. Sorunumuz ırkçılık ve ırkçılığı Kürt yapmıyor. Adını doğru koymak, mücadeleyi doğru yapmak anlamına da geliyor.

DEPREM AÇIĞA ÇIKARTIR, BÜTÜN BİR KABUĞU SOYAR

Van depreminde Kürtlere yönelmiş nefretin bu kez ülkedeki sığınmacılara –daha çok da Afgan ve Suriyelilere-  dolaysız ve açık şiddet olarak yöneltildiğini görüyoruz. ‘Yağmacılık’ suçlamasıyla şiddete maruz bırakılanların videoları günlerdir dolaşımda. Deprem ve yıkımların ardından böylesi bir nefret/ ırkçılık şart mıdır, kural mıdır?

Evet.  Deprem açığa çıkartır. Deprem; patlayacak lavı açığa çıkartır, eşitsizliği açığa çıkartır, ezilmiş olanın daha ne kadar ezileceğini açığa çıkartır, dinamikleri açığa çıkartır. Bunları çıplak hale getirir, bütün bir kabuğu soyar deprem. O yüzden depremin kendisi değil, dünyanın kendisi felakettir.

Neden Suriyeli? Şöyle bir örnekle anlatmak istiyorum. Hitler Fransa’yı işgal etti, Paris başta olmak üzere kentler Hitler’in yönetimine girdi. Hitlere yönetimi teslim eden sosyalist görünümlü Pierre Lavel diye bir adam. Ve Hitler’e karşı olan anti-faşistler, komünistler, işçiler, Fransa halkı kavga etti ve Hitler’i yendiler. Hitler gitti ama geriye bir şey kaldı. Ülkeyi Hitler’e teslim edenlere bir tane düşman lazımdı. Kim oldu bu düşman? Hitler’in subaylarıyla yatıp kalkan fahişeler oldu.

Bütün fahişelerin saçları kazındı, bütün fahişeler sokaklarda çıplak dolaştırıldı. Bütün suç onlara yıkıldı yani fahişeler Hitler’in subaylarıyla yatmasaydı Fransa işgal edilmeyecekmiş gibi öyle bir hava yaratıldı ki bütün suç onlara yıkıldı. Fransa’da fahişelerin saçlarının kazınması çok önemli bir olgudur.

ÇÜNKÜ BİR SUÇLUYA İHTİYAÇ VAR

Şimdi deprem oldu, suçlular arıyoruz değil mi? Mesela yıkılan apartmanları, binalara denetlemeyen mülkü amirleri, belediye amirlerini suçlayamıyoruz çünkü bunları suçlamak bütün bir yönetimi suçlamak anlamana geliyor. Deprem vergilerini gereken önlemlerin alınması kullanmamış yönetimi suçlayacağız değil mi? Bunu suçlayamayacağımıza göre, bize başka bir suçlu lazım değil mi? Bu suçlular nereden çıkartılabilir? En zayıf yerden… Kürt, Çingene, Alevi, Suriyeli…

Bu tablo gücünü az önce tarif ettiğim iklimden buluyor. Suriyeli ne yapmış olabilir? Yağma mı? Bir Suriyeli, 10 Suriyeli enkazdan ne çalabilir? Mesela kurtarmaya giden polisin ne çaldığını biliyor muyuz? Bilmiyoruz çünkü ona soru sormamız yasak. Ne olacak? Oysa, bir tane suçluya ihtiyaç var.

TUTUYOR, ‘TUTMUYOR’ DA DİYEMEYİZ 

Günlerdir ‘yağmacı’ denerek lince maruz bırakılan insanların görüntülerin ardından bir de ölüm haberi geldi. Hatay’da tekel bayinden hırsızlık yaptıkları öne sürülerek gözaltına alınan kardeşlerden Ahmet Güreşci’nin karakoldan cesedi çıktı. Şimdi bu durumda yağma nedir, yağmacı kimdir?

