Tarantino’nun en kişisel filmi

Altın çağ bahsine dönersek, Woody Allen Paris’te Geceyarısı filminde 1920’lerin Paris’ini altın çağ ilan etmişti. Edebiyatta Zweig, yirminci yüzyılın ilk çeyreğini –Hitler öncesi de diyebiliriz– Avrupa uygarlığının zirvesi sayar.

KRONOS 25 Ağustos 2019 SİNEMA

MAHİR DEMİR |

Her kuşağın geçmişe dönüp kendi altın çağını yeniden inşa etme çabası anlaşılır bir durum. Bir yönüyle de kaçınılmaz. Fakat 1969’da başka bir tılsım olmalı. Yerli sinema cephesinde Cem Yılmaz’ın Arif v 216’da karakterlerini o yıla ışınlaması boşuna değil. Sinemamızın henüz ‘bozulmadığı’, Yeşilçam’ın zirve yılları. Başka bir coğrafyada bambaşka bir yönetmen, Once Upon a Time in Hollywood ile aynı yılın Los Angeles’ına ışınlıyor seyircisini. Benzer bir çaba Alfonso Cuaron’un Roma’sında da vardı –1970-71’de geçen film, Cuaron’un anılarına dayanıyor. Elbette ki çocukluğu Mexico City’de geçen bir yönetmen ile Los Angeles’ta büyüyen başka bir yönetmenin anıları perdeye aynı şekilde yansımıyor. Tarantino, dönemin sosyal ve politik gündeminin filme sızmasına izin vermezken Cuaron bu arka planı filmin içine bir bomba gibi bırakıvermişti.

Once Upon a Time in Hollywood, 1969’da geçen iki buçuk günün öyküsü. Diğer Tarantino filmlerinin aksine genel bir öykü akışı yok. Abartılı bir ifadeyle, Tarantino’nun ‘sanat filmi’ni izliyoruz. Bu yönüyle yönetmenin en kişisel, en çocuksu, en duygusal filmi.

Sinema yıldızı olmak istediği halde 10 yıl önce oynadığı televizyon dizisindeki kovboy karakteri üzerine yapışan bir oyuncu Rick Dalton (Leonardo DiCaprio, bu kötü aktörü çok iyi oynuyor). Cliff Booth (Brad Pitt, sadece ‘cool’luğuyla, hiç oynamadan oynuyor –ki bu da çok zor iş esasında) ise Rick’in dublörü. Sadece dublörü değil, arkadaşı, şoförü, tamircisi, asistanı… Hatta Cliff bir sahnede Rick’ten ‘patronum’ diye bahsediyor. Çoğunlukla ikilinin üzerinden ilerleyen film, bu yönüyle ‘buddy movie’. Üçüncü ayakta ise Sharon Tate (üstünü çizmese de bıçak sırtı karakteri ve yönetmenin tasarladığı etki düşünülünce filmin en ince oyunculuğu Margot Robbie’ye ait) var. 8 Ağustos 1969 gecesi ‘Manson ailesi’ üyeleri tarafından, bebeğinin doğumuna iki hafta kala Los Angeles’taki evinde vahşice öldürülen oyuncu. Bu trajik olaydan bahsetmek sürpriz olmaz çünkü Tarantino’nun izleyiciye başka bir sürprizi var.

TARİHİN ‘DOĞRU TARAFI’

Tarantino filmleri ilhamını hayattan ya da edebiyattan değil doğrudan sinemadan alır. Sadece mizansen ve kadrajlar değil, öyküden karakterlere kadar neredeyse bütün ana unsurlar hatta detaylar için geçerlidir bu durum. Onları sinema dünyasından –filmlerin içinden– çıkardığı için karakterlerini gerçek hayatın içinde göremeyiz. Once Upon a Time in Hollywood da bu geleneği bozmuyor.

Tarih ve zaman, Tarantino için oyun hamurundan fazlası değil. İstediği şekle sokup keyfince değiştirebilir. Bunu yaparken daima tarihin ‘doğru tarafı’nda olmaya özen gösterir. Yönetmenin tarihe yaklaşımına en güzel örnek The Hateful Eight’teki ‘Lincoln mektubu’dur. Onun için gerçeğin ne olduğu, nasıl yaşandığı önemsiz bir detay. Önemli olan, gerçeği/tarihi nasıl ve ne şekilde kullanabileceğidir. Inglourious Basterds’ta ailesi Naziler tarafından öldürülen Fransız Yahudisi yetim kız ile yine Yahudilerden oluşan Amerikan özel timinin Hitler ve silah arkadaşlarını bir sinema salonunda kül etmesini anımsayın. Django Unchained’de siyahi kovboyun güneyli, kibirli, ırkçı çiftlik sahibinden intikam alışı da benzer bir hamle.