İşte bütün mesele, dikkatleri asıl suçludan kaydırma gayreti. Hatay’da Suriyeli, Maraş’ta Alevi vs. Bunlar da dönem dönem değişecek, öyle sabit de kalmayacak. Daha da göreceğiz bunları. Suçlu olana, kendisini kurtarmak için başka bir suçlu gerekiyor. Bu çok iyi bir satranç oyunu… Tutuyor da, ‘tutmuyor’ diyemeyiz.

Hatay Belediye Başkanı,  Suriyelilerden yakınıyordu. “Suriyeli sayısı Hataylıları aştı” diyordu. Peki, Hataylılar kim? Hatay’ın yüzde 92’si Arap. Hatay’ın yüzde 92’si Kurtuluş Savaşı’na kadar Suriyeli, Suriye’ye bağlı… Ve daha da ilginci sen bundan para kazandığın için o orada.

Bir şeyi daha ayırt edelim. Türkiye’de hükümetin sığınmacılara para verdiği kanısı hâkim, oysa ki gerçek tam tersidir. Türkiye devleti AB blokajlarından mülteci parası alır ve bunun da çok azını mültecilere harcar, geriye kalanı kasaya atar. Dolayısıyla Türkiye hükümeti mültecilere para vermiş, onlara bakmış değildir, tam tersine onların sırtından para kazandıkları için mülteciler Türkiye’dedir.

YAĞMA NE? NEDEN ‘HIRSIZLIK’ DEĞİL DE ‘YAĞMA’

Şimdi durum böyleyken tekel bayinden bir şey çalınmış, bana çalmayan bir tane hükümet görevlisi gösterin. İkimiz silahlanalım, soygun için bankaya gidelim mesela, kasada ne kadar para vardır? 5 milyon, 10 milyon, 100 milyon adam tek bir imzayla yapıyor bunu. Bir tek imzayla bizim çalabileceğimizi misliyle çalıyor zaten. Hadi diyelim o adam tekel bayinden içki çaldı, yağma ne? Neden hırsızlık değil de yağma?  Çünkü bir suçlu grubuna ihtiyaç var ve bu da toplumun en zayıf grubu olmalı. Bu hedef şaşırtmanın ta kendisi, asıl suçluya bakmanın önünü kesmeye çalışıyor.

Diyelim Türkiye’de 30 gazete var, bunun 25’ini hükümet denetliyor. 50 tane televizyon var bunun 49 tanesini hükümet denetliyor ve bu haber de 25 gazete, 49 kanalda ‘yağmacılar’ denerek yayınlanıyor. Ve ırkçılık iklimi kendini tekrar üretiyor. Yani kendilerini kurtarmak için doğru bir şey yapıyorlar.

KENDİ NORMALİNE GERİ DÖNMEK İSTİYOR

Peki yönetenler/sorumlular buradan kurtulabilir mi?

Kurtulmayacaklarına dair ne var elimizde. Onları yargılayacak bir yargı mı var? Hükümeti, belediye görevlilerini, ortalığı kötü binaya boğan müteahhitleri ve bunları denetleyecek olanları yargılayacak bir mekanizma var mı elimizde? Dolayısıyla ‘yağmacı’ denileni suçlayıp kurtulacağız. Adamlar bunu hedefliyorlar. Yani Suriyelileri, Alevileri, Kürtleri suçlayan bir mekanizma kurmak bütün yiyenlerin vicdanını kurtaran bir mekanizme haline gelecek. Hedeflene bu. Ne kadarını başarır? Ne kadarını başarırsa o kadar karlı. Yüzde 1’ini bile başarsa yüzde 1 karlı. Hedeflenen bu çünkü, mekanizmanın devamına ihtiyacı var. Kendi normaline geri dönmek istiyor.

ÇIKAR ERMENİN MALINI; BAKALIM SABANCI MI KALIYOR, KOÇ MU KALIYOR?

Irkçılığın evrensel ve tarihsel kaynakları nerelerden besleniyor?  Türkiye’deki ırkçılığın köklerini nerede aramalıyız?

Irkçılık, geçer akçe… Köleliğe bakalım; adam köle satın alıyor, köle çalıştırıyor, Köleye saray/kale yaptırıyor fakat Spartaküs çıkıyor, başka birisi çıkıyor. Köle diyor ki, “Ben köle değilim kafa kaldırıyorum.” Irkçılık konusunda şu anda dünyanın en ilerisinde görünen Kanada, Amerika bunlar ırkçılık açısından çok yaralı ülkeler aynı zamanda.

Kanada, kendi yerli halklarını köle yapmaya çalışan bir yönetim sisteminden geliyor. Amerika hala ırkçılarla uğraşıyor. Hala bugün polis adamın göğsüne oturuyor, nefesini kesip öldürüyor. Çünkü kölenin insan olduğuna dair kendi tasavvuru ırkçıyı rahatsız ediyor. Roma’ya bak, bildiğin imparatorluğa belli bir miktar para verirsen yurttaş olabiliyorsun, kendi ailenin maskesini taşımak ancak o zaman mümkün olabiliyor. Geriye kalan yurttaş değil, çünkü Roma devletine para verebilmiş değil. Roma devleti de zaten ona o kadar parayı verecek imkanı vermiyor. Köle bir gün isyan ettiğinde de ‘Asil vatandaş benim, seni takmıyorum” diyerek köleyi yaşatmıyor. Bu, basit bir analoji değil.

‘Türkün yurdunu kurmak…’ Bu, kapitalist dünyada burjuvaziyi yaratmakla mümkün… Burjuvaziyi nereden yaratacaksın? İyi iş yapan Ermeni’nin malına el koyacaksın. Çıkar Ermeni’nin malını; bakalım Sabancı mı kalıyor, Koç mu kalıyor? Durum buyken, adam neden ırkçılık yapmasın? Ekonomik temeli, ekonomik karşılığı olan bir mevzudan söz ediyoruz, tek başına kültürel bir mevzudan söz etmiyoruz.

‘Yağma’dan mı söz ediyoruz? Öyle bir tekel bayinden hırsızlık yapmakla yağma olmaz. Yağma dediğimiz budur. Asıl yağmacı ötekini yağmacı göstermenin yolunu arıyor çünkü kendi kurtuluşu buna bağlı.

DALGAYA DEĞİL, BALIKÇILARA BAK

Resimler yoluyla dünyayı kavramanın ve okumanın nasıl mümkün olabileceğine ilişkin makaleler yazıyorsunuz.  Bir kez daha içine yuvarlandığımız böylesi bir yıkım tablosuna denk gelebilecek, halimize/ahvalimize tercüman olabilecek, tüm bunları resim yoluyla anlatabilmiş ressamlar var mı?

Katsushika Hokusai mesela… En meşhur eseri, ‘Kanagawa Açıklarında Büyük Dalga’. Hokusai ne yapıyor? Büyük dalgayı 50 kere 100 kere resmediyor. Japon denizi ha bire dalgalanıyor çünkü tsunami var, durmadan deprem oluyor. Fakat Hokusai’nin ‘Kanagawa Açıklarında Büyük Dalga’sının asıl belirleyici öğesi, orada üç tane balıkçı teknesi var. Hokusai, “Bunların kolları o kurtuluşu sağlarsa, biz bu dünyanın insanlarına tekrar güveneceğiz” diyor.

İnsanlar Japon denizinin bütün huyunu suyunu bilirler, kavga etmezler, nereden akıp gideceklerini, dalgayla nasıl hemhal olacaklarını ararlar. Hemhal olma tecrübelerinin bütün deneyleri bunu gösterir.