Filmlerinde olduğu gibi gerçek hayatta da ‘doğru tarafta’ durma konusunda titiz sayılabilir. Onu sinema dünyasına kazandıran yapımcı Harvey Weinstein’ın taciz skandalı patlak verdiğinde –Weinstein’ı tanıyan hemen herkesin bu durumu bilmesine rağmen yıllarca suskun kaldığı skandal büyüdükçe ortaya çıkmıştı– uzunca bir süre sessizliğe gömüldü. Sonrasında fırtınanın ne kadar güçlü olduğu belirgin bir hal alınca ‘bilmiyordum, hiç fark etmemiştim’ gibi zevahiri kurtaran bir açıklama ile kendince konuyu kapattı.

Tarantino, tarihin ‘doğru tarafı’nda durmayı sürdürüyor. Once Upon a Time in Hollywood, ‘karşı kültür’ün sekteye uğrattığı bir ‘altın çağ’ nostaljisi. Önceki filmlerinin aksine intikam öyküsü anlatmıyor. Ancak finalde bu filmin Tarantino’nun kendi intikamı olduğunu anlıyoruz. Filmin kilit sahnesi, çiçek çocukların ‘geçit töreni’. Korku filmlerinin tekinsiz karakterleri gibi tedirgin edici bir şarkıyla sahneye giriyorlar –geçen haftalarda gösterime giren Ritüel‘i (Midsommar, Yönetmen: Ari Aster) anımsayın. Çöpten yiyecek ararken görüyoruz onları. Ardından boydan boya kovboy resmiyle kaplanmış bir duvarın önünden o tekinsiz şarkı eşliğinde teker teker geçiyorlar. Arkalarında, karşı oldukları kültürün en bilinen simgelerinden biri olduğu halde. Filmdeki işlevleri de bu sahnedeki temsilden farksız. Çiçek çocuklar, Tarantino’nun altın çağını sona erdiren beyni yıkanmış gençlerden başkası değil. Charles Manson ailesinin üyeleri için bu temsil anlaşılabilir. Ancak 60’larda dünyaya yayılan özgürlük coşkusunun o kuşaktaki yansımalarından biri olan hippileri getirip Manson ailesine indirgemek kolaycı bir yaklaşım. Çiçek çocuklar kuşağının 60’larda ve 70’lerde Amerika’daki sivil haklar ve savaş karşıtlığı bilincinin yerleşmesinde oynadıkları rolü yok sayarak onları bu şekilde sıfırlamak sorunlu bir bakış. Steve Jobs’tan Obama’ya kadar geniş bir yelpazeyi kapsayan etkileşim söz konusu hippi kuşağında. Elbette 68’i ve çiçek çocukları savunmak bana düşmezdi. Bu da hayatın başka bir ironisi olsa gerek.

ANILARDAKİ ALTIN ÇAĞIN SONU

Kendini anılar üzerinden inşa etmeye bu kadar hevesli bir film hakkında düşünürken Proust’u anmamak olmaz. Kayıp Zamanın İzinde serisinin ikinci kitabında anıların nesnelerle ilişkisini şöyle anlatır –Roza Hakmen çevirisiyle: “Geçmişi hatırlama gayretimiz nafile, zihnimizin bütün çabaları boşunadır. Geçmiş, zihnin hâkimiyet alanının, kavrayış gücünün dışında bir yerde, hiç ihtimal vermediğimiz bir nesnenin (bu nesnenin bize yaşatacağı duygunun) içinde gizlidir. Bu nesneye ölmeden önce rastlayıp rastlamamamız ise tesadüfe bağlıdır.” Tarantino, Once Upon a Time in Hollywood’da seyirciyi anılarına ortak ediyor. Filmin üçte biri arabalarda üçte biri de film-dizi setlerinde geçiyor demek abartı sayılmaz. Her araba kontağı çevrildiğinde radyo açık. Arabalı ya da arabasız hemen her sahnede radyo ve televizyon var. Lokasyon tercihi, mekân ve obje kullanımı dönemin anılarını yeniden üretmeye yönelik. Tarantino, çocukluğunun şehrini reklam panolarından neon tabelalara, restoranlardan sinema salonlarına, köpek mamalarından televizyon dizilerine, TV rehberlerinden çizgi romanlara kadar yeniden kuruyor.

O günlerde başkanlık koltuğunda Nixon var, ülke Vietnam Savaşı’na saplanmış, sivil haklar ve özgürlükler konusunda sıkıntılar devam etmekte. 1969, Amerikan sineması açısından da kritik bir yıl. Sivil haklar mücadelesinin bir yansıması olarak siyahi istismar filmleri (blaxploitation) sahnede. Kaba güldürü (slapstick) diyebileceğimiz işler revaçta. Ayrıca ‘cephelerden’ ve dünyadan haberler veren newsreel’ler salonlarda hâlâ gösterilmekte. Klasik Hollywood’un ve onun sinemadaki anlatısının can çekiştiği dönem. Bu anlatının önemli temsilcilerinden William Wyler’ın ‘sakallılar’ diyerek küçümsediği Lucas, Spielberg, Scorsese, Coppola ve De Palma’dan oluşan yönetmen kuşağı sahneye çıkmak üzere. Amerikan sinemasının akış yönünü değiştirecek Yeni Hollywood’un ortalığı kasıp kavurmasına çok az bir süre var.

Bütün bunlardan bağımsız bir şekilde –belki de bağlantılı!– hikâyenin merkezinde kendinden ve yeteneklerinden şüpheleri olan, bu konuda keskin iç çatışmalar yaşayan, kariyeri konusunda endişeli vasat bir ikinci sınıf aktör yer alıyor. Rick Dalton vasıtasıyla dönemin gerçek dizi ve film setlerine sızıyor Tarantino. Sadece mesleki anlamda değil, daha ötesinde bir tür varoluşsal kriz içindeki Rick, Sharon Tate ile yönetmen kocası Roman Polanski’ye komşu olduğunu öğrenince ümitlenir. Kendisi düşüşte bir televizyon yıldızı iken onlar yükselen sinema yıldızlarıdır. Rick’in yeni hedefi, bir Polanski filminde oynamaktır.

Tarantino alışageldiğimiz üzere titiz bir matematikle örüyor senaryosunu. Finale gelene kadar günlük hayatın akışıyla hipnotize ediyor seyircisini. Sharon Tate, filmin hem zayıf hem güçlü yanı. Gerçek bir kişi olduğu halde, hayali kahramanlar Rick ve Cliff’e göre oldukça yüzeysel çizilmiş. Tarantino’nun karakterlerini gerçek hayattan alma isteksizliğine bir örnek. Tate karakterindeki ‘işlenmeme’ hali, garip bir şekilde filmi bir zemine oturtan etken. Filmin boşlukta kalabilecek yapısı Sharon Tate dokunuşuyla bir yere oturtuyor: Her şeyin mümkün olabildiği, masumiyetin yitirilmediği o güzel zamanlar!

BRUCE LEE’NİN KIZINDAN İTİRAZ VAR

Her Tarantino filminde olduğu gibi Once Upon a Time in Hollywood’da da yıllar sonra anımsanacak sahne ve sekanslar var. Sharon Tate’in kendi filmini salonda seyirciyle birlikte izlemesi örneğin. Perdede gerçek Sharon Tate ve Dean Martin var; Margot Robbie, Tate rolünde filmi izliyor, biz her ikisini birden izliyoruz. Bu sahne, Nolan filmlerindeki zaman kırılması gibi bir etkiye sahip. Rick Dalton’ın karavanında yaşadığı öfke krizi ve devamında kendine güvenini kazanması, muhtemelen bundan sonraki yıllarda oyunculuk bahsi her açıldığında ve özellikle Oscar törenlerinde sık sık hatırlanacak. Cliff Booth ile Bruce Lee’nin karşılaşması –Lee’nin kızı bu sahnede babasının kendini beğenmiş ve karikatürize gösterilmesinden dolayı Tarantino’yu eleştirdi. Bunlara Manson ailesinin yuvalandığı Spahn’in Film Çiftliği sekansını da ekleyebiliriz. Bu bölüm, tekinsizliği ile baştan sona bir western gerilimi.

Altın çağ bahsine dönersek, Woody Allen Paris’te Geceyarısı filminde 1920’lerin Paris’ini altın çağ ilan etmişti. Edebiyatta Zweig, yirminci yüzyılın ilk çeyreğini –Hitler öncesi de diyebiliriz– Avrupa uygarlığının zirvesi sayar. Başka bir kıtada Fitzgerald, caz çağının sonunu anlattığı Muhteşem Gatsby’de aynı dönemi ‘yitirilmiş zaman’ olarak kayda geçecektir. Tarantino, Once Upon a Time in Hollywood’da -elbette ki bunlardan bağımsız– kendi altın çağına odaklanıyor. Dönemin sosyal ve siyasal iklimini elinin tersiyle bir kenara itip hiç susmayan televizyon ve radyonun sesiyle başka bir dünya kuruyor. Haliyle bu dünya biraz masalsı biraz karikatür.

Takip Et Google Haberler
Takip Et Instagram
WP2Social Auto Publish Powered By : XYZScripts.com