O yüzden dalgaya değil, balıkçılara bak. Kentler yıkıldı, 10 tane kentin köyü, kasabası yıkıldı. Kurtarmak isteyenlere bak, emekçileri görürsün. Bunun dini, imanı, vicdanı neresinden bakarsan bak değişmez. Kurtarırken, kurarken din, dil, ırk ayrımı yoktur. Kurtarırken, “Enkazın altında kim var?” diye bakmaz. Esas olan kurtarmaktır.  Ve emek kavramının evrenselliği de tam olarak buradan gelir.

Yazdığım bir yazıdan dolayı beni mahkemeye verdiler. “Bizi yönetenler kendilerine Müslüman diyorlar, inanmayın” içerikli bir yazıydı. Kendisine “Müslümanım” diyenler, tekçilik yapmaya başladığı andan itibaren bu, ırkçılığa girer. İslamiyet’in bütün kültürüne, literatürüne de aykırıdır.

Mesela tövbe ile özeleştiri kavramı… Ben, sana karşı kabahat işlediğimde özür dilemenin bir takım kuralları var. “Ben şu çıkarımdan ötürü, seni şöyle şöyle rencide ettim ve bunu bir daha yapmayacağım. Bir daha yapmazsam beni affeder misin?” demek zorundayım. Sadece “Beni affeder misin? demenin bir anlamı yok, suçumu tarif etmem gerek. Tövbe suçu tarif etmez, özeleştiri suçu tarif eder. Ve hakiki İslami tövbe, suçu da tarif eder. Şimdi adam suçunu tarif etmek yerine depremin öldürdüğünü suçluyor. Bunun İslamiyet’le ne ilgisi olabilir?

POSADA VE DİKTÖTÖR CALAVERA’YA KARŞI MÜCADELESİ

Meksikalı ahşap oyma baskı ustası, illüstratör ve karikatürist José Guadalupe Posada’yı anlattığınız son yazınız, Posada’nın bir sözüyle başlıyor: Çürüyüp dökülmüş, vıcık vıcık kurtlanmış olan ne varsa; ama ne varsa ölümcül iğrentiyi çağrıştıran cıvık akıntılı, yapışkan; bunun Meksika’daki adı: Başkan Calavera’dır.” Bugün neden Posada’yı ve onun mücadelesini konu ettiğinizi anlamak zor değil. 1852-1913 yılları arasında yaşamış Posada’nın alamet-i farikası nedir, mücadelesi bugüne nasıl ilham verebilir?      

Meksika, ölmek ve öldürmekle özdeşleşmiş ülkelerinden biri. Kahvede okey oynarken vurulur, poker oynarken adam vurursun ve çoğunlukla böyle karakterize edilir. Ama ben böyle karakterize etmiyorum. Değersizleştirilen insan başkasıyla savaş arar, savaşa gider, değerli insan bunu yapmaz. Meksika’da insanın değerini düşürmenin yollarını aradılar ve bunu diktatörlükle yapmaya çalıştılar. Modera diye bir adamı öldürdüler. Modera, Meksika’nın sosyal demokratı… Onu destekleyen bir halk var ve onu hapse koyuyorlar, ikinci günü de öldürüyorlar.

Posada bütün bunları görüyor ve sanatıyla inanılmaz bir savaş açıyor. Okuma yazma oranı düşük bir ülke Meksika ve Posada, “Bunu halka anlatmam gerek” diyor. O yüzden bildiri olabilecek, sokaklarda dağıtılabilecek nesneler çiziyor. Yaptığı her şeyi sokaklarda dağıtıyorlar ve hükümet çileden çıkıyor. Matbaaları yakılıyor, evi basılıyor, ölüm tehditleri alıyor, kaçıyor, saklanıyor sona tekrar çıkıyor yine yapıyor. Kâğıt yasaklandığı zaman duvara çiziyor. Şöyle düşünüyor; “Ben ve benimle birlikte olanlar başarabilirse diğer sanatçılar nefes alacak, sanat nefes alacak ve toplum öğrenecek.” Bu, muazzam bir algı gücü… Bugün, tam da buna ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum.

Takip Et Google Haberler
Takip Et Instagram
WP2Social Auto Publish Powered By : XYZScripts.com